Sınırları Aşmak

“O yıl bütün yaz radyoda ‘I Walk the Line’ çalmıştı. O güne dek duyduğum her şeyden çok farklıydı. Sesi sanki arzın merkezinden gelen bir sesti… Hem derin hem de zengin bir ses düşünün benzersiz ve gizemli… Aslında o kalbi ve kişiliği ile bu ülkenin ta kendisiydi.” Bob Dylan – Rolling Stone

Film, Amerika’nın ekonomik çöküntü yaşadığı yıllarda geçiyor. Dyess, Arkansas, 1944… Çiftçi bir ailenin çocukları olan Jack ve John’un bütün günü babalarına yardım etmekle geçer, arta kalan zamanlarında ise balık tutmakla. Büyük kardeş Jack, İncil’deki öyküleri daha iyi bilir, John ise annesinin ilahi kitabındaki ilahileri… Bir gün Jack, odun kesme makinasına takılarak ölür, babaları bu ölümden John’u sorumlu tutar ve Jack’in yerine John’un ölmesi gerektiğini de söylemekten kaçınmaz. Çünkü Jack, babasına göre daha gerekli bir evlâttır. Bir yandan kardeşini kaybetmiş olmak bir yandan da babasının bu suçlayıcı tutumu John’un zihninden hiçbir zaman silinmeyecekir. Filmdeki bu ilk dakikalar, Ray Charles’ın hayat hikâyesinin anlatıldığı Taylor Hackford imzalı Ray ile Ole Bornedal’ın yönettiği Lânetli Kadın (I’m Dina) filmlerini hatırlatıyor. Ray filminde, küçük Ray, kardeşinin gözleri önünde boğularak ölümüne tanık olur ve ölümüne engel olamaz, bu durum yaşamının sonuna kadar Ray’i travmatik olarak etkiler. Lânetli Kadın (I’m Dina) filminde babası, annesinin ölümünden küçük Dina’yı sorumlu tutar, o nedenle onu dışlar ve asla affetmez.

John, ailenin yaşadığı bu büyük üzüntüden sonra kendisine uzaklarda bir hayat arayışına girer. Hava Kuvvetlerinde görev alır. Ekonomik olarak da kötü yıllardır. O yıllarda Elvis Presley, Carl Perkins, Roy Orbison, Jerry Lee Lewis ve Waylon Jennings gibi birçok Rock’n Roll yıldızı da aynı dönemlerden benzer şekillerde etkilenmişlerdi. John Cash, bir süre kapı kapı dolaşarak ev aletleri pazarlamaya çalışır. Ama başarılı olamaz, iki oto tamircisiyle kurduğu küçük bir de müzik grubu vardır. Bir gün üzerine siyah bir gömlek giyerek grubuyla birlikte Memphis’teki Sun Stüdyolarının kapısını çalar. Söylediği ilâhiler stüdyo sahibinin hoşuna gitmez ama kendi bestelerini çalmaya başladığında albüm yapma kararı verilir. Yıl 1955’dir.

Kısa sürede şöhret olur John Cash, lüks bir hayatın içindedir. Karısı ve kızlarını da bu hayatın sonucu olarak daha az görür. Turneler, albümler, besteler onu kaldıramayacağı bir hayata doğru sürükleyince kendini tüketen birçok yıldız gibi yaşamaya başlar; sigara, içki ve ilâç kullanmaya başlar. Cash daha sonraları ikon haline gelen Siyah Giyinen Adam karakteri ile geniş bir hayran kitlesi oluşur. Daha sonra bu imajından dolayı Man in Black adında bir de şarkı yapar. 1968 yılında ise Cash dönemin en çok sevilen grubu Beatles’dan bile fazla satan Folsom Prison Blues albümü ile halkın sevgilisi olur.

O günlerde şöhretinin ilk günlerini ateşleyen değişik karakteri ve insanlar üzerinde bıraktığı etki, bugünün rock, country, punk, folk ve rap starlarına kadar birçok yeteneğin de ortaya çıkmasında önayak olduğu söylenir. Bir süre sonra Johnny Cash, folk şarkıcısı June Carter’a duyduğu aşk ile anılmaya başlanır. June Carter ile evlenir ve her ikisi de hayatlarının sonlarına kadar müziğin içinde yaşarlar.

Filmin senaryosu Cash’in Man in Black ve Cash The Autobiography adlı kitaplardan James Mangold ve Gill Dennis tarafından uyarlanmıştır. Filmin yönetmeni ise Heavy, Cop Land, Girl Interrupted ve Identity filmleriyle tanınan James Mangold’dur. Citizen Ruth, Beautiful Girls, Scream, Cop Land, Girl Interrupted, Identity filmlerinin de yapımcılığını üstlenmiş yapımcı Cathy Konrad ve The Stars Fell on Henrietta’nın yapımcısı James Keach, Johnny Cash ve June Carter ile ölümlerinden 7 yıl önceye dayanan sıkı bir dostluk ve çalışma arkadaşlığı sonunda bu filmi yapmaya karar verirler.

Sınırları Aşmak’da başrolleri Oscar ve Altın Küre adayı Joaquin Phoenix ile yine Altın Küre adayı Reese Witherspoon paylaşıyorlar. Phoenix ve Witherspoon filmdeki şarkıları canlı olarak kendileri seslendirmişler. Böylece Johnny ve June’un arasındaki aşkı seyirciye daha iyi aktarabileceklerine inandıkları için bunu tercih ettiklerini söylüyorlar.

Sınırları Aşmak, 1932 – 2003 yılları arasında yaşamış Amerikalı bir müzisyenin öfke, bağımlılığın verdiği yıkım, yıldız olmanın verdiği sorumluluklar ve kendini yeniden yaratış hikâyesini anlatıyor. John Cash’in döneme damgasını vurmuş, 1968 kuşağının unutulmaz şarkıları, “At Folsom Prison”, “Ring of Fire”, “Get Rhythm”, “Going to Memphis” ile filme adını veren “Walk the Line” eşlinde nefis bir biyografik film ile karşı karşıyayız. Arkansas’da henüz 12 yaşındayen annesinin ilâhilerini söyleyerek başladığı müzik yaşamına, kendi kendine öğrendiği gitarıyla besteler yaparak sürdüren Johnny Cash’in yaşamı, müzikleri eşliğinde son derece etkileyici bir şekilde sunuluyor.

Yönetmen ve Senarist James Mangold Cash için şunları söylüyor: “John’un sanat hayatının ve kişiliği hakkında daha çok şey öğrendikçe onun biyografisini filme çekme fikri bende daha da gelişti. Çünkü o zamanlar müzik yapmak demek duygularını insanlarla paylaşmak demekti… Müzik video kliplerden uzak, listeler ve parayla ilgili bir şey yoktu. Cash diğer müzisyenlere göre bu işe oldukça geç başlamıştı. Gitar çalmayı kendi kendine öğrenmiş ve müzik konusunda gerçekten cesareti oldukça az bir yorumcuydu. Kendisine müzik piyasasında yol açan hiç kimse olmadığını fark edince Memphis’e taşınmıştı. Fakat çok zeki bir adamdı ve kapağı ne yapıp edip Sun Records firmasına atmıştır. John zamanının tüm müzisyenlerinden çok farklı bir başlangıç yapıp diğerlerinden çok farklı bir gelişim izledi. Sahip olduğu inanılmaz yetenek sayesinde en dipten en tepeye yükselmeyi başarmıştır. O her zamanın en yetenekli şarkıcılarından biridir… Şarkıları benzersiz, kişisel ve ham birer cevherdir…”

(08 Şubat 2006)

Asya Çağlar

Dabbe

Prof. Dr. Ünsal Oskay, Çağdaş Fantazya, Popüler Kültür Açısından Bilim-kurgu ve Korku Sineması adlı kitabında, kişinin geçmişte yaşadığı korku ve endişeleri tekrar tekrar yaşama, böylece onları da yeniden yaşatma eğiliminden dolayı korku türünün izleyicide ilgi gördüğünü söyler.

Hollywood 1930’larda korku türünde birçok film çekmiş, 1970’lerden itibaren Şeytan, Jaws gibi gişe başarısı sağlamış korku türündeki filmlere imza atmıştır. Toplumsal kaygı, gerilimlerin dile getirildiği korku sinemasının 1970’lerden itibaren bir sıçrama yaptığını söyleyebiliriz. Her ülke kendi korku filmlerini üretmiş olmasına rağmen, korku filmlerinin temelinde, batı yaşamının mitleri, batıl inançları (büyücü, şeytan, kurt adam, vampir) vardır. Bilinçaltına seslenen bu türün temel özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz: Ortam karanlıktır, her filmde ölüm vardır (cinayet ya da intihar), korku ve şiddet öğeleri yoğun bir şekilde görülür, hemen hemen her sahnede kan görüntüsü vardır; müzik ve aniden duyulan sesler korku unsurunu arttırmaya yardımcı olurlar.

Son zamanlarda Türk sinemasında çekilen film sayısının arttığını söylesek de aynı artışı korku filmlerinde gördüğümüzü söylemek pek mümkün değil. Bu türde çekilmiş sadece iki filmden bahsedebiliyoruz: Yağmur Taylan – Durul Taylan’ın 2004’de çektiği Okul ile yine 2004 yapımı Orhan Oğuz’un Büyü filmi.

Kıyamet alâmetlerinin internet aracılığıyla yayılacağını söyleyen D@bbe, Japonya’da yılın sanatçısı ödülü alan Hasan Karacadağ’ın filmi; bu film bir üçlemenin ilki olma özelliğini de taşıyor. Japonya’da Sinema Yönetmenliği eğitimi alan Karacadağ’ın bu filminde Japon sinemasının görsel dilinin etkilerini görmek de mümkün. Bunu ayrıca D@bbe’nin Japon sanat yönetmenine de bağlayabiliriz. Türkiye ve Japonya’da birçok kısa film, belgesel film, TV filmi, TV dizisi yöneten, 50’den fazla uluslararası film festivaline katılıp ödüller alan Karacağ, Türkiye’de 1999 yılında Uluslararası İstanbul Film Festivali‘nde gösterilen Hummadruz adlı filmiyle tanındı. Bu filmle uluslararası birçok ödül de aldı.

Filmde en önemli korku öğesi internet’tir. Bilgisayarlar kendi kendilerine internete bağlanır. D@bbe, Tarık adında bir gencin, büyük bir ekmek bıçağını boğazına saplayarak vahşice kendisini öldürmesiyle başlar. Arkadaşları Hande, Sema, Cem ile polis, bu intiharın nedenini araştırırlar ama ellerinde Tarık’ın evinde çekilmiş bir video görüntüsü, ölümünden sonra ondan gelen bir e-mail ile bilgisayarından çıkan anlamsız harfler ve rakamlardan başka bir şey yoktur. İntiharlar artış gösterir ve Amerika’da da benzer şekilde intiharların olduğu haberi alınır. Tarık’ın intiharını araştıranlar da teker teker ölür.

Çekimleri İzmir Selçuk’da gerçekleştirilen D@bbe, adını, dört kutsal kitapta anlatılan ve Kur’an’da Dabbet-ül Arz olarak geçen kıyamet alametlerinden alıyor. Yönetmen Hasan Karacadağ’ın yorumuyla, kıyamete beş kala neler olacağını öngören film, dünyanın yok olacağını gösteren en büyük ve en son kanıtın İstanbul’da ortaya çıkacağı iddiasında.

D@bbe, Hollywood sinemasında işlenen Hıristiyan bazlı korku filmlerinden farklı olarak Kur’an’dan seçilmiş bir konu olması açıdan bir ilk olma özelliğini taşıyor. Ancak, senaryo ve konunun aksine oyunculuk ve diyaloglar aynı başarıyı maalesef gösteremiyorlar. Yeni yüzlerin kullanıldığı D@bbe’de bu iki sorun ilk yarıda yoğun bir şekilde hissedilirken, ikinci yarıda film kendini daha iyi ifade etmeyi başarıyor. Korku türünün tüm özelliklerinin kullanıldığı D@bbe’de yakalanan sarı tonda özel renk dokusu, etikeyiciliği arttırmış gibi görünüyor. D@bbe’yi her şeyden önce son yıllarda Türk filmlerindeki artış ve farklı bir türdeki örnek olması açısından olumlu bulduğumu da söylemek isterim.

(08 Şubat 2006)

Asya Çağlar