Mutlu Hesapçı

Ahmet Rıfat Şungar Röportajı

Ben Hikâyemi Yaşarken Sen Bir Yerden Geçiyordun ve Kendinin Varolma Savaşını Veriyordun!

“Ben bir şehirde beş farklı hikâye yazıyordum kendime, hayatıma teğet geçen insanlara dokunmak istiyordum derinliğimce, ya da usulca yanlarından geçerken, ‘ben de varım, benim hikâyem de bu’ demek geliyordu bazen içimden. İşte o anda anlatamıyordum düşündüklerimi. Sonra bir filme gittim, Onur Ünlü’nün Beş Şehir filmini izledim.”

Hava güneşlidir ama içinizde bir hüzün vardır gün ağarırken bulunduğunuz şehirde, bir yerlerde gün batmaktadır bütün hüznüyle. Siz yine güzel bir sabaha uyandım demeden, kendi hikâyenizi yaşamaya koyulmadan başka memleketlerdeki başka insanların hikâyelerine ortak olmak istersiniz ve nedense o hikâyelerin hepsinde hüzün vardır. Memleketimin insan manzaraları dersiniz Nazım gibi, işte bu insan manzaraları yüzünden birbirlerine bir koza ağı gibi bağlıdır insanlar. Ne de olsa herkes ölümü tadacaktır hayatta! Ölmeyen var mı ki bu dünyada…

Ölüm olgusu bu denli içine işleyerek, bir yumruk gibi yüreğine yapışarak girebilir mi birden hayatına; elbette bir film Beş Şehir ile girer tekrar hayatına, şaşırır kalırsın, ağlamak istersin ağlayamazsın. İşte bu durumda sana düşen oradan bir kahramanı alırsın ve onunla konuşmak istersin sanki seninle konuşacak kişi O kişidir. Aslında O değildir ama o kadar güzel ruh ve beden katmıştır ki karakterine bana düşen bir kez daha alkışlamak kendisini… Oyuncak trenlerin dünyasında yaşayan, şiirler yazan, yakın arkadaşı kedi olan, aşkta anlam arayan Şevket karakterini benim kahramanım yapan Ahmet Rıfat Şungar ile Beş Şehir filmini ve derinliğini konuştum.
 
Beş Şehir filminin sizde bıraktığı duygu neydi, filmografinizde bir oyuncu olarak ve siz olarak neler hissettiriyor?

Ölüm, çocuk yaşlardan beri üzerine çok düşündüğüm, düşünmekten öte düşlediğim bir durum benim için, annemin, babamın, kardeşimin öleceğini düşünüp, hatta öldüklerine inanma noktasına gelecek kadar bu hisse kapılıp ortaokulda okul servisimle okula giderken camdan dışarı atıp başımı kimseye gözükmeden ağladığım dönemleri hatırlıyorum. Ölümün gerçekleşenine gözyaşı döktüğüm çok az olmuştur, düşlemek halimde döktüğüm göz yaşlarının aksine ve yıllar geçtikçe ölüm bu hayatta çoğu zaman en mânâlı, mânâsını bilmediğim olgu haline geldi. Sonuçta her şeyden daha gerçekti, sonrasına dair olabileceklerle ilgili düşleme hali, sadece hayal ve önceden öğretilmiş olmayanlardı, en güzel hayal dünyası belki de, kimseye ait olmayan, sadece kendine ait olan bir dünya – ölümün sonrasını düşlemek… Filmografime ne kattığı konusu bu hislerle ve daha fazlasıyla ruhsal olarak yüzleşme sürecine girmeme sebep olduğu için çok da düşündüğüm bir konu değil. Onur Ünlü’nün dünyasında yer almak ve o yeri doldurabilmekle ilgili yaşadığım süreç gayet yeterli oldu.
 
Ben filmi izlerken, hikâyemi yaşarken sen bir yerden geçiyordun… Teğet geçen yaşamlarda farklı insan hikâyeleri ve buluştukları son nokta ölüm!

Teğet geçeniyle geçmeyeniyle, birbirine dokunan yahut dokunmayan bütün hikâyelerin sahiplerinin yaşayabileceği en gerçek deneyim ölüm gibi geliyor. Gibisinin ötesinde o gün gelene kadar yaşadığımız hayatı kendimiz kâr ya da zarar ediyoruz şahsımıza ve etrafımıza…

Beş Şehir’in senaryosu çok özel, nitekim Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Senaryo ödülünü de kazandı. Bu da Onur Ünlü gibi şair bir yönetmenin başarısı aslında. Bir projede en önemli olan şey senaryo değil mi?

Senaryo okumak, bazen hakkını vereceğim diye zorlanarak, hadi bitse de kalksam şu metnin başından haline getirebiliyor okuyanı. Beş Şehir’i okumaya başladığım andan bittiği ana kadar geçen süreç ise zamansızdı, nasıl başladı nasıl bitti, “şu sahnede ne oluyordu, bu sahnede kim kime ne demişti”yi düşünmeme fırsat vermeden başladı ve bitti. Sonunda bir takım profesyonel kaygılar haricinde “bu hikâyede olmazsam üzüleceğim’’ dedirttirdi. Sonuçta kendimi tamamen dışarı koyup izlediğimde “ben bu filmi sevdim’’ diyebilmekten ötürü ve sevebildiğim bir filmin içinde olmakla ilgili huzurluyum.
 
Bu proje size nasıl teklif edildi, Şevket karakteri için Onur Ünlü sizi neden seçti, nasıl bir yönetmen Onur Ünlü, daha önceki filmlerini izlemiş miydiniz, kendisini tanıyor muydunuz?

Onur Ünlü ile şahsen olmasa da üniversite yıllarımda Polis filmi ile tanıştım. “Kim bu adam?” diye sordum. Neyin peşine düşmüş, ne yapmaya çalışmış diye sorgularken, “yapmış işte” diyerek izlemeye devam ettim yaptıklarını. İçten içe mistik olarak çağırdım belkide “bir gün beraber bir şeyler yapsak ya” diyerek ve bir gün telefonum çaldı. İlk önce eşiyle buluştum, sonrasında Onur Ünlü ile konuştum ve “senaryonun bu samimiyeti ancak bu kadar samimi bir adamdan çıkabilirdi zaten” dediğim noktadan sonra sette buluştuk ve çalışmaya başladık.
 
Şevket karakteri sizi neden etkiledi, nasıl içselleştirdiniz, bir oyuncu olarak nasıl tanımladınız kafanızda? Nasıl bir karakter Şevket?

Şevket bir çoğumuzun sokakta karşılaşabileceği ama farkedebilmesi için birazda olsa etrafına bakıp görmekten tad alan insanların görebileceği bir kardeşimiz. Herşeyi boş vermiş, hatta bir çoğumuzun adını bile öcü diye anamadığı ölümü oyun haline getirmiş, anlamsızı anlamlı, anlamlısı anlamsız olarak nitelendirilebilecek, kanser olmuş ölümü bekleyen, şiir yazan, tren satan, en yakın dostu belki de kendinin aksi aynası kedi olan, sokaktan geçerken dudaklarından kelime dahi duymadığı ama gözlerini, bedenini, salınımını konuşturduğu bir kıza aşık olmuş kendi halinde bir çocuk. Herkesin konuşarak ve anlatarak sunduğu ve kafasına çok taktığını düşündüğü sorunları, susarak kanıksamış. Zaten anlattığında kanıksamasından olsa gerek tuhaf karşılanan, noktasını koyamayacağım, benimde içinde kaybolabileceğim bir insan evlâdı. Şevket şudur demek ne mümkün, insan hakkında tanı koymak zor zanaat ve bence mümkün değil. Aslında bu kadar uzattım ama bu sorunun tek kelimelik bir cevabı var: “Bilmiyorum!”

Şevket karakteri günümüzde çok karşılaştığımız entelektüel ama kaybeden, biraz bohem yaşayan çok içimizden biri aslında öyle değil mi?

Gerçekten bilmiyorum, çünkü entelektüel nedir? Bohem yaşamak nedir? Gerçekten bilmiyorum, algı sınırlarım bu gibi terimlerle ilgili açıklama yapıp sonuna nokta koymama izin vermiyor ama şunu biliyorum diyebilirim en azından, nasıl baktığımızla ilgili olarak zaten kim içimizden biri değil ki, Şevket olmasın…

Oyuncak trenler, konuşan bir kedi, yazan bir adam, daha ne ister insan hayatında?

İnsan evlâdının hayattan ne isteyebileceğiyle ilgili düşünmek gerçekten çok yorucu olur. Elinde olanlardan ötürü mutlu olup geleni, karşına çıkanı değerlendirmek, görmek, es geçmek, hayatına dahil etmek hepsi insan evlâdının kendi bileceği ve farkına varacağı hususlar. İnsanla ilgili konuşmak, konuşmak, konuşmak… Nereye kadar? Sonu yok.

Özellikle sizin karakteriniz, aşk ve ölüm paralel vurgularla işleniyor? Ölümün karşısında en güçlü duygu aşk mı sizce?

Aşk, hımmm? Bilmiyorum ki nedir aşk? Nedir ölüm? Kendimle empati kurduğum zaman ölümü tamamı ile yok saydığım, duygu olarak şiddeti bütün iliklerimde hissettiğim dönemlerim oldu. En yüksekten düşsem ne olur ki? Betona çarpar ölürsün. Emin misin? Bu çok anlatılabilir bir duygu değil. Benim için en azından hakkını vererek anlatmak mümkün değil, bilmiyorum… Saçmalamanın sınırlarını zorlamak olur bu gibi bir konuyu konuşmak, en sevdiğim hallerden olsa da saçmalamak. Buna yazı metnimiz müsaade etmez, çünkü emin ol bu konu bitmez.
 
Herkesin eşit olduğu durum ölüm. Bu nedenle mi yaşanıyor savaşlar, kavgalar ve her türlü yarışlar… Her şey farklı anlam katmak için mi ölümün gerçekliğine sizce?

Yaşadığımız hayatın son nokta olduğu düşünülürse, kavga, savaş, yarış insanı cezbedebilir tabi ki. Kavga etmiyor muyum, ediyorum, savaşmıyor muyum, savaşıyorum, yarışıyorum da tabi ki fakat açık söylemek gerekirse en yorucu olanı yarışmak sanırım bu saydıklarımız arasında. Savaşı, kavgayı, yarışı nasıl değerlendirdiğimiz önemli. İçimden gelmedikçe hiç birşey yapmayacak kadar aciz ve inatçı olduğumu düşünürüm. Bir bakıyorum bir yere saatinde yetişebilmek için savaşıyorum, bir bakıyorum okuduğum kitabı bitirebilmek için yazarla kavga ediyorum. Düşlediklerimle zihnimi yarışırken buluyorum, yaptıklarımızın her biri bir yerlere tesir ediyor, bunların hiçbirini bir başka olguyla yan yana koymadan yaşıyorum. Savaş da, kavga da, yarış da mubahtır. Zararı kâr edebiliyorsan ve kendinden başkasına acı, sıkıntı, dert, keder vermiyorsan, herkesin savaşı, kavgası, yarışı kendiyle. Bu halin sebebi bilmiyorum ki ölümün gerçekliği sebebiyle mi?
 
Belki de bu nedenle çok şanslısınız. Ölümle dalga geçme gücünüz yüksek oyunculuk mesleğinde. Sürekli başka hayatlarda, başka karakterlerde yaşama şansınız var. Nasıl bir duygu bu güç?

Güç mü? Acizlik mi? Bilemiyorum, kamera karşısında, sahnede oyunculuk yaparak normal hayatımızın çıkmazlarını sunabilecek bahaneler bulabiliyoruz, adına meslek denen oyunculukta tabi ki. Oyunculuk yapmadan önceki hayatımın, sadece oyunculuk yaptığımın farkında olunmayan dönem olduğunu düşünüyorum bazen. Öncemde de en çok düşündüğüm şeydi başka hayatlar, hatta kendimden bile çok baktığım yerdi başkaları. Sanırım fazla meraklı olmakla ilgili… Çocukken karıncaların, ağaçların, masanın konuşabildiğine ama duyamadığımıza inanırdım. Şimdi meslek denilen oyunculukta bunları duyduğumu betimlersem ve başarılı olursam iyi oyuncu olduğumuz söyleniyor. Bu durumda bana zamanında “Saçmalama Rıfat, karınca konuşur mu” diyen arkadaşlarımın kahkahalarını hatırlatıyor ve bu gün gelen övgülerden daha mühim oluyor atılan o kahkahalar…

“Anlamlı filmlerin genç oyuncusu” diye nitelendiriyorum ben sizi. Üç Maymun’un ardından Beş Şehir… (Jan Jan’ı saymaya gerek var mı bilmiyorum) Bilinçli bir tercih, şans, bir kariyer plânlaması… Hangisi?

Hiç inanmadığım şansla bu meslekte tanıştım ve önceden şanslı olduğumun farkına varmadığım bir çok hususla yüzleşmeme vesile oldu bu durum. Tamamen iç güdülerimle gidiyor hayat ve benim farkında olmadığım başka bir organım var ve o yön veriyor sanki hayatıma. Hayat aktıkça karşılaştıklarım ve yaptıklarıma kimi kariyer diyor kimi tercih diyor ama bende emin olun bilmiyorum, bilmekte istemiyorum. Olan oluyor, bende sizin gibi tanıklık ediyorum bir yandan kendime dışarıdan bakarak.
 
Nuri Bilge Ceylan’ın hayatınızdaki yeri?

Samimiyet ve güven…
 
Sinema eleştirmenlerinin, sinema ile ilgilenen bilinçli izleyicinin ve size hayran olanların oyunculuğunuz hakkında ortak görüşü “duru bir oyunculuğa sahip biri” tanımlaması. Siz bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Ne yaptığımla ilgili en ufak bir fikrim yok. Sadece yaptığım işe dair yabancılaşmalarımı yaşadığım sıkıntıları izleyenlere belli etmemeye çalışıyorum.
 
Şimdi hayal edin kendinizi, neredesiniz ve ne oynuyorsunuz; dünyaca ünlü bir yönetmenin filmi de, oyuncak trenler de olabilir, tavla da tabi ki…

Hayal dünyamı hiç kurcalamıyorum, dediğim gibi ne olur olmaz düşünmüyorum, bilmeyi de istemiyorum ne olacağına dair!

(26 Mayıs 2010)

Mutlu Hesapçı

mutlu2002@gmail.com

Not: Arka plânında İstanbul silueti olan fotoğraf için Radikal Gazetesi’nden Muhsin Akgün’e teşekkür ederiz.

    DİĞER YAZILARI

“Mutlu Hesapçı” üzerine bir yorum

  1. Röportajı olurken kendi hayatımı düşünüp teğet geçtiğim ve dokunmaya korktuğum yada kıyamadığım herşeyi gözden geçirdim ne gariptir avazı çıktığı kadar bağırarak anlatmak varken içindekileri avazı çıktığı kadar susarak teğet geçmek yine bir şehirden bir diğerine otobüs camının garantisinde yanağının buz gibi bir ölüme gidermişçesine susmanın..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu