Çiğdem Kömürcüoğlu

(Rasgele Yazılar)
İzmir Amerikan Kız Koleji’nden mezun oldu. Ankara DTCF İtalyan Filolojisi’nde okudu. Çeşitli ulusal gazetelerde, Star Televizyonu’nda ve Tempo Dergisi’nde Dış Haberler Yönetmeni, Haber Müdür Yardımcısı ve Editör olarak çalıştı, Devamı…»

*****

Siz Nasıl Bilirsiniz Meryl Streep’i?

“Meryl Streep ne oynasa, izlerim,” demiş Olivia de Havilland, 2009’da “The Independent” gazetesinden John Lichfield ile yaptığı görüşmede. 1987’de yaptığı bir başka görüşmede de “Şu anda genç bir oyuncu olsam, sadece Streep’inki gibi bir sinema kariyerine ilgi duyardım,” diyor.

Katharine Hepburn az ve öz konuşmuş. “Klik, klik, klik” demiş ünlü biyografi yazarı A. Scott Berg’e, Meryl Streep’in kafasının içinde dönen çarkları kasterek. “Beyazperdede en sevmediği oyuncu Meryl Streep’ti” diye yazıyor A. Scott Berg “Katharine Hepburn’un Hatırladıkları” kitabında.

Buyrun. Birbirinin tam zıddı iki değerlendirme. Hem de uzun ömürlerinin neredeyse son demlerine kadar kamera ışıklarının önünden ayrılmamış, Hollywood’un “Altın Çağı”nın, unutulmaz iki duayen oyuncusundan. İkisi de sayısız prestijli ödül sahibi tecrübeli yıldızlar bunlar.

Siz nasıl bilirsiniz Meryl Streep’i?

Onu beyazperdede ilk gördüğümüzde yirmili yaşların sonunda gencecik bir kadındı. Unutulmaz filmlerin unutulmaz oyuncusu Meryl Streep de artık yetmiş bir yaşına geldi 2020’de, arkasında kırk üç yılda 90 film, dizi ve TV filmi, üç Oscar ödülü, yirmi bir Oscar adaylığı ve kırk iki yıldır süren bir evlilikle.*

Bu yıl da meslek hanesi bayağı kalabalık Streep’in. 11 Aralık’ta kısıtlı da olsa İngiltere ve ABD’de gösterime girmesi, Arjantin’den Singapur’a kadar da birçok ülkede internette gösterilmesi beklenen, Nicole Kidman’ın da yer aldığı, müzikal komedi “The Prom” merak uyandırıyor. Komedi-drama dalındaki Candice Bergen’li “Let Them All Talk” da öyle. On bölümlük “Heads Will Roll” adlı audio-komedi dizisi ile “Here We Are: Notes For Living on Planet Earth” adlı kısa animasyon film. İştah kabartıcı bir liste bence.

2021 için öngörülen, Meryl Streep’in Leonardo di Caprio, Jennifer Lawrence ve Cate Blanchett’le beraber oynayacağı, “Don’t Look Up” adlı komedinin ön çalışmaları başlamış bile.

22 Haziran 1989 günü, panik halinde, heykel sanatçısı eşi Don Gummer’a koşup “Kırk yaşına girdim ben bugün. Bundan sonra bana artık hiç doğru düzgün rol teklif edilmeyecek”* diye hayıflanan Meryl Streep’in önünü görüldüğü gibi, ne ilerleyen yaşı, ne de gezegenimizi sarsan coronavirüs kesebiliyor.

1976 ve 1977’de çektiği bir animasyon ve bir TV filmini bir yana bırakırsak, Meryl Streep sinemaya 1977 yılında “Julia,” ardından 1978 yılında “Avcı” filmleriyle geliyor. Bu iki filmin arasında da göz doldurup oyunculuğuyla dikkat çektiği, iki Altın Küre ödüllü “Holocaust-Soykırım” adlı mini dizi var. Sinemaya çok şanslı bir başlangıç diyebiliriz.

Hatırlanacağı üzere “Julia,” Fred Zinnemann’ın, kısmen ünlü oyun yazarı Lillian Helman’ın anılarına dayanan öyküsünden çektiği, Vanessa Redgrave, Jane Fonda, Maximilian Schell, Jason Robards gibi sinemanın ağır toplarının yer aldığı, İkinci Dünya Savaşı öncesinde, Nazi Almanyası’na karşı direnişi, Helman’ın yakın dostu Julia’nın öyküsü çerçevesinde konu alan etkileyici bir filmdi. Bu filmi görmek için heyecanla sinemaya koştuğumu hatırlıyorum.

Ama biz Türk sinemaseverler, adı sanı duyulmamış, aslında ilk bakışta pek de dikkat çekici olmayan, oldukça hanım hanımcık görünümlü Meryl Streep’le, “Julia”yla değil, ilk olarak “Avcı” filmiyle tanıştık, çünkü “Avcı” Türkiye’de 1979’da, Julia ise 1982’de gösterildi.

Dönem 1970’lerin sonu. 1975 yılında sona eren Vietnem savaşı ile Kamboçya ve Laos’ta girişilen askeri müdahalelerin etkilerinin Amerikan toplumunun her katmanında depremler yarattığı, dünyada da büyük tepki topladığı yıllar bunlar. Bu depremin etkileri sinemaya da yansıyor kaçınılmaz olarak. “Avcı” (1978) “Eve Dönüş” (1978) ve “Kıyamet” (1979) gibi üç unutulmaz filmle ilk meyvelerini veriyor.

Meryl Streep’in, uzun metraj bir film için ikinci kez kameraların karşısına geçtiği ve “yardımcı kadın oyuncu” dalında ilk Oscar adaylığını aldığı “Avcı”, aslında Streep’in canlandırdığı “Linda” karakterine – küçük kentli sıradan bir genç kadın – senaryoda ilk başta neredeyse hiç diyalog yazılmayan, Robert de Niro, Christopher Walken, John Savage ve John Cazale gibi güçlü oyuncuların başı çektiği, bir savaş ve erkek filmi.

Hafızalarımızı tazeleyecek olursak, Amerika’nın küçük sanayi kenti Pennsylvania’da, geyik avına çıkmaya meraklı çelik işçisi üç yakın arkadaşın çerçevesinden, Vietnam savaşının hayatları nasıl etkileyip perişan ettiğini anlatan, özellikle Rus ruleti sahneleriyle insanın tüylerini diken diken eden bir filmdi “Avcı”. Şimdilerde olağanlaştı ama o zamanlar bu kadar sert filmler izlemeye alışık değildik. “Avcı”, En İyi Film, En İyi Yönetmen ve Christopher Walken’ın aldığı En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dahil, beş dalda Oscar ödülü kazandı.

Bu “Julia” ve “Avcı” filmlerinin ardından, Sinema hazretleri, başta “Kramer Kramer’e Karşı”, “Manhattan”, “Fransız Teğmeninin Kadını”, “Sophie’nin seçimi”, “Silkwood”, “Benim Afrikam”, “Yasak İlişki”, “Şeytan Marka Giyer”, “Demir Leydi” gibi filmlerle Meryl Streep’e “Yürü ya kulum” diyor.

Ama bu, tabii “tereyağından kıl çeker” gibi öyle kolay olmuyor. İşte burada, kafasında “klik klik klik” diye dönen çarklarla Meryl Streep devreye giriyor. Şu Katharine Hepburn’un sevmediği çarklar.

Streep, oyunculuğa klasik tiyatronun yani Shakespeare, Çehov gibi yazarların oyunlarıyla başlıyor. Yale Drama Okulu’ndan mezun zaten. Streep’i “Avcı” filminde “Linda” rolü için öneren Robert De Niro da, onu bir Shakespeare oyununda görüp beğenmiş.

Önemsiz bir rol oynadığı İlk filmi “Julia”dan sonra, “bir daha asla başka filmde oynamam” diyerek kameraların önünden ayrılan Streep -zannedersem çekim aralarında saatlerce beklemekten sıkılmış- ağır hasta olan sevgilisi John Cazale’nin yanında olabilmek için “Avcı” filminde oynamayı kabul ederek tekrar setlere dönüyor. Dönüş o dönüş ve ne dönüş!

Canlandırmaya karar verdiği karakterlerin içini doldurmak, onlara ruh ve can kazandırmak için “Avcı” ve “Kramer Kramer’e Karşı” filmlerinde yaptığı gibi kaleme kağıda sarılıyor, gerekirse yönetmen, gerekirse senaristlerle sonuna kadar tartışarak, kendisine diyaloglar yazıyor. Karakteri istediği kıvama getiriyor, öyle oynuyor.

“Sophie’nin Seçimi” (1982) ve “Benim Afrikam” (1985) başta olmak üzere, oynamayı istediği filmlerde rolü almak -kapmak belki daha doğru bir sözcük- için kıyasıya mücadeleye girişiyor. Hem de ne mücadele. İşte bir örnek. Onu hiç böyle görmediniz denir ya, işte öyle.

Streep, yönetmen Sydney Pollack’ın Danimarkalı yazar Karen Blixen’in “Benim Afrikam” adlı hatıratını filme çekeceğini duyunca, Blixen rolünü almak için neler yaptığını, kendi ağzından, büyük bir keyifle şöyle anlatıyordu drama okulu öğrencilerine, “Meryl Streep – Mystéres & Métamorphoses” adlı belgeselin, kısa bir bölümünü yayımladığı sorulu cevaplı bir sohbet programında:

“Ben yazar Isak Dinesen’e (Karen Blixen) 15 yaşındayken aşık oldum ve bütün kitaplarını okudum. Pollack’ın “Benim Afrikam”da Karen’i oynayacak oyuncu baktığını duyunca, hemen menajerimi araya koyup role talip oldum. Ama Pollack beni istememiş. ‘Seksi değil’ demiş. Bunu duyunca ‘İşte bu, olmaz, olamaz dedim.’ Tamam Marilyn Monroe’yu oynamak için seksi olmayabilirim. Ama Isak Dinesen, ha, bu mümkün değil. Hemen evimin yakınlarındaki kuaföre gittim. Saçlarımı kabarttırıp omuzlarıma döktürdüm. Mağazanın birinden ucuz bir tişört alıp yakasını kesip açtım, yakayı kollarımın üstüne düşürdüm. Bir de sütyen aldım, şu göğsü büyütüp, yukarı kaldıranlardan. Süslendim boyandım. Öyle Pollack’ın karşısına gittim.” “Ne oldu?” diye merakla sorunca öğrenciler, “Ee, rolü aldım,” dedi Streep muzaffer, müstehzi bir gülümsemeyle.

Şimdi gelelim ikinci örneğe. “Meryl Streep – The Reluctant Superstar” adlı biyografi kitabında gazeteci-yazar Diana Maychick’in anlattığına göre, Amerikalı yazar William Styron’un “Sophie’nin Seçimi” romanının filme çekileceği açıklanınca “Bu rolü mutlaka ben oynamalıyım” diyor Meryl Streep. Ve harekete geçiyor.

Streep, İkinci Dünya Savaşı sırasında Auschwitz ölüm kampında Nazi kamp komutanının canavarca, iki çocuğundan birini kurtarabilmek için, hangisinin öleceğine hangisinin yaşayacağına karar vermeye zorladığı Polonyalı Yahudi Sophie’nin trajik öyküsü anlatan romanı o kadar çok okumuş ki, neredeyse bazı bölümleri ezbere biliyor.

Filmi, yönetmen Alan J. Pakula çekecek. Yazar Styron, çok az da olsa otobiyografik öğeler taşıyan romanı yazarken, Auschwitz’den canlı kurtulmayı başardıktan sonra Amerika’ya göç eden Sophie karakteri için hep isveçli yıldız Ursula Andress’i hayal etmiş.

Önce ‘tanınmamış biri, bir Polonyalı olsun’ diyen yönetmen Pakula’nın aklındaki isim ise Norveçli yıldız Liv Ullmann. Ama filmin çekimi iki yıl ertelenince Ullmann devreden çıkıyor. Bu arada başta Barbara Streisand olmak üzere pek çok ünlü yıldız da, Meryl Streep gibi, Sophie rolünün peşinde.

“Rolü bana versin diye yönetmenin kapısında yatmaya hazırdım. ‘N‘olur rolü bana ver’ diye ona yalvardım” diyor Streep. Hem de defalarca o kapıya gitmiş gelmiş. Bazı kişilerin yardımıyla, “korsanvari” yöntemle el altından senaryoyu bile ele geçirmiş.

Pakula, hâlâ onu oynatmaya niyetli olmasa da, “bir deneme çekimi yap bakalım görelim,” deyince, artık iki yıl önce “Kramer Kramer’e karşı” filmiyle Oscar almış, iki de Altın Küre ödülü olan bir yıldız olmasına rağmen, Streep, kırılan gururunu cebine koyup, buna da “tamam” diyor. Ama deneme çekimi hiç gerçekleşmiyor.

Polonyalı yönetmen Andrzej Wajda’nın araya girmesiyle, uzun tereddüt dönemlerinin sonunda Pakula rolü ona vermeye karar verince, Streep hemen Lehce ve Almanca öğrenmeye koyuluyor. Sophie’nin toplama kampındaki halini yansıtabilmek için bir ay neredeyse hiçbir şey yemiyor, bir deri bir kemik kalıyor. Ardından Sophie’nin Amerika günleri için kilo alıyor. Ama beş dalda Oscar’a aday olan filmin tek ödülünü de “En İyi Kadın Oyuncu” dalında o alıyor.

Bence, sadece sinemaya değil, hayata da şanslı başlamış biri Meryl Streep.

New Jersey’in sakin bir mahallesinde, çoluğuna çocuğuna, evine yuvasına düşkün, geliri kendilerine yeten, orta sınıf mutlu sevecen bir ailede doğup, bahçeli bir evde büyüyor. Baba bir ilaç firmasında çalışıyor, anne de evden reklam sektörüne iş yapıyor. Tıpkı, 50’li yılların “Amerikan Rüyası”nı anlatan renkli sinemaskop Hollywood filmleri gibi.

Meryl Streep’in kendisinden iki ve dört yaş küçük iki erkek kardeşi var. Üç kardeş, evde Meryl’in yönetiminde, anne babalarının giysilerinden oluşturdukları tuhaf tuhaf sahne kıyafetleriyle, dans edip gösteri yapıyorlar. Anne alkışlıyor, baba onları kameraya çekiyor. Meryl’in sahne ışıklarına doğru ilk adımları.*

Fark edilmeyi, fark yaratmayı ve yönetmeyi seviyor Meryl Streep, iddialı. Oldukça da sivri dilli.

Yedi sekiz yaşlarında durmadan konu komşuya lâf yetiştirirmiş. Kolayca hatırlanacağı gibi, 2017 yılında Altın Küre ödül töreni gecesinde de, dönemin ABD Başkanı Donald Trump’a eleştiriler yönettiği konuşma sadece Amerika’da değil, günlerce çeşitli ülkelerde de konuşuldu.

Sesinin güzel olduğunu fark eden annesi okul yıllarında her hafta Manhattan’a götürerek, kızına özel müzik dersleri aldırıyor. Meryl şarkı söylemeyi seviyor ama yaşıtlarından hiç farkı yok. O sırada en büyük merak ve çabası, aranan popüler bir ponpon kız olmak. Okul gösterilerinde ve maçlarında tezahürat yapmak. Beğenilmek, dikkat çekmek.*

Daha o yıllarda donuk kahverengi saçlarını oksijenli suyla açıp, o günden sonra hep sarışın kalıyor. 60’lı yıllarda o yaşta büyük cesaret isterdi bu. Sabahları okula gitmek için bir türlü hazırlanıp banyodan çıkamadığı için bütün aile fertlerini banyo kapısının önünde sıraya diziyor.

Sözcükleri, edebiyat ve Fransızca derslerini seviyor, kulağı çok iyi ama matematik fizik kimyayla hiç arası yok. Okul takımının futbol yıldızıyla çıkıyor ama kenarda köşede bazı başka hayranlar da bekliyor. “Arkasında epey kırık kalp bıraktığı” iddia ediliyor okul arkadaşları tarafından. Mezuniyet balosunda “Okul Kraliçesi” seçilip taç giymeyi başarıyor. Lisede bir okul oyununda ayakta alkışlanmanın ilk tadını alıyor.

Ardından Meryl Streep’in New York Vassar Koleji dönemi başlıyor. “Washington Post Gazetesi” sahibesi Katherine Graham’dan, Amerika’nın eski First Lady’s Jacqueline Kennedy ve Jane Fonda’ya kadar birçok ünlü oyuncu, yazar, çizer, doktor, mühendis ve bilim kadınının öğrencisi olduğu bu prestijli okulda Meryl Streep’in “pembe rüyalar âlemi” yaşamı değişmeye başlıyor. Streep entellektüel dünyayla tanışıyor. Hayat yolunun “oyunculuk” olduğunu keşfediyor.

Yale Drama Okulu’ndan mezun olduktan sonra da yeni adresi ilk adımda kaçınılmaz olarak “tiyatro sahneleri” olarak belirleniyor. Ve New York’ta bir Shakespeare oyununda, yine kaçınılmaz olarak, hayatının ilk büyük aşkını tanıyor.

27 yaşındaki Meryl Streep ile ondan on dört yaş büyük, 41 yaşındaki John Cazale 1976 yılında ikisinin de rol aldığı “Kısasa Kısas – Measure for Measure” oyununda tanışıyorlar. Kısa süre içinde Streep, Cazale’nin evine taşınıyor. 1978 yılında John Cazale’nin ölümüne kadar, iki yıl boyunca arkadaşlarının ve çevrelerindeki herkesin imrenerek baktığı, gıpta ettiği çok güzel bir aşk ve ilişki yaşıyorlar. Cazale, Streep’in hem sevgilisi hem de yol göstericisi, hocası gibi.

1978 yılı. “Kader Kapıyı Çalıyor”mu? desem. Yoksa “Kader Ağlarını Örüyor”mu? Ya da “Meryl Streep Kaderi Zorluyor”mu? Ne desem, bilemedim. Ama 1978’in, Meryl Streep’in hem iş hem özel yaşamında dönüm noktası olan bir “Kader Yılı” olduğu açık.

12 Mart 1978 günü John Cazale vefat ediyor. Daha “Avcı” filminin çekimleri tamamlanmadan.

Streep, akciğer kanseri olan Cazale’ye haftalarca hasta bakıcı gibi gece gündüz ihtimamla bakıyor, son ana kadar başından ayrılmıyor. Cazale’nin ölümüyle hayatının ilk ciddi travmasıyla yüzyüze geliyor. Yoğun bir duygusal sarsıntı geçiriyor.

İki ay sonra, menajerinin önerisiyle, Avery Corman’ın romanından uyarlanacak “Kramer Kramer’e Karşı” filminde, Dustin Hoffman’ın, bunalım geçiren karısı “Joanna” rolü için deneme çekimine gittiği zaman, aslında Hoffman ve yönetmen Robert Benton’un gözü Streep’i tutmuyor. Yapımcı da “Hollywood’da tanınmıyor” diye onu istemiyor.*

Ancak görüşme sırasında, Streep Cazale’nin kaybından dolayı hâlâ öyle “perişan” görünümde ki, Hoffman ve Benton “Hiçbir şey yapmasına gerek yok, sadece bu halde kameraya baksın yeter,” diyerek “Joanna”yı Streep’in oynamasına karar veriyorlar.

Bu arada perişan merişan, Streep romanı okuyup gitmiş oraya ve daha bu ilk görüşmede, “Siz Joanna’yı bütünüyle yanlış ele almışsınız,” diyebiliyor Dustin Hoffmann’la Benton’a. Ve o yıllarda Amerika’da sürmekte olan, kadınların geleneksel olarak kendilerine biçilen “eş ve anne” kalıplarını kırıp, hayatta başka “rolleri, yolları” da olabileceğini topluma kabul ettirmek için verdikleri mücadelenin bir “öncü prototipi” olarak biçimlendiriyor “Joanna”yı.

Bu film, “Yardımcı Kadın Oyuncu” dalında aldığı ilk Oscar ödülüyle Streep’in star olarak sinemada zirveye tırmanma yürüyüşünü başlatıyor.

1978 yılı kapanmadan, bir tayin edici gelişme daha yaşanıyor. Meryl Streep, 30 Eylül 1978 günü, erkek kardeşi Harry’nin arkadaşı, Yale Sanat Okulu’ndan mezun, modern sanatçı, heykeltraş, 32 yaşındaki Donald (Don) Gummer’la evlenerek dünya evine giriyor. John Cazale’nin ölümünden 6 ay 18 gün sonra.

Streep, ilke olarak bu olayla ve özel hayatıyla ilgili konuşmuyor ama yıllar boyunca John Cazale’nin anısının yaşatılması için düzenlenen etkinliklere katılmaktan, ya da bu tür etkinliklerin düzenlenmesine önayak olmaktan vazgeçmiyor.

“Oyunculuk kariyeri” çok önemli Streep için, ama “aile” de öyle. Her fırsatta “ailesini kariyerine feda etmeyeceğini” dile getiriyor. Zaten 1979 – 1991 yılları arasında, bir yandan “Fransız Teğmenin Kadını”, “Sophie’nin Seçimi”, “Silkwood”, “Benim Afrikam”, “Sonsuz Matem” gibi bayıla bayıla izlediğimiz filmleri çekerken, bir yandan da üç, dört yıl arayla, en büyüğü erkek, üçü kız, dört çocuk doğuruyor, o on iki yıl içinde.

Özellikle çocuklar küçükken, oynadığı filmlerin setlerinin, yaşadığı New York çevresinde olmasına itina gösteriyor. Çocuk sayısı artıp ev dar gelmeye başlayana kadar yıllarca oturdukları Little Italy’de, sette işi bitince, eve dönerken manavdan marketten alışverişini yapıp, ocağın başına geçip ailenin yemeğini kendi pişiriyor.

Modern çağımızın, şehir efsanesi, “çocuklarıyla kaliteli zaman geçiren” annelerden değil. Çocuğu hastalandığı zaman “ateşi yükselir mi” diye sabaha kadar başında bekleyen, çocuklarının arkadaşlarının adını bilen, “başkalarının annesi izin veriyor, sen neden şuraya gitmeme ya da arkadaşımda kalmama izin vermiyorsun” diye huysuzlanan kızlarına, “orada öyle olabilir, bizim burada böyle” diyen geleneksel bir anne Streep. Çünkü kendi annesi de ona öyle dermiş. “Hep annem gibi bir anne olmak istedim,” diyor her fırsatta.

Annesinden, hatta “çok akıllı, parlak ve hayatımda çok etkili bir kişiydi” dediği büyükannesinden çok değerli hayat dersleri aldığını vurguluyor. “Annem bana daima sana inanıyorum. Gerçekten istiyorsan ve çok çalışırsan, herşeyi yapabilirsin derdi” diye konuşuyor 19 Haziran 2019 tarihinde, 70 yaşına girerken, Sydney Morning Herald Gazetesi’yle yaptığı görüşmede.

Yetmişine geldiği halde oyuncu olarak hâlâ bu kadar aranıyor olması, yıllardır elbise değiştirir gibi bir karakterden diğerine kolaylıkla geçebilmesi, eski Başbakan Margaret Thatcher, Washington Post Gazetesi’nin sahibesi Katherine Graham, Amerikalı işçi sendikası aktivisti Karen Silkwood, İngiliz süfrajet Emmeline Pankhurst, korkunç sesiyle opera şarkıcısı olmayı hayal eden Florence Foster Jenkins, Fransız mutfağını Amerika’ya tanıtan efsane şef, yazar ve televizyon programcısı Julia Child, Danimarkalı yazar Karen Blixen gibi karmaşık ve taban tabana zıt gerçek karakterlerin altından büyük başarıyla kalkabilmesi, son dönemlerde, Streep’e duyulan ilgi ve merakı iyice arttırdı.

Tam adıyla, Mary Louise “Meryl” Streep’in “sırrı ne” diye soran, araştıranların sayısı hiç az değil. 1968 Paris doğumlu yönetmen Charles-Antoine de Rouvre da, 2020 tarihli, geçtiğimiz Ağustos ayında gösterilen belgesel filmine “Meryl Streep – Sırlar ve Metamorfozlar” adını vermiş.

Bitirirken, eksik kalmasın, şunu da yazayım. Meryl Streep 1999 yılında gösterime giren, bir müzik hocasını canlandırdığı “50 Cesur Kemancı” filmi için, sekiz hafta boyunca, her gün altı saat çalışarak keman çalmayı öğrenmiş. Sırrı belki de buradadır.

Bence, hiçbir şeyi “mış” gibi yapmıyor. Hiçbir şeyi şansa bırakmıyor. Hayatını ve oyunculuk kariyerini, doğrusu yanlışı, hatası sevabıyla kafasına koyduğu gibi yaşıyor. Fazla da “geride ne kalmış?” diye dönüp arkasına bakmıyor.

Onu beğenirsiniz beğenmezsiniz, orası size kalmış. Olivia de Havilland bayılır, Katherine Hepburn hiç sevmezmiş.

Ama görünen o ki, Meryl Streep nefes alıp verdiği sürece, oyunculuğu ve kafasına koyduğu gibi yaşamayı sürdürecek, biz de, “sırrı ne” diye onu merak etmeye, izleyip tartışmaya devam edeceğiz.

Benden bu kadar.

Peki, siz nasıl bilirsiniz Meryl Streep’i?

Kaynakça:

(21 Kasım 2020)

Çiğdem Kömürcüoğlu

DİĞER YAZILARI

Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu