Geçtiğimiz günlerde sinema dergiciliğinde üçüncü yılını dolduran Modern Zamanlar, bahar aylarında özel bir konuğu ağırlamanın mutluluğunu yaşadı. Özel bir söyleşinin yanı sıra, dergi tarafından organize edilen ve Akdeniz Üniversitesi Radyo-Sinema-TV öğrencilerini kapsayan bir sohbet programına da konuk olan Rekin Teksoy, son olarak onuruna verilen bir yemeğe konuk oldu ve dergimizin sorularını içtenlikle yanıtladı.
“Rekin Teksoy’un Sinema Tarihi” üzerine…
Modern Zamanlar: Sayın Teksoy, Antalya’ya ve Modern Zamanlar’a hoşgeldiniz. Dilerseniz söze, “Rekin Teksoy’un Sinema Tarihi”nin yeni baskısından söz açarak başlayalım.
Rekin Teksoy: Tabii. Hatırlayacağınız gibi, ilk baskının üzerinden 5 yıl geçti. Yeni baskıya o günden bu yana olan gelişmeler, yeni çalışmalar eklendiği gibi, sonda yer alan kronoloji de 2008’in sonuna kadarki zaman dilimini kapsayacak biçimde genişletildi. Biliyorsunuz, sinema hızla eskiyor; bu kapsamdaki, ansiklopedik özellik taşıyan kitapların da yayını izleyen yeni filmler, yönetmenler, ödüller, teknolojik yenilikler, kayıplar vb. gelişmeler nedeniyle gözden geçirilmeleri güncelleştirilmeleri kaçınılmaz oluyor. Yeni baskıda bunu gerçekleştirme olanağı buldum. Ayrıca yeni baskının, Oğlak Yayınları tarafından çok daha özenli bir hale getirildiğini ve çalışmanın 2 cilt olarak okura ulaşma olanağına kavuştuğunu belirtmeliyim.
Modern Zamanlar: Gerçekten de, sinema yazınımızda eşi-benzeri olmayan bir çalışma…
Rekin Teksoy: Sonuçtan gerçekten memnunum. 1300 küsur sayfa, artı fotoğraflar… Türkiye’de bu kapsamda bir kaynak olmadığı gibi, övünerek söylüyorum, yabancı dillerde de yok.
Modern Zamanlar: Tam da bu noktada bir soru sormak gerekiyor. Gerçi çeşitli defalarda açıklamak durumunda kalmıştınız; ancak yeni baskı dolayısıyla yeniden gündeme getirelim. Söz konusu eserin adı: “Rekin Teksoy’un Sinema Tarihi” ve yanlış hatırlamıyorsak böyle bir tanımlama (dünyadaki örnekleri unutmadan) bizim yazınımızda hemen hiç yok. Neden böyle bir isme gerek duydunuz?
Rekin Teksoy: Biliyorsunuz, sinema çok geniş bir alan. Rastgele söylüyorum; çekilen yüz bin filmin belki beş-altı binini görme olanağı buldum, diğerlerini izleyemedim. Önceden internetin olmadığı da düşünülürse hiç bir sinema yazarı da görmemiştir. Dolayısıyla bu noktada bir seçim gündeme geliyor. Benim kaynağımda herhangi bir yönetmenin filmine yer vermem için, o yönetmenin benim dünya görüşümle bağdaşır olması gereklidir. ‘Rekin Teksoy’un’ demek, benim hayata bakış açıma uygun ve yatkın örnekleri bir araya getirmek anlamını taşır.
Modern Zamanlar: Diğer bir deyişle burada kişisel bir tarih oluşturma çabası diyebiliriz.
Rekin Teksoy: Elbette… Şimdi şöyle bir anlayış gelişti son zamanlarda: “Tarihçi tarafsız olmalıdır!” Bu tanımlamaya katılmıyorum. Bir sinema tarihçisi nasıl tarafsız olabilir? Seçtiği filmler onun yönünü, dünya görüşünü vurgular. Nitekim bir başka sinema yazarı, bu kapsamdaki bir kitabı hazırlarken başka örneklerden yola çıkabilir. Dolayısıyla bizde ya da sinema yazınında eksik olan, yazarın dünyasının ve görüşlerinin vurgulanmaması. Biliyorsunuz, kitabı Pasolini’nin Marilyn Monroe’nun intiharının ardından yazdığı ağıt – şiirle bitirdim; çünkü kapitalist sinema anlayışını teşhir eden bir şiirdir ve benim sinemaya ve dünyaya bakış açımı vurgulayacak niteliktedir.
Modern Zamanlar: Gayet iyi hatırlıyoruz Pasolini’nin şiirini. “Kadın” sayımızda sizin onayınızla yayınlamıştık.
Rekin Teksoy: Sonuçta kitap, benim görüşlerime uygun film örneklerini öne çıkarır. Türk sineması hakkındaki değerlendirmelerim ya da son dönem Amerikan sinemasına dair tespitlerim, örneğin “Yüzüklerin Efendisi” hakkındaki değerlendirmelerim genç eleştirmenleri çok şaşırttı. Kuşkusuz yönelttiğim eleştirilerde ‘onlar hiç bir şeyin farkında değil’ demiyorum; ama ben böyle düşünüyorum.
Modern Zamanlar: Sinema yazarının tarafsız olamayacağı düşüncenizi açmak adına, Rekin Teksoy’un neye taraf olduğu üzerine konuşalım dilerseniz.
Rekin Teksoy: Gençliğimden bu yana sosyalist fikirlerden yana oldum. Biliyorsunuz, 1960’larda bir ütopya gördük hepimiz; ülkede ve dünyada büyük dönüşümler olacağına, bambaşka bir dünya kurulacağına inandık. Bütün mücadelemiz ve heyecanımız buna göre şekillendi. Yalnız sinemaya değil, hayata ve insanlığa dair bakışımın altında bu dönemin izi büyüktür. Bu inançlarım bugün de değişmedi. Emek-sermaye çelişkisi ortadan kalkmadığı sürece de değişmeyecek. İzlediğim filmlerden okuduğum kitaplara ve yaptığım çevirilere kadar, belirleyici olan dünya görüşümdür. (Söyleşinin bu bölümünde, son olarak “Komünist Manifesto”yu çevirdiğinden söz eden Teksoy, henüz YÖN Dergisi kurulmadan önce, 40 kadar aydının öncülüğünde ve Doğan Avcıoğlu’nun Ankara temsilcisi olması plânlanan -çeşitli nedenlerden dolayı gerçekleşemeyen bir proje olan- haftalık haber dergisi “Olaylar”a dair bilgi veriyor.)
Modern Zamanlar: O halde sinemayla tanıştığınız ilk yıllara gidelim.
Rekin Teksoy: Ben Hukuk okudum. Sinemaya olan sevgim, kuşağımı oluşturan gençlerden farklı değildi; çünkü dönemin en önemli seyirliği sinemaydı. Sinemanın bir sanat olduğunu 50’lerde burslu olarak İtalya’ya gittiğimde öğrendim. Zaten çok sevdiğim sinemanın, İtalya’da başlıbaşına bir sanat dalı olduğunu, sinema kitapları ve dergileriyle karşılaşınca anladım. Bu arada, tesadüfen oturduğum semtte sinemacılar sokağının bulunması, hatta o sokağın sonunda bir sanat sinemasının yer alması merakımın artmasına neden oldu. Tabii Yeni Gerçekçilik akımının en popüler olduğu yıllardan söz ediyoruz. Örneğin Roma’da bir kahve vardı; Fellini’den De Sica’ya bir çok önemli yönetmenle karşılaşma olanağı buluyorduk. Bu ortamın da etkisiyle yönetmenlik okumaya heveslendim. Mussolini döneminde kurulan ünlü sinema okulu Centro Sperimmentale di Cinematografia’ya gitmek istedim. Üniversite mezunlarının kabûl edildiği yönetmenlik bölümüne aday olabilmek için adayın 20 dakikalık bir film çekmiş olması gerekiyordu. Böyle bir filmi o dönemde hazırlamak ne demekti biliyor musunuz? Pozitif, negatif… Binlerce lira, olacak iş değil… Söylemek istediğim, böyle bir girişimde de bulundum. Bir sürü sinema kitabıyla birlikte Türkiye’ye döndükten sonra Şükran Kurdakul’un Ataç Dergisi, sonra Yön, Sosyal Adalet gibi dergilerde sinema yazıları yazmaya başladım. Bu arada da Sami Şekeroğlu’nun Güzel Sanatlar Akademisi’nde kurduğu Klüp Sinema 7’deki gösterilere katıldım. Burada filmler gösteriliyor, tartışmalar yapılıyordu. Yanılmıyorsam bir Truffaut filminin ardından bir konuşma yaparken, salonun köşesinden bir seyirci söz aldı. Gür sesiyle farklı sorular soruyor, başka şeyler söylüyordu. Onat Kutlar’dı… Onat’la öyle tanıştık.
Modern Zamanlar: Doğal olarak bu tanışmanın süreci hızlandırdığını söyleyebiliriz.
Rekin Teksoy: Evet. Sinematek yılları, onun sinemaya olan büyük sevgisine tanık olmak, birlikte bir şeyler üretmek çok güzeldi.
Sinematek Serüveni
Modern Zamanlar: Sinematek yıllarından söz edelim biraz da…
Rekin Teksoy: Çok önemliydi Sinematek. Kapanana kadar yapması gereken her şeyi yaptı, yepyeni bir sinema kültürü yarattı. Bütün bir kuşak Sovyet filmlerinden, Polonya, Çek vb. filmlerinden habersizken, bir okul işlevi gördü Sinematek. Düşünün, film gelirdi, altyazısı falan yok, özetini yazar ve gelenlere dağıtırdık, öyle izlenirdi. Kimi zaman film gelmezdi, Onat çıkar “Arkadaşlar, yine Potemkin Zırhlısı’nı izleyeceğiz” derdi, seyirciler “Yine mi!” diye bağırır ama oturur bir daha izlerlerdi. Yani Sinematek, Türkiye’de sinemanın sanat olduğunu bilen, anlayan bir kuşak yetiştirdi. Sinematek olmasa bu başarılamazdı.
Modern Zamanlar: Kuşkusuz… Bu arada o dönemlerde bir sinema ansiklopedisi çalışmanız da olmuştu diye hatırlıyoruz.
Rekin Teksoy: Doğru. Arkın Kitabevi’nde yayın yönetmeniydim o yıllarda. Aralarında Cumhuriyet Ansiklopedisi’nin de olduğu çeşitli kaynak kitaplar hazırlıyorduk. Sonra sinemayla ilgili bir çalışma olanağı doğdu. Gerekli kaynaklara eriştik ve hazırlıklara koyulduk.
Modern Zamanlar: Bildiğimiz kadarıyla sinema yazınımızda bir başka ilkti bu…
Rekin Teksoy: Evet. 4 ciltten oluşacak, bir çeşit sinema tarihi çalışmasıydı. Nijat Özön ve Giovanni Scognamillo katkılarını esirgemediler. Renkli resimleriyle 80 fasikül olacak, haftalık yayınlanacak ve her sayının arkasında sinemacılar sözlüğü bulunacaktı. İlk sayımızın kapağında Jane Fonda, Barbarella pozuyla yer aldı. Tarık Dursun K. gördüğünde ‘muhteşem!’ diye nitelemişti. O sıralarda çıkarmakta olduğumuz Hayvanlar Ansiklopedisi 25 bin basıyordu, bunu da 20 bin basalım dedik ve ilk dört sayıyı böyle bastık. Yeterince tanıtım da yapmıştık Ne var ki satış rakamları çok kötüydü, ikinci ve üçüncü sayıda da böyle devam etti. 7 bin izleyici üyesi olan Sinematek’te ilk sayıdan yalnızca 3 adet satıldı. Baskı sayısını önce 10 bine sonra 3 bine düşürdük ve 40 fasikülde sonlandırma kararı aldık. Burada bir hata yaptım; Gangster sineması, Sovyet sineması, Siyasal sinema gibi bölümleri sona bıraktığım için okura ulaşması mümkün olmadı. Sonuçta çalışmayı Türk sineması ile ve Nijat Özön’ün Ulusal Sinemacıları hedef alan yazılarıyla ve aldığımız yeni kararlar çerçevesinde başarıyla bitirdik. Arkın Sinema Ansiklopedisi bugün de saygıyla hatırlanan, döneminin koşullarında benzersiz bir çalışma oldu, arşivlere girdi. Sırası gelmişken büyük yayıncı Ramazan Arkın’ı sevgi ve saygıyla anmak isterim.
Modern Zamanlar: Burada telâffuz edilen satış rakamları, ülkemizin entelektüel düzlemde nereye gittiğine ilişkin ipuçları da içeriyor. Bunu, sinemaya dair yayınların -son dönemdeki görece artışa karşın- sınırlı oluşu ve mevcut dergilerin satış oranlarını göz önünde bulundurarak ifade ediyoruz. Kuşkusuz o dönemi sinema tarihiyle ilişkilendirdiğimizde, son derece verimli ve dinamik bir sürecin söz konusu olduğunu görüyoruz.
İzninizle, Sinematek’e dönmek istiyoruz. Kuşağınıza ve o çevreye yönelik getirilen eleştirilerden önemli bir bölümü, Batı sinemalarına hayran olduğunuz ve Türk sinemasına gerekli ilgiyi göstermediğiniz düşüncesini içeriyor.
Rekin Teksoy: Bakın, biraz daha geriye gidelim. Türkiye’de hakkı teslim edilmeyen, hak etmediği denli eleştirilen bir sinemacı vardır: Muhsin Ertuğrul. Oysa sinemayı kuran kişidir o. Muhsin Bey olmasa Türkiye’de sinema bulunduğu noktanın çok gerisinde olurdu. Niye mi? Öncelikle o, İpekçi’leri film yapmaya ikna ediyor. O olmasa, sermaye başka birine güvenip film yaptırabilir miydi? Bu ülkede sinema etkinliğini kuran Muhsin Ertuğrul’dur. İyi film yapmıştır – kötü film yapmıştır, yetenekleri tartışılabilir ama göz ardı edilemez, bu anlamda heykeli dikilecek adamdır.
Sinematek’e gelirsek; (Bu bölümün girişinde dönemin sinema çevrelerinde yaşanan ayrışmaları ve nedenlerini, Halit Refiğ’i merkeze alır nitelikte sohbet ediyoruz.) Buradaki olay, Sinematek’in yahut Batı sinemasını öven sinema yazarlarının Türk sinemasını hor gördükleri iddiasına dayanmaktadır ve yanlıştır. Türk sineması adına ne iyi yapıldıysa, sinema yazarları onu değerlendirmiştir. Örneğin Yılmaz Güney. Hiç düşündünüz mü, Güney niçin Sinematek’ten çıkmazdı? Çünkü orada dünya sinemasını tanıdı. Ayrıca onu Batı’ya tanıtan da Sinematek, daha doğrusu Fransız Sinemateğinin kurucusu Henri Langlois oldu. Evet, Sinematek, Yeni Dalga filmlerini, Yeni Gerçekçilik ve Sovyet klâsiklerini tanıttı (Bu noktada Visconti’nin “Rocco ve Kardeşleri”nin ilk gösterimini, filmin altyazısız geldiğini ve Onat Kutlar’ın ricasıyla çevirmek zorunda kaldığını anlatıyor). Sonuç olarak, ortada tamamen dezenformasyon var. Sinematek’te sadece Batı sineması değil, Demirperde sineması da tanıtıldı, Hindistan sineması da… Örneğin “Aleksander Nevski”yi kim görmüştü Türkiye’de, “Toprak”ı, Polonya filmlerini? Yani bütün bunlar yapay bir tartışmadır ve burada Sinematek’in, sinema yazarlarının sadece olumlu yönleri vardır. Bu tespitin dışında, Yeşilçam, dönemin Türk sineması için bugünden söyleyebileceğim en önemli şey, o dönemde sektörün içinde bulunan insanların, yönetmenlerin sinemayı çok sevdiklerini, kendi ölçülerinde ciddi çalıştıklarını anlıyor olmam. Bilgilerinde, anlayışlarında sıkıntı olabilir; ama gerçek bu. Bu konuda haklarını teslim ediyorum.
Sinema ve Edebiyat
Modern Zamanlar: Dilerseniz şimdi de, sinemayla ilişkiniz bağlamında bir başka önemli durağa, “Sinema ve Edebiyat” projesine gelelim. Dile kolay, 601 haftalık bir televizyon programından söz ediyoruz.
Rekin Teksoy: Oldukça uzun bir zaman dilimine yayılan bir çalışmaydı, doğru. Daha önce İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Dekan olarak görev yapan Tayfun Akgüner’in TRT Genel Müdürü olduğu dönemde başladık ve her hafta bir ya da iki konukla gösterilecek filmi değerlendirerek sürdürdük. Başlangıçta TRT’ye programın kapsamına girecek 100 filmlik bir liste verdim; ama almadılar. Bu yüzden kurumun arşivini taramak durumunda kaldık.
Modern Zamanlar: Kuşkusuz muazzam bir arşiv sözkonusu.
Rekin Teksoy: Programın başlığı işimizi kolaylaştırıyordu; çünkü sinema tarihinde edebiyatla ilişkili sayılabilecek sayısız film söz konusu. Sonuçta çok verimli bir dönemdi ve sinemasever bir kuşağın yetişmesini, klâsikleri tanımasını sağladı diye düşünüyorum. İnternet gibi teknolojik gelişmelerin yaygın olmadığı bir dönemi kapsaması da önemini arttırıyordu.
Modern Zamanlar: Gerçekten de, bir çok klâsiği “Sinema ve Edebiyat” sayesinde tanıdık.
Rekin Teksoy: Resnais, Godard, Truffaut, Capra. Bir başka olumlu yanı da, nitelikli konuklarla filmleri tartışmamız oluyordu. Örneğin Capra’nın “Arsenik Kurbanları”nı gösterdiğimiz bölüme Münir Özkul ile Mücap Ofluoğlu gelmişti. Giovanni ile de programlar yaptık, sonra iki yıl kadar Raşit Çavaş ile…
Yeni Döneme Genel Bir Bakış…
Modern Zamanlar: Gerek Sinematek’e ve gerek de Yeni Sinema dergilerine genel anlamda baktığımızda, son derece meraklı bir kuşakla karşılaşıyoruz. Bir yandan sinemanın klâsiklerini inceleyen ve tartışan; diğer yandan politik sinemanın karşılığını bulmaya çalışan, -buna tezat gibi görünse de- özellikle Avrupa’yı saran Yeni Dalga’yı anlamaya çabalayan dinamik bir kuşak, aynı zamanda -50’lerdeki öncüleri göz ardı etmeden- ilk önemli eleştirmenler kuşağı. Aradan uzunca bir zaman geçti ve bugün yepyeni bir sinema yazarı / eleştirmen kuşağıyla karşı karşıyasınız. Gelişmeleri çok iyi takip ettiğinize tanıklık ederek bir tür kıyaslamaya girişmenizi rica etsek…
Rekin Teksoy: Benim aktif olarak içinde olduğum süreç, bu işin başlangıcıydı. Başlangıçlar daima daha heyecanlıdır, tatlıdır. O zamanlar Nijat Özön’den tutun, Halit Refiğ’lere, Metin Erksan’lara uzanan bir yazar kuşağı vardı. 15 – 16 yıl filmleri tanıtan ve oldukça etkileyici de olan -bugün adı ne yazık ki çokça anılmayan- Tuncan Okan vardı. Örneğin onun önerdiği filmlere gidenler, genellikle görüşlerine katılırdı. Şimdi bu kalmadı. Tabi bunun bir nedeni de filmlerin dallanıp budaklanması, daha soyut durumların ele alınabilmesi, yeni üslûpların ortaya çıkması. Bunun dışında, internet gibi son dönemde hızla yayılan bir alan var, internet üzerinden yayınlanan sinema dergileri var. Gerçi ben, teknolojiyi sevmeme rağmen, bir dergiyi elime almadan, görerek sayfalarını çevirmeyi sevmiyorum; ama bu çabayı çok takdir ediyorum.
Gazetelerdeki sinema eleştirisinin ise artık çok büyük ağırlık taşıdığını düşünmüyorum. Seyirci, örneğin bir yabancı filmi vizyona girmesinden bir gün sonra internette bulabiliyor. Ödül almışsa siz yazmadan önce hemen öğrenebiliyor. Önceden böyle bir olanak yoktu. Dolayısıyla 60’lardaki yahut 70’lerdeki eleştirmenin etkisinin azaldığını düşünüyorum.
Modern Zamanlar: Biraz da yeni dönem Türk sineması hakkında konuşalım mı?
Rekin Teksoy: Bu noktada bir kez daha teknolojiye dikkat çekmek gerekiyor sanırım. Bugün Roma’da, Paris’te, Hollywood’da nasıl film çekiliyorsa, bu olanaklar hemen hemen burada da var. Dolayısıyla bu durum sinemaya daha çok akıcılık getirdi; ama şu da beraberinde geldi: bir kere prodüktör kalmadı Türkiye’de. Böyle bir durum hiç bir yerde yok. Son prodüktör Kadri Yurdatap’tı, onu da kaybettik, başka da varsa hakkını yediğim, bilemiyorum. Şimdi prodüktör yönetmen oldu. Parayı bulan, filmi çeken o artık. Kalite açısından, sinema sanatının kuralları açısından şikâyet edilecek birşey yok. Şikâyet edilecek nokta, Türkiye’deki pazarın 70 filmi kaldıramayacak olması. Kimi filmlerde salonda 3 seyirci oluyor. Pek çok yerli filmin seyircisi 3 bin, 5 bin, bilemedin 10 bin düzeyinde. Sinemanın bir yanıyla ticari bir olay olduğunu, yatırılan paranın dönmesini beklemenin doğal karşılanması gerektiğini düşünüyorum. Bu dengeyi kurarak başarılı, sanatsal filmler yapan pek çok yönetmen var dünyada. Öyle sanıyorum ki bizde de bu gerçekleşecek.
Diğer yanda, popüler sinemaya baktığımızda, onun pek parlak olmayan bir çizgisinin gündemde olduğunu görüyoruz. Nasreddin Hoca’dan Aziz Nesin’lere, olağanüstü bir mizah geleneği olan bir ülkede şu ara mizah adına yapılan filmleri görmek insanı üzüyor.
Sonuç olarak hem seyredilebilir, hem de sinema sanatıyla bağdaşır ürünler koymak gerekiyor ortaya. Kuşkusuz büyük sinemacılar her dönemde ortaya çıkmaz. Türk sinemasında da saygı gören, örnek gösterilen sinemacılar yeri geldiğinde ortaya çıkacaktır hatta çıkıyorlar da. (Sürü ve Umut’un Paris’teki ilk gösterimlerini, Langlois’nın coşkusunu anlatıyor.)
Modern Zamanlar: Çok keyifli, kimi zaman eğitici ve öğretici, kimi zaman da nostaljik bir sohbet oldu. Daha sözünü edemediğimiz o kadar çok konu var ki. Okuyucuyu bir süredir hazırlıklarını sürdürdüğünüzü bildiğimiz projeniz hakkında bilgilendirerek noktalayalım. Söyleşi ve Modern Zamanlar’a katkılarınızdan dolayı içtenlikle teşekkür ediyoruz.
Rekin Teksoy: Sinema Kavramları ve Terimleri Ansiklopedik Sözlüğü’nün hazırlıklarını sürdürüyorum. Şu sıralar araya giren sağlık sorunları nedeniyle bir yavaşlama oldu; ama yakın bir gelecekte tamamlayacağımı sanıyorum.
(10 Ağustos 2010)
Tuncer Çetinkaya
Not: Söyleşinin tamamını Modern Zamanlar Sinema Dergisi’nin YAZ 2010 sayısında bulabilirsiniz. Fotoğraflar için Selim Tanrıverdi’ye teşekkür ederiz.