Atilla Dorsay’dan Mistikler Diyarı Hindistan Fotoğrafları

Duayen sinema yazarı Atilla Dorsay fotoğraf sanatına düşkünlüğü ile de tanınıyor. Dorsay geçtiğimiz aylarda ziyaret ettiği Hindistan’da çektiği fotoğrafları Mistikler Diyarı Hindistan başlığı altında “Aytar Cad, Başlık Sok, No: 1, Nisbetiye, Beşiktaş, İstanbul” adresindeki Beşiktaş Sanat Galerisi’nde okur ve sevenlerine sunuyor. Sergi 05 Kasım – 05 Aralık 2009 tarihleri arasında, Pazar günleri hariç her gün 11:00 – 19:00 saatleri arasında gezilebiliyor.

  • Yüksek çözünürlüklü görsele haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Atilla Dorsay’dan Mistikler Diyarı Hindistan Fotoğrafları yazısına devam et
  • Nisi Masa Türkiye, Nisimazine Artvin Film Gazeteciliği Atölyesi Düzenliyor

    NISI MASA Türkiye, bu yıl 11 – 16 Aralık 2009 tarihleri arasında, Artvin’de 15. Gezici Festival ile işbirliği içinde Nisimazine Artvin Film Gazeteciliği Atölyesi düzenliyor. Atölye amatör film yazarlarını ve foto muhabirlerini bir araya getirerek Gezici Festival boyunca birlikte üretmelerini sağlayacak. NISI MASA Avrupa Gençlik Sinema Ağı’nın Türkiye ayağı olan NISI MASA Türkiye; NISI MASA’nın 2006 yılından bu yana Cannes, Amsterdam, Rio, Lima, Torino, Tahran, Helsinki, Alba gibi Avrupada ve dünyanın birçok şehrinde düzenlenen festivallerde gerçekleştirdiği uluslararası film gazeteciliği atölyelerinin benzerini bir kez daha ulusal platformda gerçekleştirecek.

  • Basın Bülteni
  • Başvuru Formu
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Sinema Salonlarında ‘Sinemayı Katleden’ Adamlar

    “Sinema makinistliği”; ülkemizde -tıpkı “taksi şoförlüğü” gibi- herhangi bir okulu, kursu, disipline edilmiş eğitimi bulunmayan, bütünüyle “saldım çayıra, mevlâm kayıra” karadüzeni içinde ilerleyen başıboş bir meslek grubu…

    Çocukluk ya da gençlik yıllarınızda kıdemli bir makinistin eteğinin dibine çöküyorsunuz, o kişi keyfi geldiği zamanlarda size işin inceliklerinin her ne kadarını öğrettiyse bütün bilgi birikiminiz de bundan ibaret oluyor. Eğer sinemayı gözükara bir aşkla seven, kendisini mesleğiyle ilgili olarak sürekli geliştirmeye çalışan inatçı biri değilseniz, hayatın dalgaları sizi makine dairesine rastgele sürüklemişse, o durumda zâtınızın ellerinden (ve teknik bilgisinden) film izlemeye gelenlerin de vay haline!

    Türk sinema işletmeciliği tarihine geçmiş çok ünlü bir olay vardır. Efsanevî Amerikalı yönetmen Stanley Kubrick, 1975 yapımı “Barry Lyndon” filminin küresel ölçekte gösterime girmesinden hemen önce dünyanın pek çok ülkesine, bu arada da Türkiye’ye “film gösterim standartlarını denetlemesi için” özel temsilcilerini gönderir. Elemanlar ülkemize geldiklerinde “en iyi” sayılan bir kaç sinemaya gider ve gördükleri karşısında dumur olurlar. Filmin çekim ölçeklerine uymayan yanlış objektif kullanımları, perdedeki görüntülerde (eski moda kömürlü makinelerden kaynaklanan) âni ışık düşmeleri, bazen onlarca saniye süren zifiri karanlıklar, bir türlü tam keskinlik elde edilmeyen flû gösterimler ve nihayet filmin bitiş jeneriklerini asla oynatmayan, daha ilk yazı perdenin üzerine düşer düşmez projeksiyon cihazını -hastalıklı bir inatla- kapatan “emeğe saygısız” makinistler…

    Kubrick’in adamları ABD’ye döndüklerinde, titizliğiyle tanınan bu yönetmene pek çok Ortadoğu ülkesindeki film gösterim koşullarıyla ilgili olumsuz rapor verirler ki kara listeye alınan ülkeler arasında Türkiye de vardır.

    Sırf bu nedenle, ülkemizin sinema salonlarında 1970’lerin ortalarından 1996 yılına kadar bir tek Stanley Kubrick filmi bile oynatılamamıştır. Ne zamanki Warner Bros şirketi Türkiye’ye gelip bizim “ezik” salonlara baştan aşağıya çeki düzen verdi; Kubrick’ten de ancak ondan sonra “Full Metal Jacket” adlı kült filminin Türkiye gösterimine (dünyanın batısında gösterime girişinden yaklaşık 9 yıl sonra) izin çıktı.

    Adını sinema tarihine altın harflerle kazımış olan bu büyük usta sonuna kadar haklıydı elbette… “Barry Lyndon” gibi ön hazırlığı 3-4 yıl süren, hiç yapay ışık kaynağı kullanılmamış, yalnızca güneş ve mum ışığı aydınlatmasıyla çekilmiş (ki Kubrick bu projesi için Zeiss şirketine film yapımında ilk kez kullanılan özel lensler ısmarlamıştı) bir başyapıt ortaya koyacaksın; sonra da böyle bir görsel harikayı makine dairesinin bir köşesinde oturup köydeki yavuklusunu düşünen, teybinden “Batsın bu dünya” dinlerken perdedeki görüntünün ışık düzeyini falan unutup giden bilgi fukarası Türk mecnunlarının insafına bırakacaksın!

    1987 yılında, o dönemin Çemberlitaş-Şafak sinemasında Tony Scott’un “Top Gun”ını izlerken, (İngiliz olduğunu sandığım) iki turistin, salonun ve projeksiyonun sefaletine bakarak, devre arasında “Disguisting!” (İğrenç!) nidaları eşliğinde sinemayı terk ettiklerine tanık olmuştum ki bugün bile o ânı hatırladığımda bir sinemasever olarak kendi kendime utanırım. Perdede öylesine soluk bir projeksiyon vardı ki Scott’un o güzelim jet uçağı manevralarını doğru düzgün görememiştik bile. Söz konusu filmi ancak yıllar sonra DVD’den izlediğimde yönetmenin hakkını teslim edebildim.

    Hele de sinema salonlarımızdaki şu “bitiş jeneriklerini göstermeme” hastalığı tam anlamıyla evlere şenliktir. Film biter, jeneriği oluşturan son bir kaç dakikalık kısım da (teknik bir zorunluluktan dolayı) zaten cihazın içinden geçmek zorundadır. Fakat, gelin görün ki tepedeki karanlık odada oturan gizemli şahıs bu bölümü izlememize asla izin vermez! Sanki o yazılarda sülâlesine hakaretler sıralanıyormuş gibi derhal ışığı kapatır ve bitiş jeneriği cihazın içinden biz göremeden akıp gider. Oysa, o jeneriklerde gerçek sinema meraklıları için yığınla ekstra bilgi gömülüdür. Ki benim de geçmişte sırf oralarda yakaladığım ilginç bilgiler ve bağlantılardan hareketle yazdığım gayet derinlikli inceleme-araştırmalarım olmuştur.

    Yıllardır aylık maaşımın en az dörtte birini “sinema”ya harcıyorum; fakat Türkiye’deki bütün sinema salonu işletmecileri şunu çok iyi bilsinler ki bunu son derece gönülsüz bir biçimde yapmaktayım. Çünkü, sinema optiği ve mekaniği konusunda uzman bir adam olarak (evimde 9 yaşından beri sinema makinem var ve şu anda da 5 tane 8 mm, 3 tane 16 mm oynatıcıya sahibim), “sinemayı sinemada izleme” yönünde harcadığım o kadar para ve zamanın karşılığını muhataplarımdan kesinlikle alamıyorum!

    Yıllardır, bir-iki istisna hariç, İstanbul’daki sinema salonların tamamına yakınında üste para vererek aynı rezilliği yaşamaktan artık resmen gına getirmiş durumdayım. Yaklaşık bir buçuk ay önce Çağan Irmak’ın “Karanlıktakiler”ini Beyoğlu Atlas Sineması’nda yarısı flû bir projeksiyonla izledim; ki bu salonun projeksiyon-perde açısında çok belirgin bir hesap hatası vardır. Arada gittiğim bir sürü irili-ufaklı filmde de aynı şeyleri bolca yaşadıktan sonra, nihayet geçen cuma akşamı Mecidiyeköy-Profilo AFM Sinemaları’nda “Yasak Bölge 9”u iki saat boyunca altı net-üstü flû bir projeksiyonla izlemek zorunda kalınca, artık dayanamayıp, salonun yetkilisine “Film oynatırken arada sırada şu perdeye bir göz atın Allah aşkına!” diye çıkıştım. Çünkü, 12 TL bilet bedeli ödeyerek izlediğim o film boyunca, sözünü ettiğim netlik sorunu yüzünden gözlerimden yaşlar süzülüp durmuştu.

    Bir de sinema işletmecilerine “Filmi yanlış oynatıyorsunuz” diye başvurduğumda, bunların pek çoğunun kibirli tavırlar sergilediğine tanık olmuşumdur. Hayatta bir tek kendilerinin film gösteriminden anladıklarını düşünür, bu konuda herhangi bir şikayette bulunan müşterilerine söylediğinin aslını astarını araştırma gereğini duymadan fütursuzca posta koyarlar. Beyoğlu’nun “meşhur” Emek Sineması’nın -şimdi artık hayatta olmayan- müdürüyle de böyle bir tartışmam olmuştu yıllar önce… İstanbul’un bu anlı şanlı, “festivallere ev sahipliği yapan” salonunda projeksiyon öteden beri hep sorunludur. “Örümcek Adam-2”yi izlediğim bir gün müdür beyin odasına girip “Üstad, şu makinistinizi bir uyarsanız da filmi biraz daha netleştirse” dediğimde, “Bizim sinemamızda asla netlik hatası olmaz. Siz gereksiz yere sorun çıkarıyorsunuz!” gibi bodoslama bir karşılık vermişti. Ben de işi inada bindirip makinisti odaya çağırttığımda, gelen görevli “Ağabey, müşterimiz doğru söylüyor, perdedeki eğim yanlış… Ben görüntünün alt kısmını netliyorum, bu sefer de üst kısım bozuluyor. Perdenin eğimini en kısa zamanda düzelttirmemiz lâzım” diyerek rahmetliyi fena hâlde bozguna uğratmıştı. Ancak iyi de olmuştu, çünkü benim gibi o makineleri evinde parçalayıp tekrar toplayan bir adama konulabilecek en yanlış postaydı bu…

    Velhasıl, bu memleketin taksiciliğindeki manzara her nasılsa, sinema işletmeciliğindeki manzara da onun tıpatıp aynısı… Taksi işletmecileri, şoförlere yönelik gasp ve cinayet olaylarına, polis kabalıklarına, sosyal güvence yoksunluğuna ve korsan araçlara karşı zaman zaman gösteriler yapıp toplumdan (ve devletten) merhamet talep ediyorlar. Fakat, bugün kadar müşterilerine revâ gördükleri davranışlar o kadar kötü, o kadar çirkin ki hiç kimse onlara (aslında hak ettikleri) bu merhameti sergilemeye yanaşmıyor. Çünkü, insanları kısa mesafelerde ve yağmurlu havalarda almamaktan kadın yolcularına sarkıntılık etmeye, araçlarının içini pavyon gibi donatmaktan turistleri iki adımlık adresler için saatlerce dolaştırmaya kadar aklınıza gelebilecek hemen her konuda pek çoğunun dehşet verici bir sabıka dosyaları var.

    İşte, sinema salonları da tamamen bu görünümdeler… İzleyiciye “Ey millet, film sinemada izlenir. Bırakın korsan izlemeyi, gelin salonlarımıza” diye yalvarıp duruyorlar, fakat salonlara gelenlere sundukları hizmet kalitesi ise taksicilerden farksız…

    40 yıllık bir sinemasever ve 20 küsur yıllık bir sinema yazarı olarak;

    -Gişelerde mahkeme duvarı suratlı adam ve kadınlar değil, yüzü gülen görevliler görmek istiyorum…

    -Perdede ilk karesinden son karesine kadar “net” film izlemek istiyorum…

    -Filmlerin bitiş jeneriklerini son karesine kadar rahatça oturup izleyebilmek istiyorum…

    “Dolby Digital” ses sistemi olan bir salonda o ses derinliğini doğru düzgün duymak istiyorum…

    -Tuvaletlere ya da adına “teşrifatçı” denilen o lüzumsuz insan grubuna para vermek, bir şişe meşrubatı dışarı fiyatının 5-6 katına içmek istemiyorum…

    -Ve nihayet, medyada ve gişelerde ilân edilen seans saatine bakarak girdiğim bir filmden önce, ilk yarım saat boyunca (kimileri yanımdaki küçük çocuklarımın algı düzeyine uygun olmayan, bazen de beni ve eşimi düpedüz utandıran) ağır alkollü içki ve prezervatif içerikli düzinelerce reklâm filmi izlemek istemiyorum…

    Mecbur muyum kardeşim bir kadının histerik iniltilerini ilkokul çağındaki çoluk-çocuğumla yan yana izlemeye! Bana televizyondaki “zap yapma” hakkımı, dünyanın parası ve zamanını harcayarak gittiğim bir sinema salonunda neden tanımıyorsunuz?

    Reklâm sizin vazgeçilmez bir ekonomik gereklilikse, o halde bitmez tükenmez reklâm kuşaklarınızla (keyifle izlemek üzere para ödediğim) asıl filmin başlaması arasındaki süreyi salonların girişindeki panolarda daha belirgin bir biçimde duyurun müşterilerinize…

    Seyircilerinizin istekleri net olarak anlaşıldı mı bayanlar, baylar?

    Sinema salonlarındaki -istisnasız her müşterinin şikayetçi olduğu- bu gibi kronik sorunları halletmediğiniz sürece, “korsan sinema” karşısında kan kaybetmeyi sürdüreceksiniz.

    İşin kötü tarafı, hiç kimse de batışınıza acımayacak.

    Tıpkı taksi şoförlerine acımadıkları gibi…

    (09 Kasım 2009)

    Ali Murat Güven
    Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü

    [email protected]

    Rina’nın Afişi Hazırlandı

    Şenol Sönmez’in yönettiği ve Paşhan Yılmazel, Eray Türk, Çağlar Çorumlu ile Merve Sevi’nin oynadığı Rina’nın afişi hazırlandı.
    18 Aralık 2009′da Özen Film tarafından vizyona çıkarılacak olan filmde Rina, ada ve insanın yalnızlığının benzeşmesinden doğan bir metafor. Filmde hayallerimize ulaşmak için yaşadığımız sürece neler yaptığımız sorgulanıyor. Hayatta birçok maddi şeye sahip olabiliriz ama sonuca baktığımızda koca bir hayatı geride bırakmışızdır ve hayallerimizi gerçekleştirememişizdir. Rina, insanların hayalleri için yaptığı fedakârlıkları sorguluyor.

    Amerika “Kara Köpekler Havlarken”i Sevdi

    Amerika’da daha önce Seattle ve Wine Country Film Festivalleri’nde yarışmış olan Kara Köpekler Havlarken, 12 – 22 Kasım tarihleri arası düzenlenen 32. Denver Starz Film Festivali’ne de davet edildi. Amerika’nın bağımsız yapımları öne çıkartan festivallerinden olan 32. Denver Starz Film Festivali 2009 yılı seçkisi içerisinde dünya sinemasında ses getirmiş yapımları bir araya topluyor. Kara Köpekler Havlarken, Kasım ayında Denver’in yanı sıra Amerika’da Milwaukee, Madison da da gösterilecek.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Kemal Demirel’i Kaybettik

    Sinemamızın senaristlerinden, yazar Kemal Demirel vefat etti. Metin Erksan’ın yönettiği ünlü klâsik filmimiz Sevmek Zamanı’nın senaryosuna Erksan’la birlikte imza atan Kemal Demirel’in, Itri adlı TV dizisinin senaryosunda da imzası var. Tunç Başaran’ın yönettiği Piano Piano Bacaksız ve Yücel Uçanoğlu’nun yönettiği Sev Beni adlı filmlere de eser sahibi olarak katkıda bulunan Demirel’in cenazesi bugün (01 Kasım Pazar) Zincirlikuyu Camii’nde kılınacak ikindi namazını müteakip Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedilecek. Merhuma tanrıdan rahmet, kederli ailesine sabırlar dileriz.

  • Kemal Demirel hakkında bilgi için tıklayınız.
  • Fotoğrafa haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Kemal Demirel’i Kaybettik yazısına devam et
  • Bornova Bornova

    İnan Temelkuran’ın yönettiği ve Öner Erkan, Kadir Çermik, Damla Sönmez ile Erkan Bektaş’ın oynadığı Bornova Bornova, 13 Kasım 2009’da Tiglon Film dağıtımıyla Temelkuran Film ve Müzik tarafından vizyona çıkarıldı.
    Kahvelerde, bakkal önlerinde vakit öldürenler, evlenmeyi bekleyen genç kızlar. Hepsinin hayattan haklı istekleri var. “İşim olsun, evleneyim, çocuk sahibi olayım, emekli olup torunlarıma bakıp öleyim, gerisi detay” diyen insanlar. Bu insanların durağan hayatlarına bir bakış, biraz ezberimizi bozmak için. Yargılamaktan ziyade düşündürmek isteyen bir film, hayatın tam ortasından.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • sadibey.com yazarlarının eleştirileri, diğer haber ve basın bültenlerine haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Bornova Bornova yazısına devam et
  • Taşrada Girdap Büyüyor

    Sanırım bir galada film izlemekten daha fena bir şey yok… Kokteyl zamanı olan kalabalık ve felâket gürültü bir nebze çekiliyor da, film başladıktan sonra da devam etmesi çekilir dert değil… Yine de haksızlık etmeyeyim, her seferinde yaşadığım bir şey değildi, İncir Çekirdeği filminin galasında başımıza gelenler…

    Filmin vaad edilen saatte başlamaması zaten alışılmış bir durum ama film boyunca salonda gezinen insanlara pek alışık değildim şahsen… Salonun kapısı bir türlü kapanmak bilmedi. İnsanlar içeri girip, dışarı çıkmaktan yorulmadı. Amaç neyse, onu da çözemedim… Sanki kocaman kocaman kadın ve erkeklere değil de, ilköğretim öğrencilerine bir gösterim yapılıyor gibiydi. En fenası da, tam da benim oturduğum sırada bir adamın horul horul uyuması oldu. Hem de ne horlama, bütün salon inledi… Üstelik bir türlü de dışarı çıkarılmadı. Filmin yönetmenine, oyuncularına, ekibine ve aklı sadece sessiz bir şekilde filmi izlemek isteyen izleyicilere ne büyük bir işkence, nasıl büyük bir ayıp siz düşünün…

    Bir de ben, bir film ne kadar kötü olursa olsun -ya da bu filmde olduğu gibi şartlar kötü olsun- asla salonu terk edemem. Bir şekilde sonuna kadar izlerim. Tüm bu olanlar beni filmden haliyle kopardı. Yine de filmi sonuna kadar izledim. Bu yüzden filmle ilgili sağlıklı bir eleştiri yapabileceğimi sanmıyorum. Filmden kötü çıkmamın sebebinin film kötülüğü değil, ortamın kötülüğü olarak görüyorum. Ancak yine de çok da beklediğim gibi bir filme karışlaştığımı söylemeyeceğim.

    Taşra hayatı, son yıllarda özellikle genç yönetmenlerin eğildiği konularda başı çekiyor. Seyfi Teoman’ın Silifkeli bir ailenin girdabını anlattığı Tatil Kitabı; Mardin’deki kadın intiharlarınının gerçek yüzünü gösteren Mehmet Güleryüz’ün Havar’ı ve Murat Düzgünoğlu imzalı Hayatın Tuzu taşrayı anlatan başarılı yapımlardan…

    Tüm bunların yanında İncir Çekirdeği’nin zayıf kaldığını düşünüyorum… Özgü Namal ve diğer oyuncular rollerinin hakkını veriyordu ancak salt iyi oyunculuk filmi kurtarmıyor.

    Özellikle de bir filmde bir çocuğun da ağırlığı varsa, birçok mesaj onun aracılığıyla veriliyorsa, -küçük kızın kadınlar ile ilgili söylediği sözler özelliklle- role daha uygun bir çocuk seçilmesi daha inandırıcı olurdu diye düşünüyorum. Küçük kızın ezberden okuduğu replikler beni bir türlü içine alamadı.

    Nihayetinde derdi ve tasası itibariyle önemli bir konuyu ele alıyor İncir Çekirdeği… Yönetmen Selda Çiçek’in ileride çok daha güçlü filmler yapacağını umuyorum…

    (08 Kasım 2009)

    Gizem Ertürk

    Manastır Doğum Yerim

    Balkan ülkelerinde ‘Bitola’ (Manastır) isimli şarkıyla özdeşleşen Hayri Demirovski’nin yaşam öyküsü ve bu şarkının etrafında gelişen olaylar bir belgesel filme konu oluyor. Demirovski’nin gençlik yıllarında iş bulmak amacıyla Manastır’dan ayrılışı sırasında bestelediği ‘Bitola, Moj Roden Kraj’ (Manastır Doğum Yerim) parçası, Manastır Radyosu’nun 50. yıl kutlamaları çerçevesinde yapılan bir oylamada yüzyılın şarkısı olarak seçildi. Makedonca’nın dışında Türkçe olarak da söylenen bu şarkı tüm Avrupa’da Manastır’la birlikte anılır hale geldi.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Sol Video, Video Aktivizm Atölyesi Başlıyor

    Sol Video, Video Aktivizm Atölyesi, Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde başlıyor. Atölye, sesi duyulmayanın sesi olmak, videoyu, ezene, sömürene karşı kullanmak için bilinenlerin paylaşılması amacıyla 08 Kasım’da başlayacak ve 4 hafta sürecek.
    Mustafa Kenan Aybastı ve Mustafa Temiztaş tarafından her hafta Pazar günleri 11:00 – 16:00 saatleri arasında yürütülecek olan atölye çalışmalarına deneyim aktarımı için zaman zaman konuklar da katılacak.
    Katılımın ücretsiz olduğu atölye çalışmaları gerektiğinde stüdyo ziyareti, sokak çekimi gibi etkinliklerle desteklenecek.

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü afişe haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Sol Video, Video Aktivizm Atölyesi Başlıyor yazısına devam et
  • Kasım Ayının İlk Haftası Star TV’de Maç ve Film Haftası

    Türkiye’nin ilk özel televizyonu Star TV, Kasım ayının ilk haftasında da dolu dolu bir yayın programıyla izleyicilerinin karşısına çıkıyor.
    01 – 08 Kasım tarihlerinde 8 adet yabancı filmi izleyicilerinin beğenisine sunan Star TV, film tutkunlarına görsel bir ziyafet yaşatıyor.
    Star TV Kasım ayının ilk haftasında Batman Başlıyor (Batman Begins), Görünmez Hedef (Invisible Target), Eve Dönüş (Home of the Brave), Öfke (Chocolate), Afili Aynasızlar (Starky & Hutch), Korkunç Bir Film 4 (Scary Movie 4), Acemi Ortak (Hollywood Homicide) ve Transformers filmlerini ekrana taşıyor.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Sinema Şenlik (midir?)

    Sinema Bir Şenliktir, yanılmıyorsam Onat Kutlar’ın sinema anılarını / yazılarını topladığı bir kitabının adı idi. Yılların sinemacısı Memduh Ün’ün ise sinemaya veda filmi olacaktı, oldu da, ama -her zaman, her dem galip gelen yaşam- sinemamızın bu kendine has yönetmenini, cilveleri ile setlerden uzaklaştırıverdi; filmi, bir çok filminde yardımcılığını ve yeri geldiğinde ufak rollede oyunculuğunu yapan asistanı Tunç Başaran’ın tamamlamasına neden oldu. Sinema Bir Mucizedir filmini yeni seyrettim (TV’de). Sinemamızda, sinema üzerine yapılan -sırf sinema da değil- ender filmlerdendir. Charlie Chaplin’in son filmi A Countess from Hong Kong (1967) filmi için bir eleştirmen “Gidin görün hiçbir şey değilse bile, bir Chaplin filmi değişti” (aşağı yukarı) demişti. Evet Sinema Bir Mucizedir içinde aynı şey söylenebilir: “Gidin görün, hiçbir şey değilse bile bir Ün (+Başaran) filmi.” (ÜN’ün her filminin başarılı olduğunu söylemiyorum ama, Ün, sinemamızın temel taşlarından birisidir.)

    Ben film hakkında yazmayacağım zaten. Filmde kullanılan filmlerden -bazıları- hakkında yazacağım. Film 1950 seçimlerinin hemen arifesinde geçiyor. Güney Anadolu’nun bir ilçesi ve ilçenin tek sineması, eski bir İstiklâl Savaşı gazisi sinemacı Nakip Ali ve sinema tutkunu bir çocuk (Ümit)… Film gösterim odasında (makine dairesi), gösterimciye (makinist) yardım ediyor, gösterilen fimlerden parçaları topluyor, eline fırsat geçince makinistten -filmlerin istediği yerlerinden parçaları- tehdit ile alıyor, mahallesinin çocuklarını bedava sinemaya -patrondan izin alarak- sokuyor… Film, Rita Hayworth fotoğrafı ile açılıyor, Gilda (Charles Vidor / 1946) filminden. Sonra Stagecoach (John Ford – 1939 – Cehennemden Dönüş) filminden hareketli sahneler ve buna bağlanmış farklı filmlerden -Errol Flynn, Lorel/Hardy ikilisi,Tarzan örneğin- görüntüler ile devam ediyor. Gilda’dan Hayworth’un şarkı söylediği ve Glenn Ford tarafından tokatlandığı -birbirinden ünlü- sahneler var. Onu Ben Öldürdüm (Dr. Alyanak / 1952) sinemada gösterime giriyor ve de filmde de yer alıyor, seyirciyi ağlatıyor, -daha sonra- Nimet Alp’in kısacık bir dans sahnesi var.

    Filmde iki ayrıtı var, makinistten topladığı filmleri bir kutu içinde biriktirir Ümit, (Bir bindirme ile geçişli sahnede, giderek biriken filmlerin arttığını görürüz.) Finalde yaralı Nakip Ali’nin yanından ayrılan Ümit koşarak sinemaya gelir ve topladığı parçaları -birleştirmiştir- göstericiye takarak perdeye yansıtır ve onlardan, yardıma gelerek Nakip Ali’yi kurtarmalarını ister… Birleştirdiği bu filmlerin içinde Stagecoach filminden bir sahne hem başta, hem sonra kullanılmıştır. Bu başka iki ayrı parça mıdır -(aynı sekansın ana filmden iki kere çıkarılması?)-, yoksa Ümit elindeki parçayı ikiye mi bölmüştür. Stagecoach 1939 yapımıdır, o yıllarda filmler üç-dört yıl geçikme ile gelirdi ülkemize ama Sinema Bir Mucizedir ’50’li yılların başında geçiyor, nereden bakılırsa on yılı aşkın bir süre, ama o yıllarda bunu çok garip bulmamak lâzım. (’60’lı yıllarda bir Cumhuriyet Bayramında Tokat’ta Ali Sabri, deposundan çıkardığı -nasıl girmiş ve kalmıştır oraya?- Ali Sabri Sineması’nda 1945 yapımı Köroğlu (Refik Kemal Arduman – Mümtaz Ener) filmini çıkarıp göstermişti.) Nakip Ali Sineması’nda oynayan Onu Ben Öldürdüm’de 1952 yapımı olmasına rağmen İstanbul’da 01.01.1953 tarihinde vizyona girmiş, (Agâh Özgüç, Türk Filmleri Sözlüğü, Cilt 1, Sahife 79) Nakip Ali Sineması’na ulaşması daha sonralarda olmalı. O filmden de bir alıntı var ve film gösterime girdikten sonra, “ağlamaklı” olan finali seyirci isteği üzerine değiştiriliyor. Sırf Ümit değil film parçalarını birleştiren, sinemanın makinisti de, filmlerden dansöz sahnelerini kesip birleştirdikten sonra “kendine” oynatırken Ümit’e yakalanıyor. Bu bölümde kısacık Nimet Alp -zamanlama doğru- var, diğerini, çıkaramadım… Birleştirilen -filmde yer alan- iki dans sahnesi var, farklı filmlerden, -müzik var mı idi ve aynı mı? idi!?.

    Giuseppe Tornatore’nin bir filmi var: Nuovo Cinema Parasido. İtalya’nın taşrasında bir sinema, sinemanın makinisti ve bir çocuk… Çocukluğun insanı yönlendirdiği günler… Çocuk günü gelince, kasabayı terk eder, gider ünlü bir yönetmen olur, bir gün makinistin öldüğü haberini alır ve kasabasına döner. Cenaze töreninden sonra, kendisine makinistin bıraktığı bir film kutusu verirler. Dönüp, krallığına (sinemasına) gelir ve kutuyu verip göstermelerini ister. Film, yıllar önce makinistin gösterdiği filmlerden kestiği ve birbirine eklediği “öpüşme sahneleri”nden ibarettir… Tabii Sinema Bir Mucizedir’de makinistin yaptığı dansöz klibi, (sadece 2 dansöz?) yıllar sonra çocuğa verilecek bir miras değildir. Zaten çocukta -en azından filmde- büyümez. Tornatore’nin filminde bir tane, Ün(Başaran)’ün filminde iki tane, film parçalarından oluşturulmuş, tamamen farklı amaçlarla oluşturulmuş üç tane kurgu film… Ün, filmde kullanılan yabancı filmlerin (Ümit de bunların kurgusunu yapıyor, sonunda) “kısa ve anlamsız” kullanıldığını söylüyor, (Memduh Ün Filmlerini Anlatıyor, Sahife 404) katılmamak elde değil…

    (07 Kasım 2009)

    Orhan Ünser

    Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu