Gülsen Tuncer ile Diziler Üzerine: Reklamsız Tek Kare Yok!

Sayın Tuncer, uzunca bir dönemdir dizi sektöründe bulunuyorsunuz ve çeşitli dönemlerde sektörün sorunlarını dile getirme olanağı buldunuz. Genel başlıklar halinde bu sorunları sıralayabilir misiniz?

Dizi sektörünün içinde olduğu en önemli sorun, ağır çalışma koşulları. Bölümlerin 90 dakika çekilmesi de bunun başlıca nedeni. Normalde 90 dakikalık bir sinema filmi, 3 – 4 haftada çekilir; çekim sonrası işlemler için de 1 – 2 hafta konursa, olur size 5 – 6 haftalık bir çalışma. Bunun senaryosunun yazılması da ayrı bir süredir. Oysa bir dizi bölümünün senaryo süresi 3 – 4 gün içinde yazılıyor. Çekim, çekim sonrası işlemler -ki dublajda buna dahil- bir hafta içinde herşeyin bitmesi gerekli. Yayına yetiştirmek için işte bu delice tempo yaşanıyor sürekli. Bu korkunç bir çalışma düzenidir. İnsanlar; sıcak – soğuk demeden, 12 – 15 saat, hatta kimi zamanlarda daha fazla çalıştırılmakta. Bir çok arkadaşımız bu yüzden çeşitli sağlık sorunları yaşıyor. Abartısız olarak söylüyorum, vahşi kapitalizmin soluğunu hissettiğiniz bir alan burası.

Dizilerde çalışanlar arasında ücret bakımından da büyük uçurumlar var. Kamuoyuna yansıyan yüksek paraları 5 – 6 kişi anca alıyordur. Büyük kesim çok az ücretle ve geciken ödemelerle yaşamaya çalışıyor. Ayrıca herhangi bir çalışma güvencesi ve garantisi de yok. Çalıştığınız dizi bir anda yayından kaldırılabilir ve çalışanlar ortada kalabilirler. Bu konuda da hiç bir söz hakkınız yok! İmzalatılan anlaşmalar yapımcı firmayı kollar şekilde yazılmış, tek taraflı. Çalışana işi bırakma durumunda ağır tazminatlar dayatılıyor, diziden ayrılma koşullarınız ortadan kaldırılıyor ama dizi şu veya bu nedenle yayından kaldırılınca yapımcı firmalar hiç bir yükümlülük taşımadan sizi ortada bırakabiliyorlar. Kısacası herşey rating kaygısına bağlanmış durumda.

Peki ratingler nasıl ölçülüyor, kriterleri nelerdir ve kimler, nasıl karar verirler?

Aslında herşeyi reklâm firmaları yönetmekte. Diziler de bu firmalar için yapılıyor ve reklâmların sosu anlamına geliyor. TV kanalları yayınları bütünüyle reklâmlardan gelecek paraya göre tasarlamakta. Tüketim mallarının reklâmları için tüketicilerin formatlanmasına hizmet ediyor.

O halde çözüm ne?

Televizyon kanalları niçin var? Halkın geliştirilmesi, eğitilmesi, bilgilendirilmesi, eğlendirilmesi için mi? O zaman izleyicinin reklâm bombardımanına tutulması niye? Reklâmsız tek kare yok! Oysa insanları tüketimin kölesi haline getirmek yayıncılık etiğine aykırı bir durum. Bunun bir ölçüsü, denetimi olmalı. En duygusal, en dramatik anda reklâm fışkırıyor. Bu, önce seyirciye, sonra da program yapımcısı ve sanatçılara büyük saygısızlık. Açıkça bir tecavüz olayı var senin anlayacağın. Dizi süreleri derhal 40 – 50 dakikaya çekilmelidir. Böylelikle izleyici de, dizi çalışanı da nefes alacaktır. Bu aykırı bir istek de değil, dünyadaki örnekleri incelediğinizde. Bir de dizi yayından kaldırıldığında çalışanlara tazminat hakkı tanınmalıdır.

Diziler için “Yeşilçam’ın kalbinin günümüzde attığı yer” tanımlaması kullanılıyor. Bu görüşe katılır mısınız?

Yeşilçam bir aile sinemasıydı ve ulusal sinemamızda bir dönemdi. O dönem kapandı ama Yeşilçam seyircileri artık beyazcamda film izliyor. Aslında, Yeşilçam filmlerini bir çeşit dizi film olarak da yorumlayabiliriz. Türkan Şoray filmleri, Türkan Şoray dizileridir bir bakıma, her bölümde farklı öykülerin anlatıldığı. Ancak TV kanallarına dizi çekenler, Yeşilçam sinemasını yeterince bilmedikleri, algılayamadıkları için ondan bilinçli olarak yararlanamıyorlar ve genellikle seyirci onları yönlendiriyor. Seyirci, dün nasıl o sinemayı yönlendiriyorsa, şimdi de TV dizilerini biçimlendiriyor ve sözünü ettiğiniz tanımlama buradan kaynaklanıyor. Türk halkının genel algısı ve talebi doğrultusunda, Yeşilçam’ı kaldığı yerden, kanallarda sürdürüyorlar. Örnekse; dizilerde bazı karakterlerin halk tarafından tutulup tutulmamasına bağlı olarak rollerinin büyütülmesi ya da küçültülmesi, seyirciden tepki alan bir oyuncunun diziden çıkarılması.

Söz Yeşilçam’dan açılmışken, aynı zamanda bir sinema emekçisi olan Gülsen Tuncer, dizi sektörü ile sinemayı karşılaştırabilir mi?

Eşim, Yönetmen Engin Ayça’nın bir sözü var: Olaya sinema salonlarında gösterilmek üzere çekilen ya da TV kanalları için çekilen filmler olarak bakarsak, arada önemli bir fark olmadığını görebiliriz. Ben de bu görüşe katılıyorum. Yeşilçam döneminde yapımcılar, seyircilerin isteklerine göre filmler çekerlerdi. Şimdi kanal yöneticileri, reklâmcıların rating (seyirci isteği) ölçülerine göre diziler – filmler çekiliyor. Çalışma koşulları ve ücretler bakımından da benzerlikler söz konusu. Yani hepsi de sinema sektörü içinde değerlendirilebilir. Set işçisinden oyuncusuna, kameramanından yönetmenine herkes film sektörü çalışanıdır. Ben oyuncuyum; dizi için olsun, sinema için, tiyatro için farketmez. Oyunculuğumu yapıyorum.

Diziler yaygınlaştıkça ve popülerleştikçe, eleştirilerden de nasibini alması kaçınılmaz hale geliyor. Son dönemde de “Muhteşem Yüzyıl” merkezinde kimisi oldukça sert ve hatta yayından kaldırılmasına yönelik değerlendirmeleri gözlemleme olanağı bulduk. Siz, bu türden eleştirilere katılıyor musunuz?

Buna eleştiri yerine tepkiler diyelim. Film eleştirmenlerimiz nedense TV – Dizi eleştirisine girişmiyorlar. Acaba küçümsüyorlar mı? Sanırım öyle. Bu yapılanları sinemadan saymıyorlar. Aynı şey yıllar önce Yeşilçam filmleri için de söz konusuydu, o filmleri de adam yerine koymuyorlardı. Bu anlayıştan şimdi Beyazcam payını alıyor.
“Muheşem Yüzyıl”a gelince… Bunlar bana yönlendirilmiş tepkiler gibi görünüyor. Bu tür tepkiler dizileri yayından kaldırmaz, olsa olsa ilgiyi arttırır, reklâm olmasını sağlar, TV ve reklâmcıların işine yarar. Biliyorsun, seyredilmeyen programa reklaâm verilmez, para musluğu kapatılır. Diğer açıdan bu tepkileri şöyle de değerlendirebiliriz: Cumhuriyet değerlerini benimsemeye niyeti olmayan, Osmanlı dönemine takılıp kalmış zihniyetlerin, o dönemlere duydukları özlemin dışavurumu. Bir benzeri geçen yıl İdil Biret’e, Aya İrini bahçesindeki kokteyl nedeniyle yapılmıştı. Birdenbire, birileri yeşil bayrak açarak “ceddimize hakaret” deyip eylem koymuştu.

Dizilerin insanları tepkisizleştirdiği ve uyuşturduğu, TV’ye daha bağımlı bir hale getirdiği yönünde de eleştiriler var.

Bu dediklerin tasarlanmış durumdur ve dizilere özgü değildir. Yayıncılık anlayışının bütününü kapsar. Amaç, halkı uyandırmak, gözünü açmak değildir. Gözü açılan insan itiraz eder, soru sorar. Bu, yönetimleri rahatsız eder. Nitekim aykırı ve muhalif yayın yapma uğraşındaki kanalların başına neler geliyor, görüyorsun. Tüketim sektörüne bağlı kanalların öncelikli amacı, geniş izleyiciyi kendisine bağımlı tutmasıdır; çünkü başta da söylediğim gibi bu kanalları yaşatan, reklâm gelirleridir. Siyasi iktidarı rahatsız edici yayıncılık yapamazlar, bağımlıdırlar. Evlilik programları, yemek programları en fazla izlenen yapımlar. Düzeyleri ortada. Bunlara baktığımız zaman neyin, kime hizmet ettiğini görüyoruz zaten. 90 dakikalık bir dizi, reklâmlarla birlikte 2,5 – 3 saati buluyor ve izleyicinin tüm akşamını tutsak ediyor. Ayrıca şu anda ekranlarda yaklaşık 25 dizi var ve Pazar geceleri dahi dizi yayınlanıyor. Ayrıca tartışma programlarının yayın saatleri ve üslûbu konusu da var. Maç yayınlarına ise hiç girmek istemiyorum. Bütün bunlar bir araya getirildiğinde insanların uyuşmuş, yorulmuş ve sersemlemiş bir hale getirildiğini görüyoruz.

Bir diğer önemli nokta da dizi sektöründe yer alan oyuncuların psikolojik durumları. Popüler dizilerde sayıları az da olsa kimi oyuncuların bir meslek hastalığı, şöhret sarhoşluğuna, tüketim deliliğine kapıldıklarını, doğallıklarını ve dengelerini yitirdiklerini görüyoruz. Bunu son derece tehlikeli buluyorum. Rolüyle yani o anki şöhretle özdeşleşip, dizi bittikten bir kaç ay sonra ağır bir boşluğa düşenlere tanık oluyorum. TV şöhreti son derece kısa, ömürsüz ve yüzeyseldir. Denizdeki derinlik sarhoşluğu gibi su yüzüne çıkınca ruhsal olarak felç oluyorlar, mesleki deformasyon dediğimiz kalıcı arızalara tutuluyor ve değersizleşiyorlar. Bu durumları doğru kavrayıp öyle yaşamak gerekli. Örneğin ben “Aşk-ı Memnu” dizisinin iki yıllık maratonundan sonra, bu sezon dizi tekliflerini geri çevirdim. Ahmet Levendoğlu Tiyatrosu Stüdyosu’nda Çehov’un “Vanya Dayı” oyununda oynamaya başladım. İki aylık prova süreci ve şimdi de sahne, oyunculuğumu tazelemem için bana yardımcı oldu.

Dizi tekliflerini değerlendirirken hangi kıstasları göz önüne alıyorsunuz. Bir başka deyişle bir dizide yer almak için ilkelerinizi bizimle paylaşır mısınız?

Topluma ve kişiliğime karşı sorumluluklarım var, buna bağlı bir duruşum var. Ben dizilerle, TV programlarıyla var olmadım, sinema ve tiyatroda yapmış olduğum bir kariyerim var. Ayrıca sendikalarla, ilerici kuruluşlarla, sivil toplum örgütleriyle ilişkilerim var. Onlarla çeşitli etkinliklerde bir araya geliyorum. Buralardaki konumumu, ilişkilerimi zedelemeyecek işler içinde yer almam gerektiğini düşünüyorum. Bana inanan, güvenen kitleler var, buna uygun davranmak zorundayım. Kimse beni, şartlar ne olursa olsun bir kola tanıtımında veya herhangi bir özelleştirme reklâmında göremez!

Gelen teklifleri de bu çerçeve içinde değerlendiriyorum. Aslında kanala, projeye, ekibe güvenerek yola çıkıyorum; ama doğaldır ki iki yıl süren bir TV projesinde, her hafta yazılan senaryoyu denetlemeniz olanaksız. Bu koşullarda tek sigorta, ekibe olan güven.

Meslekte 40 yılı aşkın bir süredir ayakta duran bir sanatçı ve kendi ifadesiyle bir yurttaş Gülsen Tuncer. Kişisel olarak ulaştığı noktayı özetlemesi mümkün olabilir mi?

Ülkemiz ve dünya zor bir dönemden geçiyor. Bütün alanlarda büyük bir kaos yaşanıyor. “Ben sanatçıyım, yalnız kendi işime bakarım” demek olmaz. Yaptığın iş kime hizmet ediyor sorusuna yanıt verebilmek çok önemli. Sanatçı, böylesi dönemlerde sıradan bir vatandaştan çok daha fazla sorumluluk altındadır; işiyle, duruşuyla, dengesiyle topluma model olmalı, gelişmelere seyirci kalmamalıdır. Elimden geldiğince çok okuyarak, ilgi alanımı geniş tutarak, gelişimimi sürekli yüksek tutma çabasındayım. TÜRSAK’ta, Sadri Alışık Kültür Merkezi’nde, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde ders veriyorum. Bu, benim mesleki alandaki bilgilerimi tazelememe, genç kuşakla veya kültür çevreleriyle ilişkimi diri tutmaya fayda sağlıyor. Sivil toplum kuruluşlarıyla çalışıyorum, toplumu ilgilendiren konularla içiçeyim, Film-San Vakfı 2. Başkanıyım, Troya Folklor Araştırmaları Derneği’nin sanat danışmanıyım. Kısacası bir sanatçı, bir yurttaş olarak ülke ve dünya olaylarını bilmek, öğrenmek, bunlara çare aramak için çalışmak benim görevim. Bunların dışında tabii ki bir ailem, arkadaş ve dost çevrem var. Onlarla da ilişkimin doğal ve sağlıklı bir çevrede olması benim için çok önemli.

Aslında sinema-tiyatro oyuncusu olarak, tanınmış olmak, izleniyor olmak gibi zor ve zaman zaman da yıpratıcı süreçlerin içinde olabiliyoruz. Prensibim; en popüler dizide de oynasam, ödüller de alsam doğallığımı kaybetmemek. Sokataki insandan kendimi farklı görmemek, onlarla diyaloğumda doğal ölçüyü kaçırmamaya çalışmak. Bir sanatçıyım evet ama öncelikle sıradan bir yurttaşım. Özet budur! Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu bu ülke bize çok şey verdi. Bizler de sorumlu, bilinçli yurttaşlar olarak halkımıza ve ülkemize borç ödüyoruz.

Sizlere içtenlikle teşekkür ediyor, “yolunuz açık olsun” demek istiyoruz.

Seni ve tüm ekibi dostluk duygularıyla kucaklıyorum.

Yazının yayına hazırlanmasındaki katkılarından dolayı Suna Elgün’e teşekkür ederiz.

(13 Mart 2011)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Erkan Esenboğa’yı Kaybettik

Sinemamızın tanınan ve sevilen Ses Mühendisi, yüzlerce filmin Ses Tasarımcısı Erkan Esenboğa 05 Mart 2011 Perşembe günü (bugün) hayatını kaybetti. 06 Mayıs 1955 tarihinde İstanbul’da doğan Erkan Esenboğa’nın çalıştığı filmler arasında Seni Kalbime Gömdüm, Filler ve Çimen, Gölge Oyunu, Sevmek ve Ölmek Zamanı, Aşkın Kesişme Noktası gibi filmler var. Erkan Esenboğa’nın cenazesi 06 Mart 2011 Pazar günü Zincirlikuyu Camii’nde kılınacak ikindi namazını müteakip Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verilecek. Merhuma tanrıdan rahmet, sevgili eşi N. Nursan Esenboğa’ya ve kederli ailesine sabırlar dileriz.

  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Erkan Esenboğa’yı Kaybettik yazısına devam et
  • Arı Kovanına Çomak Sokan Kız: Millennium Üçlemesi III

    Daniel Alfredson’un yönettiği ve Noomi Rapace, Lena Endre, Annika Hallin ile Michael Nyquist’nin oynadığı Arı Kovanına Çomak Sokan Kız (The Girl Who Kicked The Hornet’s Nest), 01 Nisan 2011’de Tiglon Film dağıtımıyla Kalinos Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Lisbeth Salander kafasında bir kurşunla bir hastanenin yoğun bakım ünitesinde yatmaktadır. İyileşir iyileşmez de yargılanacağı duruşmaya götürülecektir. Davasını hayatı pahasına savunan Salander, gazeteci Blomkvist’in de yardımıyla masumiyetini kanıtlayacak ve derin devletin sırlarını ortaya çıkaracaktır.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Erden Yazıyor
  • Diğer haberlere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Arı Kovanına Çomak Sokan Kız: Millennium Üçlemesi III yazısına devam et
  • İstanbul Modern Sinema, Dünya Kadınlar Günü’nü Kutluyor, Başrolde Kameralı Kadınlar

    İstanbul Modern Sinema, 08 Mart Dünya Kadınlar Günü’Mor Nokta: Kadınlardan Sinemaya başlıklı özel bir programla kutluyor. Programda, Filmmor ekibinden Melek Özman ve Tuğçe Canbolat’ın seçtiği dört film gösterilecek. 08 Mart’ta gösterilecek filmlerin başrolünde, sessiz sinemadan Türk sinemasına, dünyanın en önemli kadın yönetmenleri ve farklı ülkelerden kadın sinemacılar var. 08 Mart Salı günü saat 14:00’te Sessiz Sinemada Sufrajetler, saat 15:00’te Kameralı Kadınlar, saat 16:00’da Tutkuyu Filme Almak ve saat 17:00’de 70-80-90, Masum, Küstah, Fettan başlıklı filmler gösterilecek.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    İstanbul Modern Sinema, Dünya Kadınlar Günü’nü Kutluyor, Başrolde Kameralı Kadınlar yazısına devam et
  • 8. Paris Türk Filmleri Festivali

    Türkiyeli Yurttaşlar Meclisi (ACORT) tarafından düzenlenen ve Cinéma Odyssée ile Türk Sinema Vakfı (TÜRSAV) tarafından desteklenen 8. Paris Türk Filmleri Festivali, 10 – 19 Mart tarihleri arasında gerçekleştiriliyor. Prensesin Uykusu, Kosmos, Av Mevsimi, Beş Şehir, Mahpeyker: Kösem Sultan gibi sinemamızın dikkat çeken filmlerinin de gösterileceği festival nedeniyle 09 Mart Çarşamba günü Paris Kültür Müşaviri Hasan Yavuz’un vereceği resepsiyona Türkü Turan, Sermet Yeşil ve Selda Alkor katılacak.

  • Basın Bülteni: Türkçe / Fransızca
  • Geniş bilgi için tıklayınız: 1 / 2
  • Diğer haberler, gösterilecek filmler hakkında geniş bilgiler ve yüksek çözünürlüklü görsele haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    8. Paris Türk Filmleri Festivali yazısına devam et
  • 5. Uluslararası 2. El Kısa Film Festivali Bugün Sona Eriyor

    01 Mart tarihinde perdelerini açan 5. Uluslararası 2. El Kısa Film Festivali beş gün boyunca; ANKAmall Sanatoli Sahnesi’nde film gösterimleri, atölyeler, söyleşiler, imza günleri, dinletilerle Ankaralı sanatsseverlere ulaştı.
    Festivalin kapanış töreninin yapılacağı 05 Mart 2011 Cumartesi günü saat 13:00’de Yeşim Ceren Bozoğlu ANKAmall D & R önünde kitabını imzalayacak, 14:00’de ANKAmall AFM Sinemaları 1. salonda Ali Düşenkalkar söyleşisi, 16:00’da ise Seren Yüce’nin yönettiği Çoğunluk filminin gösterimi yapılacak. Kapanış töreni ise 19:00’da düzenleniyor.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    5. Uluslararası 2. El Kısa Film Festivali Bugün Sona Eriyor yazısına devam et
  • Otuzuncu Yıl Kutlu Olsun!

    Uluslararası İstanbul Film Festivali’ni başından beri, yani daha “Sinema Günleri” diye anıldığı yıllardan beri izleyen biri olarak, otuzuncu yıla varmış olmanın memnuniyeti içindeyim. Çünkü bu bizim festivalimiz, yani o on beş günde İstiklâl Caddesi’nden sel gibi akan, sinemaları dolduran insanların festivali. İstiklâl Caddesi’ni bir sembol olarak da kabûl edebiliriz. Malûmunuz, artık festivalimizin amiral gemisi Emek yok, karşı çıkışlar da şimdilik somut bir yarar sağlamadı. Atlas Sineması yerli yerinde şükür, sevgili Beyoğlu Sinemamız da. G-Mall gitmiş, yerine Nişantaşı Citylife (City(s) gelmiş bu yıl. Bir de AFM Fitaş Beyoğlu Sinemaları var ki, şahsen benim için filmlerin hangi salonda oynayacağı gidip gitmeme konusunda tayin edici olabilir. Çünkü bazı salonlar, klaustrofobiyi azdırmak için birebir. En azından, son gittiğim İF’te öyleydi. Kadıköylüler, gene babadan kalma Rexx’e gidecek. Keşke diyoruz, çok daha modern ve rahat olan CKM’yi de düşünselermiş.

    Festival yazısı konusu bitmez, ama daha önümüzde uzun günler var. Diyorum ki ilk solukta size beni nelerin heyecanlandırdığını söyleyeyim ki, 30. Yıl’ın nimetleri de ortaya dökülsün. Nelerden heyecanlanıyorum? Öncelikle çok sevdiğim ve günümüzün en iyi yönetmenlerinden biri olduğunu düşündüğüm Claire Denis’in: 1) Beş filmlik bir retrospektifinin sunulacak olması, 2) Çoğu filminin müziklerini yapmış olan Nottingham’lı rock grubu Tindersticks’i “Claire Denis Film Müzikleri 1996-2009 / Tindersticks Konseri – Müzik ve Film” başlığını taşıyan özel bir projede izleyecek olmamızdan. Kendisi aynı zamanda uluslararası jüride.

    Çok sevdiğim yönetmenlerin yeni filmlerini görecek olmaktan da pek keyifliyim. Örneğin, adını ilk kez Torino’da duyduğum, benim FİPRESCİ jürisinde olduğum yıl “Family” adlı mini dizi uyarlamasıyla yarışmaya katılan Michael Winterbottom’ın programda iki filmi var. FİPRESCi, TV uyarlamalarını kabûl etmediği için içimiz yanarak filmini gözardı etmiştik ama, o gün bugün her filmini izlemişimdir. İngiliz yönetmenin, 2010 yapımı iki filmini, gene TV dizisi uyarlaması olan “The Trip / Yolculuk”u Uluslararası Yarışma’da, “The Killer Inside Me / İçimdeki Katil”i ise, Akbank Galaları’nda izleyeceğiz. İlk kez “Yumurta” adlı filmiyle yüreğimizi ağzımıza getiren İsveçli yönetmen Bent Hamer’le ise, “Hjem Til Jul / Yeni Yıl” ile hasret gidereceğiz. Ne de olsa “O’Horten” ve “Factotum”dan bu yana (ki ikisini de çok sevmiştim) iki yıl geçti.

    Israrla bugüne kadar bağımsız kalan kıymetli yönetmenim John Sayles de “Amigo” adlı filmiyle “Yıllara Meydan Okuyanlar” bölümünde yeralıyor. Aynı bölümde, soğuk nevale fakat çok iyi yönetmen Bertrand Blier’in de son filmi var. Üstat “Le bruit des glaçons / Buz Sesi”nde, kanserin evine taşındığı bir adamın hikâyesini anlatmış, doğru söylüyorum. Peter Weir, Nikita Mikhalkov, Zhang Yimou, Stephen Frears de, Festivalin en iyi bölümlerinden biri olan “Yıllara Meydan Okuyanlar”ın yönetmenleri arasında. Ama beni asıl ilgilendiren, hemen hemen her yıl bir film yaparak gençliğini sürdüren 1908 Aralık doğumlu Portekizli yönetmen Manoel de Oliveira. Kendisine saygılarımızı sunuyoruz ve bir mucize ile daha onlarca yıl film yapmasını diliyoruz.

    Ama bütün bunlar, Akbank Galaları’nın daha bir gösterim filmi nitelikli filmleri, çok sevdiğimiz NTV Belgesel Kuşağı, Mayın Tarlası, Sinema İnsan Hakları Yarışması filmleri bir yana, sadece bu yıla mahsus iki bölüm var ki, dikkatinizi çekmek isterim: “Bir Zamanlar Festival’de: SİYAD’ın Keşifleri” ile “Film Gibi 30 Yıl”. Bültende, “Bu bölümde,” diyor, “filmleri gösterilen yönetmenleri bugün çok iyi tanıyoruz. Ancak, evvel zaman içinde onlarla Emek Sineması’nın, Atlas’ın ya da Alkazar’ın koltuklarında tanışmıştık.” Gerçekten de öyle olmuştu. Hatta ben bir kısmı sayesinde, program açısından en iyi yıllardan biri olan 1984’te Pangaltı İnci koltuklarında da benzer heyecanlar yaşamıştım. İşte bu bölümde, Festival sayesinde keşfettiğimiz bir yönetmenin bir filmini yazdık. Benim payıma, bu ilk filminin ardından peşini hiç bırakmadığım Peter Greenaway’in “The Draughtman’s Contract / Ressamın Kontratı” filmi düştü. Festivalin 30. yılının bir başka özel bölümü ise, sinemayı (en azından, belirli bir sinemayı) bu festival sayesinde keşfetmiş on dokuz yönetmenimizin en çok etkilendiği filmlerden oluşuyor. Hatta 30. yıl kitabında onların seçtikleri filmler üzerine yazdıkları, bizim değerlendirme yazılarımız ve festivalin otuz yıllık macerasının anlatıldığı söyleşiler de varmış.

    Şöyle söyleyeyim, bizim vaktiyle yakaladığımız, ancak yaşı daha genç olanların ve düpedüz genç olanların kaçırdığı pek çok önemli filmi bu yuvarlak hesap festival yılında izlemek mümkün olacak. Biletler 19 Mart’ta yani önümüzdeki Cumartesi satışa arzedilecek. Seçmek de zor, maliyeti de ağır olabiliyor ama gerçekten de bugünün büyük ustalarının eski filmlerini görme şansınız, şansımız olacak. Kolay gelsin diyoruz. Keyfini çıkarın…

    (12 Mart 2011)

    Sevin Okyay

    Kısa Film İkilem’e Kanada’dan Ödül

    Kanada’da çekilen orta metrajlı Türk filmi İkilem, kısa süre önce Canada International Film Festival’de Rising Star (Yükselen Yıldız) ödülüne lâyık görüldü. Aynı festival kapsamında En İyi Öğrenci Filmi için yarışan İkilem’e bir adaylık da No Limits International Film Festival’dan Çağrı Berk’ın oyunculuğuyla En İyi Oyuncu dalında geldi. Her iki yarışmanın sonuçları Nisan ayında yapılacak olan törenle açıklanacak. Akbank Kısa Film Festivali çerçevesinde yarışma dışı bölümde gösterilecek olan İkilem’in çeşitli festivaller kapsamında Nisan ayında İngiltere, Kanada, Amerika ve Sırbistan gösterimleri de kesinleşti.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Her Yer Eyyvah Eyvah

    2011 yılının ilk komedi filmi olarak 07 Ocak’ta vizyona giren Eyyvah Eyvah 2, vizyondaki 8. haftasında da sinema salonlarındaki seyirciyi kahkahaya boğmaya devam ediyor. Filmin 7 haftalık seyirci sayısı 3.863.632 kişi oldu. 4 milyona yaklaşan seyirci sayısı ve arabada, radyolarda, gece kulüplerinde herkesin diline dolanan birbirinden eğlenceli parçaları ile Eyyvah Eyvah 2, izlenmeye ve dinlenmeye devam ediyor. Genel izleyici ibaresiyle seyirciyle buluşan film, salonlarda en çok reaksiyon alan esprileriyle halkın günlük konuşma diline de hakim oldu. Filmden sonra herkes birbiriyle “Nabıyon be ya”, “Köy Yumurtası”, “Köy Ekmeği” şakalarıyla konuşmaya başladı. Halk, filmi de replikleri de çok sevdi.

    • Filmler hakkında geniş bilgi için tıklayınız: 1 / 2

    Daha İyi Bir Dünyada

    Susanne Bier’ın yönettiği ve Mikael Persbrandt, Trine Dyrholm, Ulrich Thomsen ile Markus Rygaard’ın oynadığı Daha İyi Bir Dünyada (Haevinen – In a Better World), 22 Nisan 2011’de Umut Sanat dağıtımıyla Umut Sanat tarafından vizyona çıkarıldı.
    Anton, Afrika göçmen kampında çalışan bir doktordur. Büyük oğlu on yaşındaki Elias, okulda serserilerce rahatsız edilmektedir ancak bu durum, Christian’ın Elias’ı korumasıyla sona erer. Elias, annesi kanserden vefat etmiş olan Christian ile kısa zamanda sıkı bağ kurar ve arkadaş olur. Christian, Elias’ı bir intikam olayına karıştırınca hayatları tehlikeye girer.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Sevimli Hayvanlar

    Holger Tappe’nin yönettiği ve Mehmet Ali Erbil, Oya Küçümen, Dilek Gürel ile Selçuk Kıpçak’ın seslendirdiği animasyon Sevimli Hayvanlar (Konferenz der Tiere – Animals United), 11 Mart 2011’de Medyavizyon Film dağıtımıyla r Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    İnsanların doğal ortamları yok etmeye devam etmesiyle, Kuzey Kutbu’ndaki buzullar hızla erir, büyük yangınlar Orta Avustralya’yı kasıp kavurur. Doğal yaşam alanlarını terk etmek zorunda kalan, bir grup hayvan, paslı bir banyo küvetinin içinde okyanusu geçer. Rotaları dünyanın el değmemiş son köşelerinden biri olan Afrika’daki Okavango Deltası’dır.

  • Basın Bülteni: Uzun / Kısa
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • 22. Ankara Uluslararası Film Festivali Basın Toplantısı Yapıldı

    Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından 17 – 27 Mart 2011 tarihleri arasında gerçekleştirilecek 22. Ankara Uluslararası Film Festivali’nin İstanbul basın toplantısı Ortaköy Feriye Lokantası’nda yapıldı. 22. Ankara Uluslararası Film Festivali, Jerzy Skolimowski, Jan Svankmajer, Werner Herzog, Xavier Dolan, Bong Joon-ho, Tony Gatlif, Alain Corneau gibi yönetmenlerin son filmlerinden, Kazakistan ve İtalyan sinemasıyla ilgili özel bölümlere, Doğaya Karşı İnsan başlıklı etkileyici bir seçkiden Bertrand Tavernier, Takeshi Kitano ve Ken Loach gibi ustaların filmlerine uzanan zengin programla izleyiciye sinema şöleni sunacak.

  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    22. Ankara Uluslararası Film Festivali Basın Toplantısı Yapıldı yazısına devam et
  • If İzleyicileri Türkiye’den Kısalar’da Kürtçe Filmi Seçti

    If Türkiye’den Kısalar Seçkisi’nde yer alan 43 film arasından If İzleyici Ödülü tamamı Kürtçe çekilmiş olan Berf (Kar) filmiyle Erol Mintaş’ın oldu. Anne Oğul Üçlemesi’nin ikinci filmi olan Berf, Ağrı’nın küçük bir köyünde yaşayan bir anne, oğul ve torunun hikâyesini anlatıyor. Filmde, ölmeden önceki son isteği “bir avuç kar” olan, oğlunu kaybetmiş bir annenin acısına tanık oluyoruz. 2006 yılında İstanbul Marmara Üniversitesi Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Öğretmenliği’nden mezun olan Erol Mintaş, “Bir Anlatım Dili Olarak Varoluşçuluk ve Tarkovsky Sineması” başlıklı bir tez de hazırlamıştı.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğrafa haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    If İzleyicileri Türkiye’den Kısalar’da Kürtçe Filmi Seçti yazısına devam et
  • Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu