Kategori arşivi: Yazılar

Sinema ve Elektronik Müzik Tutkunları İçin Onbir Kısa Öykü

Bir sinema yazarı olarak nasıl pürdikkat film seyrediyorsam, bir müzik albümünü de ilk kez dinlerken sadece esere odaklanırım. Mümkünse karanlık bir ortamda, bir ressamın fırça darbeleriyle tuvale hayat vermesi ya da bir sinemacının film şeridindeki karelere görüntüleri kaydetmesi gibi, notaların da düşlerimi canlandırarak öyküler anlatmasıyla birlikte evrenin herhangi bir noktasında bulurum kendimi. Bu aynı zamanda, ruhsal sağaltıma açılan kapıdır. Doğaldır ki, söz konusu ettiğimiz etkiyi gerçekleştirebilen müzik albümleri de karşımıza sıkça çıkamamaktadır.

Benim gibi elektronik müziğin iç dünyalarımızın kapılarını sınırsızca açtığını bilenler için farklı ve ayrıksı çalışmalar bulmak biraz zor. İşte “Eleven Short Stories”, tam da böyle bir çalışma. Elektronik, ‘Jazz’, ‘Ambient’ dallarındaki çalışmalarıyla uluslararası alanda da tanınan ve çalışan, film müziklerine de imza atıp ödüller kazanmış 1975 doğumlu Erdem Helvacıoğlu’nun, onbir büyük sinema yönetmenine atfettiği bir albüm. Dolayısıyla, sinefiller için büyük değeri var.

Arama motorlarına adını yazdığınızda biyografi ve diskografisiyle ilgili detaylı bilgileri edinebileceğiniz Erdem Helvacıoğlu’nun albümünü dinlerken, onbir yönetmenden seyrettiğim onlarca filmin içinde, serbestçe ve görüntüleri iç içe geçirerek, ilginç bir yolculuğa çıktığımı hissettim. Helvacıoğlu’nun çok sayıda obje de kullandığı ve böylece değişik seslerle tınılar elde ettiği onbir parçanın her biri gerçekten de farklı bir hikâye. Sanatçının imajinasyonu müthiş!

Onbir yönetmeni merak edenler için sıralayalım: Kim Ki-Duk, David Lynch, Krzysztof Kieslowski, Theodoros Angelopoulos, Jane Campion, Anthony Minghella, Ang Lee, Atom Egoyan, Darren Aronofsky, Alejandro González Iñárritu, Steven Soderbergh.

(15 Temmuz 2012)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Nazi Avındaki Rock Yıldızı

İlk bakışta ben de herkes gibi onu The Cure grubunun efsanevi solisti Robert Smith’e benzettim. Ama açıkça belli ki 50’li yaşlarında olmasına rağmen hâlâ 20’lerinde gibi görünen – giyinen Robert Smith, yönetmen Paolo Sorrentino’ya fazlasıyla ilham kaynağı olmuş. Nihayetinde bu rengi atmış, benzi olmuş, melankolik ve depresif adam ne Robert Smith, ne de bir başka rock yıldızı. Yalnızca herhangi biri, belki de hepsinden bir parça, bir yansıma. Bu adamın dış görünüşünden aldığımız ilk izlenimler bunlar.

Biraz daha yakından bakınca bu orta yaşlı adamın kendisini geçmişte bir yerlerde bıraktığını anlıyorsunuz. Uzun yıllardır aynı giysileri giyiyormuşçasına yıpranmış görüntüsü sanki yaşayan bir ölü, yıllardır okunmamış tozlu bir kitap, ömrünü tamamlamış bir kaset çalar gibi.

Paslanmış ve çürümüş. Sanki hiç geçmek bilmeyen zamanı daha da ağırlaştırmak, hatta elinden gelse durdurmak istercesine… Bir fırsatı olsa ait olduğu yere, geçmişe geri dönecek ya da oracıkta ölüverip bu ızdırap dolu günlerine son verecek.

Müzik kariyerinin şansız bir şekilde sonlandığını tahmin ettiğimiz bu adam, neyse ki yapayalnız değil. Onu seven bir karısı ve 16’lık gotik bir arkadaşı var. Biz ne olacak diye beklerken film hiç umulmadık bir yola sapıyor ve bu miskin adama hayat öpücüğü, yani bir amaç veriyor.

Dünyayı kurtarmaya soyunmak kadar büyük, ya da bir çiçeğe su vermek kadar küçük, her ne olursa olsun hiçbir işe bulaşmayacak kadar kararlı görünen kahramanımız ölen babasının ardından akla hayale gelmeyecek bir işe soyunuyor; babasına toplama kampında işkence etmiş bir Nazi subayını bulmak için yollara düşmek! Evet böylesine tuhaf bir filmde olabilecek en enteresan yol ayrımlarından birisi bu.

Sean Penn’in performansına hayran kalmamak elde değil ama açıkçası filmin böyle bir yola sapmasından hoşlanmadım. Evet amaçşa, amaç olabilecek bir milyondan fazla ihtimalin içinden dünyada son kalan Nazilerden birinin peşine düşmek ama biz bu film çok gördük dedirtti bana. Ne bileyim, bir köpek alıp onu büyütmeyi ya da dünyanın herhangi bir yerinde nesli tükenmekte olan bir türü kurtarmanın peşine düşsün bu adam ama Nazilerin peşinde düşmesin artık.

Ama Cannes’dan Sean Penn’i tavlamak kolay iş değil nihayetinde, özellikle Lars Von Trier’in Hitler çıkışından sonra Cannes’dan kovulması olayını anımsarsak. Birilerini pohpohlamadan sektörde tutunmak kolay iş değil ne yazık ki.

(11 Temmuz 2012)

Gizem Ertürk

Eyüp Halit Türkyazıcı

Fuat Çelik’in Beyaz Yolculuk öyküsünü Hüseyin Kuzu ve Eyüp Halit Türkyazıcı senaryolaştırırlar ama önce ismini Ak Yolculuk’a, sonra da Katırcılar’a (Şerif Gören / 1987) dönüştürürler; film bu son değişiklikle çıkar: Katırcılar. Değişiklik burada kalmaz, öykü de epeyce değişikliğe uğrar. Önemli bir unsur, öykünün erkek kahramanı gazeteci, kadın’a dönüşür. Eyüp Halit Türkyazıcı, senaryonun yazılımına katılmakla kalmaz, filmdeki jandarma erlerinden birini de oynar. (Şimdi o filme ulaşanlar, Türkyazıcı’yı perdede hareket eder, konuşur halde de görebileceklerdir.) Ama ben kendisi ile tanıştım, görüştüm, gerçi üzerinden yıllar geçti ama bir zamanlar epey beraber zamanlarımız oldu. Bana, Çelik’in Beyaz Yolculuk öyküsünü de vermişti. Daktilo ile yazılmış öykü tamamlanamıyor (bendeki nüsna) ama filmde değişiklikleri hakkında bilgi veriyordu. Şimdi arasam o öyküyü bulabilir miyim acaba odamdaki evrak arasında.

Türkyazıcı ile kısada olsa -bir kaç kelime- film hakkında konuşmuştuk, başka şeylerin yanında… Zaman zaman karşılaştığımız oldu ve araya uzun yıllar girdi, görüşemedik. Sema Fener’in kitabında Eyüp’e teşekkürü görünce sevindim izini bulacağım diye ama bir gece geç vakit, o gün cenazesinin kaldırıldığını öğrendiğimde geç kaldığı anladım. Hüseyin Kuzu ile görüşmemde, görüşmediğimiz yıllarda hastalandığını, bir zamandır hastalığının rahatsızlıklarını yaşadığını öğrendim, sadibey.com’dan akademik kariyer yaptığını… ama tüm bunlar -belirlenmiş bir yerde- karşılaşmamıza, el sıkışmamıza, -geçmiş önemli değil- gelecekte yapılacak işlerden konuşmamıza yetmedi, yetemedi…

Şimdilerde, yönettiği Başkalarının Nefesi isimli uzun, Ateşle Yaklaşma isimli kısa metraj filmleri hakkında bilgi toplamaya kaldı iş. Toplanabilir, ulaşılabilir bilgiler (filmler!?) bunlar, toplanacakta… ama buz dağına benzeyen sinemamızın su altında kalan, çoğunluğun fark etmediği, farklı alanlarda çalışan bir emektarı daha, doğum tarihi yanına bir tarih daha yazılan-lar, -gittikçe kabaran- listesinde yerini aldı, acelen neydi “be”, sevgili Eyüp…

(09 Temmuz 2012)

Orhan Ünser

Biz Bu Filmi Gerçekten Görmüş müydük?

Sanırım fazla dolduruşa gelmişim. Tamam Sam Raimi’li Spider – Man’i çok sevmiştim. Özellikle de ilk filmi. Devam filmleri genelde hayal kırıklığı oluyor benim için, çoğunda ilkinden aldığım tadı alamıyorum. Belki de bu benim sorunum. Her neyse, bir de aşırı bağlanma problemimiz, duygusallığımız var ki en fenası. Aman efendim proje nasıl başka bir yönetmene verilirmiş, babyface Tobey Maguire’nin yerini o yeni yetme Andrew Garfiled nasıl alırmış. Falanmış da filânmış. Daha sonucu görmeden, (500) Days of Summer ile şahane bir iş çıkaran Marc Webb’e ön yargı zırhımızı kuşanmış hazır ol’da bekliyorduk. Bu durum bana bir kez daha gösterdi ki “ön yargı” ve “eski saplantısı” kötü bir şey.

Nasıl anlatıp, nereden başlasam… Bir kere şunu söylemeliyim ki, The Amazing Spider – Man’i izlemekten korkmayın. Çok eğlenceli. Yönetmen ve oyuncuları ucuza getirdiğini tahmin ettiğim yapımcılar işin görsellik kısmına büyük para harcamışlar ve büyük oranda da başarıyı yakalamışlar.

Biz bu filmi görmüştük, ne farkı var, diyebilirsiniz. Aslına bakarsanız çok farkı var. Bir kere çizgi romanı okuyanlar çok daha iyi bilirler ki, bu kez orijinal hikâyeye daha sadık kalınmış. Ayrıca yeni örümcek Andrew Garfield da tip olarak gerçeğe çok daha yakın bir yüz. Yapımcıların realistliği ile Marc Webb’in romantik kökenlerinden gelen duygusallığı da işin içine girince dengeli ve keyifle izlenebilir bir seyirlik çıkmış ortaya.

Tamam pek çok klişe var yine. Bir başyapıttan söz etmiyoruz nihayetinde. Bir de zaten herkes biliyor ki bu film tarz gençlik filmleri teenage kitle için yapılıyor. Onları tavlayacak formüller belli. Koca koca adamları memnun etmek için bunca para harcamadı herhalde yapımcılar. Sistem tek bir kitle üzerine oynuyor. O da gençler. Müzik piyasasından, sinemaya her şey onlar için… Justin Bieber’ler, Twilight’lar onlar için yaratılmadı mı? Bende hepsini God Bless America filmindeki gibi pompalı tüfekle taramak istiyorum ama kabul etsek de etmesek de gerçek bu. O yüzden bir köşede huysuzca homurdanmak yerine keyfini çıkartmak da fayda var.

(09 Temmuz 2012)

Gizem Ertürk

Paris’te Aşkın Binbir Hali

Aşk Sanatı (L’Art d’Aimer)
Yönetmen-Senaryo: Emmanuel Mouret
Görüntü: Laurent Desmet
Oyuncular: François Cluzet (Achille), Frédérique Bel (Achille’in Komşusu), Pascale Arbillot (Zoé), Julie Depardieu (Isabelle), Judith Godrèche (Amélie), Laurent Stocker (Boris), Élodie Navarre (Vanessa), Gaspard Ulliel (William), Ariane Ascaride (Emmanuelle), Emmanuel Mouret (Louis), Ariane Ascaride (Emmanuelle), (Philippe Magnan (Paul), Stanislas Merhar (Laurent), Philippe Torreton (Anlatıcı)
Yapım: Moby Dick Films (2011)

Ruhta aşkın müziğini arayan yönetmen Emmanuel Mouret’nin “Aşk Sanatı” filmi, modern zamanlarda aşkın hallerini gösteriyor. Bölümlerden oluşan bu film, karakterlerinin çoğunun da yollarını kesiştiriyor.

Tınılarıyla insanları büyüleyen piyanist Laurent, o müziğin peşine düşüyor. Yani aşkın müziğinin. Sık sık kadınlarla olan Laurent, o tınıları bir türlü ruhunda duyamıyor. Aşkın müziği Mozart’ın “Piyano Sonatı No 16” mı, yoksa Brahms’ın “3. Senfoni Op. 90” mıydı?. İkisi birden olabilir mi? Senfoni, Brahms’ın Clara’ya duyduğu karşılıksız aşkını anlatıyor, belirtelim. Başlarda skeç gibi olan film, hikâyeler geliştikçe doğal seyrine giriyor ve birçok karakterinin yollarını film boyunca kesiştiriyor. Seyirci filmi bir anlatıcının yorumlarıyla takip ediyor. Bir yıldır sevgilisi olmayan ve sevişememekten bulanıma girmiş Isabelle, soğuk yatağında bir rüya görüyor. En yakın arkadaşı Zoé’nin kocasıyla yatma hayali. Rüyasında Zoé, sağlık harcamalarından tasarruf yapabilmek için her insanın sevişmesinden yana. Yoksa insanlar, psikolojik sarsıntı yaşayıp psikiyatristlere gidiyor ve anlamsız biçimde vergi yükü getiriyor halkın üzerine. Rüyasından uyanan Isabelle, buluştuğu Zoé’yle konuşuğunda tıpkı rüyasındaki gibi kocasıyla yatmasını söylüyor. Rüyayla gerçek farklı. Isabelle düşünmek için ayrılıyor ve film başka hikâyeleri gösteriyor. Achille dairesindeyken kapısı çalıyor. Hiç görmediği kapı komşusu güzel genç kadını karşısında görüyor. Elbette olanlar oluyor. Anahtarlarını dairesinde unutmuş ve çilingir çağırmak için Acille’in telefonunu kullanan kadın, sevgilisinden yeni ayrılmış. Aşkın ateşini de Achille’in içine atıveriyor. Küçük bunalımlar yaşayan genç kadın, tüm dişi görüntüsü ve dişi sesiyle Achille’in sabrını sınıyor sürekli. İlişkide doğallığı arayan kadın, Achille’in sabrını üst noktaya taşıyor ve olanlar da oluyor.

Aşkta liberallik olur mu?

Hikâyenin başka bir yerinde genç çift, William ve Vanessa var. Bu ilişkide sadakat ve kıskanma öne çıkıyor. Birbirlerine karşı açık liberal bir ilişki bu. En azından teorik olarak. İşyerinden Louis, Vanessa’yla yatmak için sürekli ısrar ediyor. William, pişmanlığın vicdan azabından daha yakıcı olduğunu düşünüyor. Vanessa’yı bir gecelik macera için teşvik ediyor. Latin Amerika’ya gidecek Louis, bir daha göremeyeceği Vanessa’yla bir defa olarak onu unutacağını sanıyor belki de. Louis, Vanessa’ya aşık olunca işler farklı gelişiyor. Vanessa’yı cesaretlendiren William, kendisinin de biriyle olacağını söylüyor. Bu hikâyenin finali seyirci için eğlenceli. Hikâyeye Amélie ve Boris giriyor filmin bir yerinde. Boris’in kitabevi var ve en yakın arkadaşı Amélie’ye karşı engelleyemediği cinsel istek duyuyor. Bu anlarda kadın zekâsı öne çıkıyor. Amélie, evlerinin yakınında epeydir görmediği Isabelle’le karşılaşıyor. Bir yıldır sevişememiş Isabelle de kitapçı. Amélie’nin aklına bir fikir geliyor: Boris’le Isabelle’i yatakta buluşturmak. İkisi de birbirini görmeyecek. Otelde her şeyi ayarlayan Amélie, bu iki dostuna iyilik yapıyor. Bir de Emmanuelle var. Orta yaşını aşmış Emmanuelle, sevdiği kocası Paul’ü aldatmamak için ondan ayrılmayı düşünüyor. Son zamanlarda Emmanulle’de tarif edilemez cinsel patlama başlamış ve fantaziler kuruyor bu ateşle sürekli. Sonunda aşk kazanıyor.

Filmin hikâyesi Paris’te geçiyor. Yönetmen, aşk kadar büyüleyici Paris’i seyircilerine yaşatabiliyor. Paris ve aşk, sanki birbirlerini tamamlıyorlar. 1970 yılında Marsilya’da doğan oyuncu, yönetmen ve senarist Emmanuel Mouret’yi ülkemizde tanımayanlar çoğunlukta. Büyük oyuncu Gerard Depardieu’nün oyuncu kızı Julie Depardieu’yle François Cluzet’yi seyretmek müthiş keyif ayrıca.

(06 Temmuz 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Hüzün Yüklü Margot Aşka Giderken

Bu Dans Senin (Take This Waltz)
Yönetmen-Senaryo: Sarah Polley
Müzik: Jonathan Goldsmith
Görüntü: Luc Montpellier
Oyuncular: Michelle Williams (Margot), Luke Kirby (Daniel), Seth Rogen (Lou), Sarah Silverman (Geraldine), Vanessa Coelho (Tony), Jennifer Podemski (Karen)
Yapım: Joe’s Daughter (2011)

Kanadalı oyuncu ve yönetmen Sarah Polley “Bu Dans Senin” filminde kadınları yan yollara girmeden yansıtıyor. Hatta mahremiyetin ötesine geçerek.

Film, ocağın başında tatlı yapan Margot’nun üzerine açılıyor. Yönetmen, Margot’yu pencereden yansıyan ışığın yardımıyla sanki belgesel tadında yansıtıyor. Filmin girişiyle final bölümü birbirlerini tamamlıyor. Ardından Margot, elinde valiziyle yollara düşüyor. Bir süre de olsa seyircinin zihni karışıyor. Her şeyi toparlamak için bir zaman geçmesi gerekiyor filmde. Toronto’ya doğru bu yolculukta, Margot’yla Daniel’in yolları kesişiyor. Yönetmen, Margot üzerine zihin karıştırmayı da sürdürüyor. Uçakla, Nova Scotia’daki Louisbourg’a dönüyorlar. Rastlantıyla evleri de karşılıklı Margot’yla Daniel’in. Filmin hikâyesi, Kanada’nın Nova Scotia şehrine bağlı Louisbourg kasabasında geçiyor. Bu ada, Atlantik Okyanusu’nda. Açıklarında da Kuzey Kutbu var. Bölgeye Cape Breton Adası deniliyor. Körfezi de bulunan Louisbourg’un kalesi öne çıkıyor. Yönetmen, filminde bu güzel kasabanın güzelliklerini yansıtabilmiş perdeye. Kasabanın mimarisi gerçekten büyüleyici. Rengarenk taraçalı, yani verandalı müstakil evleri insana huzur veriyor. İşte bu huzur dolu kasabada Margot’nun hüzünleri var. Margot, Lou’yla evli. Lou, tavuk yemekleri kitabı yazan bir yazar. Bu yüzden evde bol bol tavuk tüketiliyor. Yönetmen, sürekli aralarında oyun oynayan Margot’yla Lou’nun sevişmelerini hiç göstermiyor. Hatta ima bile etmiyor. Sanki birbirlerini eğlendirmek için bir aradalar. Ama aralarında küçük sorunlar da var. Zaman zaman bu su yüzüne çıkıyor. Lou, şefkatli gibi görünse de kızabiliyor. Karşı komşu Daniel bir ressam. Çekingen olduğu için sergi açamıyor. Hayatını sürdürebilmek için kasabada çekçek işi yapıyor Daniel.

Aşka doğru yolculuk…

Margot ve Daniel arasında iletişim gelişmeye de başlıyor. Bir öğleden sonra barda martini içerken, Daniel’in kelimeleri Margot’yu belki de aşık ediyor ona. Yumuşak şiirsel kelimeler Daniel’in dudaklarında usulca değişip gri kelimelere dönüşüveriyor. Margot, çoğunlıkla mutfakta olan kocasını belki de zihninde değerlendirmeye başlıyor. Kocasının ailesini de seviyor. Lou’nun kız kardeşi Geraldine’in küçük kızı Tony ona çocuk özlemini gidertiyor. Elbette film tek çizgide gitmiyor. Çünkü hayat diye bir şey var. Margot, görümcesiyle de arada bir havuza gidiyor. Aralarda aile eğlenceleri oluyor. Ama hiçbir şey cinsel çekiciliğin yerini dolduramıyor. Margot, Daniel’e kasabanın otuz yıl sonrası için randevu verse de, deniz fenerine daha erken gidiyor kocasının izniyle. Geride sarsıntılar olsa da, Margot için bambaşka heyecanlar var ileride. Daniel’le Margot sevişirken perde yanıyor sanki porno sınırlarına gelirken. Yönetmen, filmindeki kadınlarını olduğu gibi gösteriyor. Havuzun duşunda her yaştan kadının çıplak vücudu dolaysız yansıyor. Michelle Williams, bir daha başka filmde böyle soyunmayacak belki. Filmin orijinal adı, Leonard Cohen’in şarkısından geliyor. “Take This Waltz” şarkısını filmin son jeneriğinde dinliyorsunuz. Biliyorsunuz, Cohen, Montréalli bir şarkıcı, besteci ve söz yazarı. Gerçek anlamda da bir şair. 1979 Toronto doğumlu yönetmen, oyuncu, senarist ve şarkıcı Sarah Polley, başrolünde Julie Christie’nin oynadığı 2006 yapımı “Away from Her-Ondan Uzakta” filmiyle biliniyor. Onu oyuncu olarak Adrien Brody’yle beraber 2009 yapımı Splice-Deney”, Jaco van Dormel’in 2009 yapımı “Mr. Nobody-Bay Hiçkimse” gibi filmlerden de hatırlayabilirsiniz.

(06 Temmuz 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Bu Valsi Yap, Yıllar Geçiyor!

Adını, yaşayan efsane Leonard Cohen’in aynı adlı şarksı Take This Waltz’dan alan Bu Dans Senin, her şeyden önce beni ismiyle tavlayan bir filmi oldu. “Bu valsi yap” der şarkıda Cohen… “Hepsi senin şimdi… Orada duruyor…”

İlk filmi “Away From Her” ile yönetmen koltuğuna oturan Kanadalı oyuncu Sarah Polley’in ikinci uzun metrajlı filmi Take This Waltz, çok ahım şahım olmasa da, tuhaf bir çekiciliğe bir sevimliliğe sahip. Çünkü anlattığı hikâye hepimizin başına gelebilecek kadar sahici. Evet, belki türdeşi sayılabilecek Cafe de Flore (Ruh Eşim) kadar çarpıcı değil ama en azından kendisini iyi ifade ediyor.

Filmin başrollerinde Michelle Wiliams, Seth Rogen ve Luke Kirby var. Her şeyden önce bence muhteşem bir cast seçimi. Filmi izlediğinizde göreceksiniz üç oyuncu da filmde canlandırdıkları karakterle cuk oturuyor.

Bir yüzleşme, sorgulama filmi Bu Dans Senin… Monoton bir hayat ve evlilik yaşayan genç Margot’un bir anda bir adama aşık oluvermesiyle (tabii karakterin sanatçı olması önemli bir unsur, kocasının da aşçı olduğu detayını verelim) kaldığı ikilem üzerine kurulu.

Bir taraftan da bir çocuksu masumiyet ve saflık var Margot’da… Çok hoşlandığı komşu çocuğunu gizlice gözetlerken, onunla buluşabilmek için fırsatlar kollarken, adeta durumu ebeveynlerine çaktırmamaya çalışan bir yeni yetme gibi.

Ne kendisi de boşanmış bir kadın olan Saray Polley (bu detayı mevzuyla ilgisi olduğu için veriyorum) ne de herhangi birimiz mutlu evliliğin, ilişkinin formülünü veremeyiz. Sadece deneriz. Şanslıyızdır ya da şanssız. Siz yıllar boyu çalışıp, çabalayıp bir ilişki inşa etmişsinizdir sonra bir gün biri gelir, bir gülümser ve her şeyi yerle bir eder.

İşte özetle böyle bir hikâyeyi, olabilecek en yumuşak dozda (hiç kimse birbirine bağırıp çağırmıyor, herkes pek olgun, sükûnetle izliyor olup bitenleri), parlak, sıcak renkler ışığında, şık plânlar ve güzel müziklerle anlatıyor Bu Dans Senin…

Ama bir de önermesi var ki, “yeni olan her şey eskir” diye o içinize fena oturuyor. Yani her şey bir gün bitecekse nerede duracağız? Yoksa hep aramaya devam mı edeceğiz? Heyecanla, aşkla, tutkuyla başlayan bütün ilişkiler bir gün birbirinin tıpatıp aynısı olacaksa ne için çabalıyoruz? Yoksa biri bizimle oyun mu oynuyor?

(03 Temmuz 2012)

Gizem Ertürk

Bir Yaz Hatırası

sadibey.com editörü Sadi Çilingir, geçtiğimiz Haziran ayının son günlerinde ilk kez düzenlenen Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nin Ulusal Kısa Film Yarışması jürisinde görev yaptıktan sonra İstanbul’a döndüğünde kardeş web sitesi tersninja.com kendisiyle festival ve basın sponsorlukları hakkında bir röportaj yaptı. Röportajı aşağıda okuyabilirsiniz:

Sadi Çilingir: sadibey.com Festivallerin Basın Sponsorluklarından Çekilebilir!

sadibey.com’un yaratıcısı, editörü, yazarı, işçisi, kısacası her şeyi olan sinema yazarı Sadi Çilingir ile Ayvalık Film Festivali’nde beraberdik. Ters Ninja gibi sadibey.com’da festivalin medya sponsorlarından biriydi. Buna ilâveten Sadi Çilingir de bizim gibi festivalden memnun ayrılan çoğunluğa mensuptu. Biraz bu memnuniyetin bir kez daha ortaya konması, biraz da sinema bloglarının festivallerle ilişkilerini değerlendirmek adına kendisine bazı sorular yönelttik.

Ayvalık Film Festivali’nden yeni döndünüz, nasıl bir festivaldi sizce?

Ayvalık Uluslararası Film Festivali, konuklardan çoğunun ifade ettiği ve benimde aynı kanaatte olduğum gibi çok samimi ve sıcak ilişkilerin olduğu bir festival olarak anılarımızda yerini aldı. O kadarki gördüğümüz samimiyet, festivaldeki bazı küçük aksaklıkları hoş görmemize neden oldu. Neticede festivali gerçekleştirenler yöreden öğretmenler ve İstanbul’da sinema okuyan öğrenciler. Konuya yeni yeni ısınıyorlar ve amatörce gayret gösteriyorlar.

Siz aynı zamanda kısa film yarışmasında jüriydiniz. Finale kalan filmlerin kalitesi oldukça yüksekti gördüğümüz kadarıyla. Jüri olarak zorlandınız mı?

Finalde yarışan tüm filmlerin hepsi birbirinden güzeldi. Jüri olarak önce hepimiz seçimlerimizi yaptık. Tartışmalar sonrasında hemen herkes ikna olduğu için bir – iki dalda kararımızı değiştirdik ve nihai neticeler ortaya çıktı. Çok adil bir değerlendirme oldu.

[Mehmet Bahadır Er, Maryna Gorbach, Zafer Kırşan, Sadi Çilingir ve Tayfun Çetindağ’dan oluşan Ulusal Kısa Film Yarışma Jürisi, Orhan İnce’nin yönettiği “Ali Ata Bak”ı En İyi Kısa Film Ödülü’ne değer gördü. Festival’de En İyi Yönetmen Ödülü ise “Dönüşü Olmayan Yolculuk: Son Durak Frankfurt Havaalanı” ile Güçlü Yaman’a verildi.]

Festival konusunda olumsuz görüşler de var. Haklılık payı buluyor musunuz siz bu eleştirilerde?

Eleştirileri duydum ve okudum. Festivalleri, gelen konuklara veya basın mensuplarına nasıl ilgi gösterildiği veya gösterilmediği şeklinde değerlendirmemek gerektiğini düşünüyorum. Neticede bu konular kişisel faaliyetlerle ilgili. Festivaller, gösterilen filmlerin kalitesi, gösterim şartları gibi sinemasal ve filmsel kriterler baz alınarak incelenmeli. Ayrıca festivallerin basın mensuplarının ulaşım ve konaklama masraflarını karşılamak gibi bir zorunlulukları olduğunu da sanmıyorum. Yurt dışındaki birçok festivalde masraflarınızı kendiniz karşılasanız bile ayrıca festivale akredite olmanız ve kabul edilmeniz gerekiyor.

Son yıllarda film festivallerinin sayısı arttı. Siz nasıl karşılıyorsunuz bu gelişmeyi?

Evet, tespitinize aynen katılıyorum. Kısa olsun, uzun metraj olsun aşırı şekilde film festivali düzenleniyor. Tabiri caizse film festivali enflasyonu var. Çok zaman birkaç festival aynı zaman aralığına rastlıyor. Çoğuna Kültür Bakanlığı destek veriyor. Bakanlığın, verdiği desteğin doğru kullanılıp kullanılmadığını ve sinema sanatına ne kadar katkı verdiğini takip etmesi gerekir. Bir Türkiye Festivaller Takvimi düzenlenmeli.

sadibey.com festivallerin vazgeçilmez bir medya sponsoru. Son yıllarda festivaller blog sponsorlarının sayısını artırdılar. İnternet yayıncılığı artık daha fazla kabul görüyor. Bu durum sadibey.com’u nasıl etkiliyor?

“Vazgeçilmez bir medya sponsoru” ifadenizi iltifat olarak kabul ediyorum. “Film festivali medya sponsorluklarında akla ilk gelen web sitelerinden” diyebiliriz. Festivallerin blog sponsorlarının sayısını arttırdığı şeklindeki ifadenizi ise eksik buluyorum. Çünkü blogların çoğuna festivaller sponsorluk teklif etmiyor, bloglar festivallere sponsor olmayı teklif ediyor. Sinema sektörü, festivaller ve sinema basını mensupları yıllardır birbirlerini tanıyor. Bir bakıyorsunuz bir arkadaş blog kuruyor, 1-2 ay sonra festivalin birine medya sponsoru olmak için başvuruyor. Festival yetkilileri blog sahibini yıllardır tanıdığından kıramıyor, basın sponsoru yapıyor. Bu durumun sadibey.com’u etkilemesi meselesine gelince, mutlaka etkileyecek ama bu etkileme sadibey.com’un basın sponsorluklarından çekilmesi şeklinde olacak gibime geliyor. Neden derseniz, biz şimdiye kadar 26 ayrı festivale basın sponsoru olduk, ki içlerinde İstanbul, Antalya, Adana, Ankara Film Festivalleri var. Hepsi bize sponsorluk teklif etti, biz sadece birisine teklifte bulunduk. sadibey.com 7 senelik mazisi olan bir blog, sadece son 2 senedir sponsor olmaya başladı. Zamanımızda, bakıyorum, 4-5 ay (1-2 ay bile denebilir) önce faaliyete geçmiş blog veya web sitesi festivallerde basın sponsoru olarak alfabetik logo sıralamasında önümüze geçiyor. O nedenle basın sponsorluklarından çekilmeyi düşünmeye başladım. Veya internet ortamında teklif ettikleri ilk 5 içindeysek kabul etmeyi düşünüyorum. Veya yeni başlayan blogların da şevkini kırmamak bakımından 2 tür medya sponsorluğu olabilir. Mesela yıllanmış blog ve web siteleri Bölüm Sponsorları, mazisi birkaç yıllık olanlar Genel Sponsorlar adı altında belirtilebilir.

Bazı bloglar sinema dergilerinden daha çok okunuyor, daha çok takip ediliyor ama hâlâ ilân ya da başka şekillerde bir gelir elde edemiyorlar. Siz de, biz de bu bloglara dahiliz. Ne düşünüyorsunuz, geleceğe yönelik bu konuda ümitleriniz var mı?

Blogların ilân ve gelir elde etme konusunda fevkalâde karamsarım. Reklâm konusunda konuştuğum, merkezi yurtdışında olan bir film şirketi yetkilisi bizim okurlarımızın sinemanın kemikleşmiş izleyicileri, dolayısıyla kazanılmış kitle olduğunu, bu nedenle bizlere verilecek reklâmın film şirketlerine artı bir getirisi olmayacağını belirtmişti. O nedenle sadibey.com olarak biz gelirden vazgeçtik, amiyane tabirle cepten yiyoruz. Neyse ki web sitesi sebebiyle, tutkunu olduğumuz sanatın ürünlerini herkesten önce seyretme imkânına sahip oluyoruz, o da bize yetiyor. Ayrıca film festivalleri bizleri konuk ederek, bir şekilde verdiğimiz emeğin karşılığını barter, yani hizmet takası şeklinde vererek dengeyi sağlıyor. Blog ve web sitelerinin takip edilme ve okunma açısından basılı gazete ve dergilerin önüne geçtiğine inanıyorum. Çünkü basılı aylık dergiyi birkaç gün yanınızda bulunduruyorsunuz, oysa blogların içeriğine cep telefonunuzdan bile ulaşma imkânınız var, hemde yıllar öncesi yazılan yazıları ve haberleri anında okuma imkânına sahipsiniz. Görüşlerimi belirtmeme vesile olduğunuz için teşekkür ederim.

(Bu röportaj http://www.tersninja.com’da 29 Haziran 2012 tarihinde yayınlanmıştır.)

(02 Temmuz 2012)

Landlord / Sadi Çilingir

Bir Kitap, Bir Eleştiri

Nijat Özön (1927 – 2010) 1968 yılında Türk Sineması Kronolojisi: 1895 – 1966 (Bilgi Yayınevi) isimli kitabını yayınladı. Bu yazarın 1962 yayınlanan Türk Sinema Tarihi (Dünden Bugüne: 1896 – 1960) kitabından sonra sinemamız üzerine yayınladığı kitap idi. Nezih Coş (1950? – 1984), bu kitap üzerine Ulusal Sinema Dergisi’nde (sayı: 3 / 4 – 1968) 5 sayfalık bir eleştiri yazısı yazdı. [Nijat Özön: Sinemamız (ve tarihi) üzerine yazılar, araştırmalar yapan bir yazarımız. / Nezih Coş: Erken yaşta yitirdiğimiz, sinema yazarı (ve eleştirmeni) / Ulusal Sinema: Türk Film Arşivi’nin yayını. Birinci sayısı “Özgür Sinema” adı ile sonraki 2 ve 3 / 4 sayıları ise “Ulusal Sinema” adı ile yayınlanmıştır. Türk Film Arşivi, şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema – Televizyon Bölümü’nün geçirdiği aşamalardaki duraklarından biridir.]

Nezih Coş, yazısında önce kitabı bölümler halinde ele alıp, bölümlerin içerikleri hakkında bilgi verdikten sonra, kitabı (Türk Sineması Kronolojisi) bir ara kitap olarak niteliyor. Bu yargısında haklıdır. Özön, 1962’de yayınlanan -o zaman için bir ilk olan- Türk Sinema Tarihi’nde, sinemamızın başlangıç yıllarına kısaca değindikten sonra 1960 yılına kadar olan süreyi -bir kitap kapsamında ele alınabilecek kadar- incelemektedir. Aslında, sonraki dönemin -60 sonrası dönemin- yeni kitaplarda ele alınması gerekirken, Özön bu konuda bir çalışma yapmamış, yine de önemini korumakta olan kitabının sonraki yıllarda tıpkı basımları ile yetinmiştir.

Sinemamız tarihi konusunda Özön’den sonra Mustafa Gökmen “Türk Sinema Tarihi”ni yayınlamıştır. Tamamen farklı ve çok kendini has bir yöntemle yazılan kitap, sinemamızın başlangıç günlerinden 1950 yılına kadar olan dönemi kapsamaktadır. Kendisi ile yaptığımız görüşmelerde Gökmen, 1950 yılından sonraki dönemin kendisini -kitap çalışması yapacak kadar- ilgilendirmediğini söylemiştir. Kitabı, yine de bu dönem için enteresan bilgileri içeren bir çalışmadır.

Tekrar makaleye dönersek, Coş, Özön’ün başlangıç yıllarında, o yıl içinde çevrilen filmlerin tamamını ele aldığına değinirken sonraki yıllarda, incelenen yıl için verilen film sayısı ile o yıl içinde zikredilen film sayısının tutmadığına değinmektedir. Özön, her yıl için çevrilen film sayısını verdikten sonra, o yılın önemli filmlerini yönetmen belirterek saymaktadır. O yıl içinde çeşitli özellik (“eğilimler ve özellikler”) arz eden filmler yine yönetmenleri belirterek tekrar saymaktadır. O yıl ağırlık taşıyan veya yeni başlayan “oyuncular”ı saydıktan sonra bir kısım oyuncuların oynadıkları filmleri zikretmektedir. Sonra da “sinema olayları” başlığı altında yurt içinde olan “olaylar”ı belirterek, yurt içinde yapılan festivallere (o yıllarda yeni başlamaktadır) yer verdikten sonra, yurt dışında yapılan festivallere katılan filmleri sıralamaktadır (o yıllarda bunlarda hayli az ve sınırlı sayıdadır).

Sinema ile ilgili olarak belirtilen yılda yurt dışında çekilen önemli yabancı filmleri de ülke de belirterek kıyaslama (?) olanağı hazırlamaktadır. Fakat bu kategoriler içinde sayılan filmler sıralandığında, o yıl için çevrildiği belirtilen film sayısına ulaşmamaktadır. Coş, arada belirtilmeyen filmlerin, belirtilmemesini anlayamamıştır, bunda da son derece haklıdır. Yıllara göre çekilen film sayısı belirtildikten sonra, o yıl için çekilen film sayısından daha az sayıda filmin adının belirtilmesi, kitap için bir eksikliktir. Belirttiğimiz gibi, Coş bu yargısında haklıdır. Ayrıca Coş’un değinmediği bazı bilgi hataları da içermektedir, Özön’ün kitabı. 1949 yılında çekilen Fedakâr Ana filminin yönetmeni olarak Cahide Sonku gösterilmektedir, oysa filmi Seyfi Havaeri yönetmiştir. Cahide Sonku filmin oyuncularındandır ve filmi çekim sırasında (veya sonrasında) yapımcısına ortak olmuş ve filmin jeneriğine de yönetmen olarak kendi adını yazmıştır. Bu yüzden Havaeri ile mahkemelik olmuşlardır. 1955 yılı yapımı Kara Vadi isimli filmin yönetmeni olarak Necati Çakın adı verilmektedir ki sinemamızda bu isimde bir yönetmen yoktur, doğru isim Mehmet Kemal Necati Çakuş’tur. Çakuş, o günlerde Gani Turanlı’nın kayınpederidir ve Kara Vadi de, Turanlı’nın görüntü yönetmenliğine başlamadan önceki yapımcılık (Üniversal Film) dönemine ait bir filmdir. Filmden beklenen kâr elde edilemeyince And Film’e satılacaktır, Turanlı’nın yapımcılığı da sona erecektir. Özön, yine 1955 yılı yapımı Ebediyete Kadar filminin yönetmeni olarak, yapımcısı Yukavim (!) Filmeridis’in adını vermektedir ki, filmin yönetmeni Turgut Etingü’dür. Benzer hatalar daha var…

Coş, bunlara değinmiyor, yalnızca yıllara göre filmlerin sayı olarak verilmesindeki yöntemi hedefliyor. Burada belirtilmesi gereken bir başka nokta da kitabın kapsadığı yıllara ait verilen filmlerin yapım yıllarına ilişkindir. O yıllara ait üç farklı kitapta (Nijat Özön – Türk Filmleri Kronolojisi / Agâh Özgüç – Türk Filmleri Sözlüğü / Giovanni Scognamillo6 Yönetmen) bazı filmlerin yapım yılları bir iki yıl farklılık içerecek şekilde verilmektedir. Bu konuda yıllar önce bir çalışma yapmış ve yayınlanmak üzere Ve Sinema Dergisi’ne vermiştim, 10. sayıda çıkacaktı, fakat -ülkemizde sinema dergilerinin başına her zaman gelen şey oldu ve- 10. sayı hiç bir zaman çıkamadı. Filmlerin yapım yıllarının (aslında bu da başlı başına bir yöntem sorunudur, yapım yılı mı?, gösterime çıkış yılı mı?) doğru olarak gösterileceği bir kaynak mutlaka çıkacaktır. (Memduh Ün’ün Bir Serseri filminin yapım yılı kaynaklarda 1960 olarak verilmektedir, filmin başrolünü Talat Artemel oynamaktadır. Artemel, Seden’in 1957 yılında çektiği Bir Avuç Toprak filminin setinde geçirdiği kalp kriziyle yaşamını kaybetmiştir. Peki, Ün’ün filmi Bir Serseri, üç yıl sonra nasıl oynar.)

Bu yazıda ne Özön, ne de Coş herhangi bir şekilde hedefimiz değildir. Yıllar önce okunan (Coş’un) yazısının unutulmaması (değişik şekilde hatırlanır olsada) nedeni ile tekrar okunması ve her zaman elimizin altındaki Özön’ün kitabı -sonuçta bir noktada buluşunca- bir araya gelince, yazmak gereğini duyduk. Bu vesile ile yakında yitirdiğimiz Özön ile uzak bir geçmişte kalan (ve her zaman genç kalacak olan) Coş’u hatırlamamıza vesile olduğu için de, bize yazma gayreti verdi. Her ikisinin de ellerine sağlık.

(01 Temmuz 2012)

Orhan Ünser

Türkiye Film Festivallerinin Geleceği

Belgesel kategorisi jüri üyesi olarak başından sonuna katıldığım ve seyretmediğim kısa filmleri seyrettiğim, Ayvalık Uluslararası Film Festivali sırasında, ülkemizdeki Kısa Film Festivallerinin geleceğini düşündük, masaya yatırdık da diyebilirim. Sadi Çilingir (sadibey.com) ve Ege Görgün (tersninja.com) kısa film festivallerinin ödül dağıtım stratejileri konusunda beyin jimnastiği yaptık.

Festival sayısı, niteliği konusuna girmeyeceğim, ben daha çok katılan filmlerle ve yönetmenlerle ilgileniyorum. Şu an ülkemizde kısa film türlerinin ve belgesellerin katılabileceği 180 civarında festival bulunmakta. Bu festivallerin % 90 kadarı 2-3 yıllık filmleri de kabul ediyor. Yani bir film 2 yıl sonra da festivale katılabiliyor. Bu festivallere katılan başarılı filmlerin ödül sayıları da bu süreç içinde 15-20’lere ulaşabiliyor. Bu durum yönetmen ve film adına sevindirici olsa da festival ve jüri üyeleri için olumsuzluklar da yaratabiliyor.

Öyle ya, başarılı bol ödüllü bir film jüri için risk oluşturuyor. Ödül versen bir türlü, vermesen bir türlü. Jüri için baskı oluşturuyor. Çok ödüllü film için yönetmen doğal olarak ödül bekliyor. Yönetmenler jüri kararına saygı duyabilir ki genelde böyle oluyor veya ödül vermesen demezler mi? “Nasıl bir karar bu, jüri adam kayırdı, yanlı davrandı, iyi filmden anlamıyor, torpil işledi” ve daha neler düşünebilir. Söylemese bile düşünebilir. Seyirci de düşünebilir. Oysa her iyi filmin her festivalde ödül almadığı bütün sinemacılar tarafından bilinmekte ve gözlemlenmektedir. Jürinin seçimine güvenilmektedir.

Ayvalık Uluslararası Film Festivali sonrasında, ”Türkiye’de neden herkes festival yapamaz? İşte cevabı!” isimli makalesinde sinema yazarı Murat Tolga Şen, ”Kısa film seçkisi başarılı, ancak yine eskimiş… İki yıldır hep aynı filmleri görmekten inanın sıkıldım. Türk sineması, kısa filmciler harıl harıl çalışırken bu kadar ‘izlenmiş’ eserleri ‘kocaman bir seçki yaptık’ diye programa sokmak marifet değil.” şeklinde görüş bildirdi.

Bu bütün festivaller için geçerli. Festivallere katılan, ön eleme jürisinin önüne gelen film sayısı 600’lere ulaşabiliyor. Bu kadar filmi ön eleme jürisinin en iyi 10 filme indirerek asıl jüriye bildirmesi gerekiyor. Bu ne kadar adil olabilir? Çok zor ve sorumluluk istiyor. Ön jürinin işini zorlaştırıyor.

Festivallerin önlem alması gerekiyor…

Bu kadar çok film çekilmesi sevindirici, müthiş bir haber bu, hem sinemamız adına hem de yönetmenler adına. Fakat bu filmleri seyirciye ulaştırmak için uğraşan festivaller ve yönetmenler avucunu yalıyor. Çünkü 10-20 iyi film her festivalde ön elemeyi geçip festival yarışmasına ve gösterimine alınıyor. Hep aynı filmler…

Pekiyi diğer filmler ne olacak?

Ben kısa film seyretmek istiyorum, illâ ki bu filmin çok iyi olması gerekmiyor. Festivallerin hep aynı filmlerin yarışmaması, gösterilmemesi, diğer filmlere de yer verilmesi için önlem alması gerekiyor. Benim önerim filmin sadece bir yıl süreyle festivallerin yarışma bölümüne kabul edilmesidir. Film eğer 2 yıl veya sınırsız katılma hakkına sahip olursa aynı filmlerin bol bol ödül alması kaçınılmazdır.

Seyirci ne olacak?

Bakıyorum programa, seyretmediğim 2-3 film kalmış… Film, eğer 2 yıl veya sınırsız festivale katılma hakkına sahip olursa festivalleri takip eden seyirciler aynı filmleri seyretmeyeceği için festivale olan ilgi azalacaktır. Özellikle yıl sonunda yapılan festivallerin seyircisiz kalması kaçınılmazdır. Bu nedenle artık gösterim seçkisinin de ön jüri tarafından yapılması kaçınılmazdır. Seyirciyi de düşünmek gerekmektedir. Özellikle gösterilmeyen filmleri programa almak doğru bir karar olabilir. Ödüllü filmler ise gösterim programında seyirciye sunulmalıdır.

Yönetmen ne olacak?

Bol ödül alan yönetmen kendini Nuri Bilge Ceylan zannedecek, hep finalist olan ama ödül alamayan yönetmen şanssız, ön elemeyi geçemeyen başarısız. Oysa festivallere çok film katıldığı için, katılan tüm filmler arasından finalist olan yönetmen zaten başarılıdır ve finalist olmak bir ödüldür. Finalist filmlerin yönetmenlerine 600 film içinden finalist oldu, ilk 10’a kaldı diye başarı belgesi verilmelidir. Ödül alamayan filmler arasında seçen bir festivalimiz bile var, Uluslararası 2. El Film Festivali. Ama ona katılıp ödül alamamak da söz konusu.

Bu kadar festivale yönetmen nasıl katılsın?

180 festivalli ülkemizde her festivali takip etmek olanak dışı. Festival ne kadar da masrafları karşılasa da bir takım masraflar kaçınılmaz, yönetmenin parası yetecek mi, bu kadar festivale gitmeye. Öyle ya, insanın işi var gücü var. Festivale filmi gönderdik, gösterime girdi, belki ödül de alabilir. Davetiye de geldi.

Hatta yönetmenle filmden sonra söyleşi var. İyi de yönetmen nasıl gelsin. Hangi birine gelsin… Sonuç olarak festival yönetmensiz geçiyor. Hatta yönetmen ödül almaya bile gelemiyor. Ödül almaktan yoruldum, daha geçen hafta Mardin Festivali’nde sonra da Ayvalıktaydım, kusura bakmayın yorgunum gelemeyeceğim, kargo ile gönderin!…

İyi filmlere ödül verememenin dayanılmaz hafifliği…

Festival yönetimi önceden dağıtılacak ödülleri belirler. Genelde 10 filmin finale kaldığı festivalde, sadece En İyi Film Ödülü veya Birinci, İkinci, Üçüncü, Mansiyon, Jüri Özel Ödülü ve çeşitli kurumların özel ödülleri verilir. Ama bu jüri için çok zordur. 600 film içinden sadece En İyi Film’i seçmek, başarılı diğer filmlere ödül verememek ve bunun acısını yaşamak üzüntü verici. Bu aslında diğer filmlere kötü demek değil, sonuçta onlar da birer sanat eseri. Her filmin güzel yanları var. Bir filmi sanat eseri olarak gördüğümden ve saygı duyduğumdan, sanat eserleri arasında yarışma yapılmasına kökten karşı olduğumu belirtmek isterim. En güzel çare, sanıyorum filmleri, yönetmenleri yarıştırmamak, sadece filmi göstermek ve seyircinin beğenisine sunmaktır.

Acaba festivaller, katılım şartnamesine “daha önce ödül alan” veya örneğin “5 ödül alan film katılamaz” şartı koyarsa ne olur? Zor ve düşünülmesi gereken bir karar, ancak ne yazık ki bu noktaya doğru gidiyoruz. Artık festivale ilgi toplamak için bu tip çareler arayan festivaller çıkabilir. Jüri en azından hiç ödül almamış iyi filmlere ve yönetmenlere özel ödül verme hakkını kullanabilir. Aslında bunların bir düzene konulması gerek. Acaba bu düzeni hangi kuruluş sağlayacak? Festivallerden sorumlu devlet bakanlığı mı?

(30 Haziran 2012)

Hayri Çölaşan
http://www.kameraarkasi.org

Nükleer Felaketin Hayalet Şehrinde

Çernobil’in Sırları (Chernobyl Diaries)
Yönetmen: Bradley Parker
Hikâye: Oren Peli
Senaryo: Oren Peli-Carey Van Dyke-Shane Van Dyke
Müzik: Diego Stocco
Görüntü: Morten Søborg
Oyuncular: Jonathan Sadowski (Paul), Olivia Dudley (Natalie), Jesse McCartney (Chris), Devin Kelley (Amanda), Dimitri Diatchenko (Uri), Nathan Phillips (Michael), Ingrid Bolso Berdal (Zoe)
Yapım: Alcon-FilmNation (2012)

Bradley Parker, “Çernobil’in Sırları” filminde yıllar sonra bile nükleer felaketin devam ettiğini gösteriyor. Gerçekçi taraflarının yanında fantastik korku filmine dönüşen yapım korkutmayı başarıyor.

Yıllar önce, 1986 yılında Çernobil’de nükleer kaza olmuştu. Ukrayna’nın kuzeyindeki başkent Kiev’e bağlı Çernobil, reaktör patlamalarından sonra boşaltılmış, insanlar kansere yakalanmış, engelli çocukları olmuştu. 2012 yapımı “Chernobyl Diaries-Çernobil’in Sırları”, fantastik bir korku filmi. Bradley Parker’ın yönettiği bu film, Belgrad’da 2. Dünya Savaşı yıllarında yapılmış Nazi karargâhında ve sığınaklarında çekilmiş. Ayrıca, Çernobil’de çalışan insanların ve ailelerinin yaşadığı Pripyat şehri, Sovyetler’in terk ettiği Hava Kuvvetleri’ne ait üslerde ve tünellerde çekilmiş Belgrad’da. Pripyat’ta 50 bin insan yaşıyormuş ve facia sonrası hemen boşaltılmış şehir. Pripyat, yıllardır hayalet bir şehir. Facia olmadan hemen önce şehirde 1 Mayıs Işçi Bayramı için lunaparklar kurulmuş çocuklar eğlensin diye. Ama ne yazık ki, 26 Nisan 1986’da nükleer felâket yaşandı. Filmdeki Pripyat, öyle gerçekçi ki. İnsanların yaşadığı apartmanlar, eşyalarla dolu daireler, enkaza dönmüş arabalar. İnsanı etkileyen ve ürküten mekânlar. Sanat açısından da bakınca görselliği de zengin. Filmin bazı sahneleri de Macaristan’da çekilmiş.

Tehlikeli bir tur…

Chris, sevgilisi Amanda ve arkadaşları fotoğrafçı Natalie’yle beraber, Amerika’dan başlayıp Londra, Paris, Prag ve sonunda Kiev’de sonlanıyor. Chris’in abisi Paul yıllardır Kiev’de yaşıyor. Chris, sevgilisi Amanda’ya Moskova’da evlenme teklifi yapma hayali kurarken, abisi onları Çernobil turuna davet ediyor. Tur rehberi Uri ve güvenli olmayan külüstür minibüsüyle yola çıkmadan önce Michael ve Norveçli sevgilisi Zoe de onlara katılıyor. Pripyat’ın girişinde askerler şehre girmelerine izin vermiyorlar. Uri, bildiği başka bir yoldan şehre sokuyor müşterilerini. Önce hayalet şehir Pripyat keşfediliyor. Binalar ve yaşam alanlarını gördükçe burada insanlar mı vardı, diye düşünüyorsunuz. Apartmanda devasa boz ayının tehlikesini atlatan bu bir grup insan oradan hemen uzaklaşmak istiyorlar. Ama, minibüsün kablosu kemirilmiş bir hayvan tarafından. Karanlık çöktükten sonra dışarıdan münibüse göremediğimiz hayvanlar saldırıyor. Uri, yardım bulma umuduyla dışarı çıktığında peşinden Chris de gidiyor. Karanlığın içinde onlara bir şey saldrıyor. Uri kaybolurken Chris de yaralanıyor. Tekin olmayan mekânlarda tuhaf bir korku her yeri sarıyor. Yönetmen, “şey”lerin belli belirsiz gölgelerini göstererek mistik bir korku yaratmış. Köpekler, alabildiğine vahşi. Gölün içindeki balıklar mutasyona uğramış. Felâket sonrası orada kalmış insanlar da oradaki canlılar gibi mutantlara dönüşmüş. Tura çıkmış bu insanlar için trajedi gecikmiyor.

Filmin senaristlerinden Oren Peli bir yönetmen. Onu, 2007 yapımı “Paranormal Activity” filmiyle hatırlayabilirsiniz. Bu korku filmi, görsel efektçilikten yönetmenliğe geçen Bradley Parker’ın ilk filmi. Parker, seyircilerini mekânlarıyla ürkütmek istemiş. Bunu da başarıyor. Her an bir yerlerden bir şeyler çıkacakmış gibi sürekli diken üstünde kalıyorsunuz. Gerilimli müziklerin de altını çizmeli. Zoe’yi canlandıran Norveçli oyuncu Ingrid Bolso Berdal’ı, Roar Uthaug’un 2006 yapımı “Fritt Vilt-Şeytanın Oteli” filminde Jannicke karakteriyle hatırlıyoruz. Mekânlarıyla ürküten filmleri özlemiştik. “Çernobil’in Sırları” filmi bu özlemi gideriyor. Bir küçük hatıra: Çernobil’de 1986 yılındaki bu felâket sıralarında, çiçek açmış rengarenk TRT’den muhteşem filmler izliyorduk Izmir’de. Norman Jewison’ın 1971 yapımı “Fiddler on the Roof-Damdaki Kemancı”, Jack Clayton’ın 1974 yapımı “The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby”, Volker Schlöndorf’un 1984 yapımı “Un Amour Swann-Swann’ın Aşkı” filmleri sinemanın köklerini salıyordu TRT’yle ruhumuza. Michael Nouri’nin gangster Lucky Luciano’yu canlandırdığı 13 bölümlük “The Gangster Cronicles-Luciano” mini dizisi nefesleri de kesiyordu.

(29 Mayıs 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Önce Söz mü, Anlam mı Yoksa Eylem mi Vardı?

Faust
Yönetmen: Aleksandr Sokurov
Oyun: Johann Wolfgang von Goethe
Senaryo: Marina Koreneva-Yuri Arabov-Aleksandr Sokurov
Müzik: Andrey Sigle
Görüntü: Bruno Delbonnel
Johannes Zeiler (Faust), Anton Adasinsky (Tefeci Mefisto), Isolda Dychauk (Margarete), Georg Friedrich (Wagner), Hanna Schygulla (Tefeci’nin Eşi), Antje Lewald (Margarete’nin Annesi), Sigurdur Skúlason (Heinrich’in Babası), Florian Brückner (Valentin)
Yapım: Proline Film (2011)

Büyük Rus yönetmeni Aleksandr Sokurov’un “Faust” filmi, efsaneyi tersine çeviren ve anlamın peşinde dolaşan bir yapıt. Bu film, 68. Venedik Film Festivali’nde “Altın Aslan” ödülünü almıştı.

Film, gri gökyüzünde asılı bir çan ve bir çerçeveli ayna sallanırken, kamera minyatür bir yeri çağrıştıran kasabaya yaklaşıyor. Dr. Heinrich Faust, “ruhu” arayan yardımcısı “filozof” Wagner’le beraber bir cesedin iç organlarını çıkartıyor. Seyirci, iğrenç, irkiltici ve sarsıcı bir anla hikâyenin içine girmiş oluyor. Filmin, zorlu ve labirentli sokaklarında dolaşırken, çan ve ayna nesneleri de zihnin bir köşesine yerleşmeli. Çünkü bu filmin derinliğinde dine göndermeler, anlam, varoluş ve yansıma var. Bu filmi seyrederken, en azından Faust üzerine bir şeyler duymuş olmak, varoluş üzerine düşünmek, “ayna” metaforunun ne demek olduğunu bilmek gerekiyor. Neredeyse iki yakın dost olan Faust ve Mefisto’yu bu “ayna” metaforu üzerinden bakmak daha mı iyi olur? Filmin sonunda bu daha da bir anlamlaşıyor. Bu filmde “tetralojik” yaklaşanlar da var. Tetraloji, Yunan tragedyalarından geliyor. Üç trajedi ve bir dram anlamına geliyor. Büyük Rus yönetmeni Aleksandr Sokurov’un filmini seyrederken de bunları fark edeceksiniz belki. En önemlisi, Dante’nin (1265-1321), “İlahi Komedya” adlı epik şiirini de düşünüyorsunuz. “Araf”ı, Mefisto’yla Faust’un kasabadaki ilişkilerinde, “Cennet”i, Margarete’nin bulunduğu anlarda, “Cehennem”iyse final bölümünde görüyorsunuz. Film, gerçeküstücü ve dışavurumcu estetikler arasında dolaşıyor. Ayna yansımaları, daha çok gerçeküstücü. Kasabanın yansıyışı, orada yaşayan çoğu insanın içindeki enkaza metafor yapıyor gibi.

Araf’ın içinde dolaşırken…

Filmin girişinde, çanla beraber görüntünün ortasında sallanan ayna imgesi gerçekten bu filme anlam ve estetik katıyor. Eski Yunan felsefesinden gelen “ayna gerçekliği” üzerine düşünüyorsunuz. Sokurov, bazı sahnelerde ayna yansımasını yaratıyor perdede. Bu anlarda, projeksiyondan perdeye yansıyan görüntüler gibi algılıyorsunuz. Yönetmen aynen böyle de yapmış olabilir. Görüntüler bu anlarda biçim bozumuna uğruyor. Gerçeklik üzerine yanılsama, belki de yabancılaşma yaşıyorsunuz. Gerçek, gerçek mi diye düşünebilirsiniz. Gerçek, neye göre gerçek? Gerçek, Faust’un gözleriyle gördüklerinde mi, yoksa Mefisto’nun sürüklediği yerlerde, belki de “cehennem”de mi algılanacak? Aynadan yansıyan görüntüler gibi yansıyan anlar, herkesi gerçeklik duygusundan uzaklaştırıyor muydu, yoksa gerçeğe biraz daha mı yaklaştırıyordu? Mefisto daima yanılsama mı veriyor? O bir şeytan ve dinin “doğru”larından insanı yan yollara mı saptırıyor? Tefeci Mefisto, Faust’un ruhunu ele geçirebilmek için her şeyi deniyor. İnsanın zayıf noktalarını çok iyi bilen Mefisto, Faust’un da en zayıf yerini hemen keşfediyor ve midesi gibi boş kalbini güzeller güzeli Margarete’nin aşkıyla doldurmak istiyor. Böylece Faust’la anlaşma yapıp ruhunu alabilecek. Margarete, insanın güzellikte geldiği son yer gibi. Filmdeki hiçbir insan Margarete kadar güzel değil. Mefisto en uçlarda bir çirkinken, Margarete de en uçlardaki bir güzel. Yunan felsefesindeki kusursuz güzellik gibi. Mefisto, Faust’a acılar yaşatıyor hep. Güzelliği gösterirken. Meyhanede Mefisto, küçük bir oyun oynuyor ve Faust’u katil yapıyor, kahraman asker Valentin’in ölümüyle. Valentin, Margaret’nin bilmediği hep uzaklardaki abisi. Annesi bile oğlunu zor tanıyor. Faust’u daima zor durumda bırakan Mefisto, Faust’la yazılı anlaşma yapıyor ve imzayı da Faust’a kanıyla attırıyor.

Margarete’ye abisini kendisinin öldürdüğünü itiraf eden Faust, “doğruluk” uğruna kendine doğru gelen saf aşkı da farkında olmadan engelliyor. Bu sahnedeki çekimler çok çarpıcı. Kederlere düşen Margarete, annesinin de kendisinden nefret ettiğini düşünerek kendine cehennemi yaşatıyor. Margarete her zaman kilisiye giden ve rahibe içini döken güzeller güzeli. Latincede adı “Mutluluk” olan Faust, Yunanca İncil’de “Önce söz vardı” cümlesi üzerine düşünürken, anlamın daha önce olduğunu savunuyor. Evine gelmiş Mefisto da “Önce eylem vardı” diyor. Sonra da Faust’u peşine takarak eylemin her çeşidini ona gösteriyor. Anlaşmadan sonra, Mefisto’dan Margarete’nin gölde intihar edeceğini öğrenen Faust, Margarete’yi kurtarabilecek mi? Margarete’nin çıplak cennet vücudunun üzerinden kayıp duran kamera “Cennet”i ölümsüzleştirmek istiyormuş gibi. Final bölümündeki “Cehennem”, kutsal kitaplardaki gibi ateşler içinde değil, alabildiğine soğuk. Faust, Goethe’nin eserinin dışına çıkıp Mefisto’ya trajedisini yaşatıyor “Cehennem”de.

Büyük ustadan…

Rus sinemasında Andrey Tarkovski ruhunu taşıyan Aleksandr Sokurov 1951 doğumlu. Sokurov, dingin anlatımlı filmlerinde biçim alıştırmaları yapan yaratıcı yönetmenlerden. 2002 yapımı “Russkiy Kovcheg-Rus Sandığı” filminde yaklaşık 100 dakika hiç kesme yapmadan çekmişti. Mekân da bir binaydı. 2007 yapımı “Alexandra-Aleksandra” filmindeyse, solmuş fotoğraf tadı veren sepya tekniğini kullanmıştı usta. Bunları düşünüp, ustanın 2011 yapımı “Faust” filminde yaptığı stil araştırmalarına anlam verebilirsiniz. “Faust” filmi, 68. Venedik Film Festivali’nde “Altın Aslan” ödülünü de aldı. Jüri başkanlığını yapan Amerikalı önemli yönetmenlerden Darren Aronofsky, Sokurov’un bu yapıtı için, “Hayatınızın akışını değiştirecek bir film” demişti. Filmin en güzeli, 1993 doğumlu Rus kökenli oyuncu Isolda Dyachuk, sanat kariyerini Almanya’da sürdürüyor. Genç oyuncu, Almanya’da daha çok televizyon dizilerinde görünmüş. Güzel oyuncu, Sibirya kanı taşıyor. Film, Prag’daki Barrandov Stüdyoları’nda kurulmuş setlerde çekilmiş. “Cehennem” gibi çok az sahne Izlanda’nın gri mekânlarından yansıyor perdeye. Elbette Çek Cumhuriyeti’nde tarihi mekânlarda da çekimler yapılmış. Bohemya’daki Kutna Hora şehrindeki gibi. Barrandov, 1921 yılunda kurulmuş. Macaristan ve Bulgaristan’ın ardından Hollywood buraya da ilgi gösteriyor. Milos Forman, Jiri Menzel, Jan Kadar gibi sinemacılar bu stüdyoda filmler çekti. Naziler, Çekoslovakya’yı işgal ettiklerinde ilk yaptıkları şey bu stüdyoyu geliştirmekti.

(29 Haziran 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Kaybolan Kadının Geride Bıraktıkları

Sert Rüzgarlar (Des Vents Contraires)
Yönetmen: Jalil Lespert
Roman: Olivier Adam
Senaryo: Marion Laine-Olivier Adam-Jalil Lespert
Müzik: Francis David Moreau
Görüntü: Josée Deshaies
Oyuncular: Benoît Magimel (Paul), Isabelle Carré (Josée), Audrey Tautou (Sarah), Antoine Duléry (Alex), Ramzy Bedia (Samir), Marie-Ange Casta (Justine), Bouli Lanners (Bréhel), Hugo Fernandez (Clément), Cassiopée Mayance (Manon), Lubna Azabal (Yamine), Daniel Duval (Xavier)
Yapım: Wy Production-Universal (2011)

Oyuncu-yönetmen Jalil Lespert’in “Sert Rüzgarlar” filmi, yazar Olivier Adam’ın romanından uyarlanmış modern zamanlardaki acılar üstüne. Filmde, Paul’le beraber başka insanların dramları da yansıyor.

Paul Anderen bir yazar. Sabah kahvaltıda doktor karısı Sarah’yla çocukları Clément ve Manon’un önünde tartışırlar. Romanına yoğunlaşmış Paul, karısının çocukları okula bırakmasını istemesiyle adeta patlıyor. Sanki bu evlilik Sarah tarafından sorgulanıyor. Sarah akşam eve gelmiyor. Aramalar sonuç vermiyor ve aradan bir yıl geçiyor. Tüm birikimlerini karısının aranmasına harcayan Paul, büyük şehir Paris’te iki çocukla ayakta durmakta zorlanıyor. Ehliyet kursu işi yapan abisi Alex’in davetini kabûl eden Paul baba ocağı Saint-Malo’ya da dönmüş oluyor. Büyüdüğü eve yerleşen, çocuklarıyla eğlenerek evi badana yapan mutsuz Paul’ün zihninin bir köşesinde hep kayıp karısı var. Kursta kendine ilgi duyan hayalleri geniş güzel Justine’le, bunalımdan olmalı, okyanus kıyısında tecavüz eder gibi sevişiyor Paul. Film ilerledikçe başka insanların hikâyeleri de yansıyor kıyıdan köşeden. Alex, karısına aşık olmaktan çok onu kaybetmekten korkan biri. Karısının kendisini aldattığında bile tek kaygısı onun kendini bırakıp gitmesi. Hayatta hep çekingen olmuş Alex, sakin görüntüsünün aksine içinde fırtınalar yaşıyor. Çünkü her şeyi içine atmış. İçinde biriken öfkesini Paul’den çıkarıyor Alex. Bir de mösyö Bréhel var. Küçük bir kaza onun hayatını altüst etmiş ve elinde ne varsa kaybetmiş. Şimdi Atlantik kıyısında bir karavanda tek başına yaşıyor. Hayatında yeni bir başlangıç için kaybettiği ehliyetini yeniden kazanmayı hayal ediyor. Çocukluğun bu şehrinin her bir yerinde hatıralar ve biraz yaşlansalar da aşina yüzler de var. Çocuklarına annelerinin yokluğunu hissettirmemeye çalışan Paul’ün hayatına “Nakliyeci” adıyla anılan Samir de giriyor. Hapiste yatmış Samir, işsiz olduğu için karısı Yamine, yeni rap müziği tutkunu oğlunu göstermiyor. Samir de okuldan oğlunu alıp, Paul ve çocuklarıyla okyanus kıyısında eğleniyorlar. Bu olaydan sonra unuttuğu polisler hayatına yeniden giriyor Paul’ün. Kadın polis Josée Combe, belli etmese de içinde yangınlar olan Paul’e alttan alta ilgi de duyuyor. Filmin finali, tam anlamıyla seyirciyi zihinsel bir boşluğa düşürüyor. Samir’le dostlukları kısa sürse de bitirdiği kitabını ona adıyor Paul. Kitabının metnini Paris’te yayıncısı Xavier’ye veren depresyon içindeki Paul, Seine üzerindeki köprüde ne düşünmüştü acaba? Belki de karısının trajedisini. Belki de, kendisini hep küçük görmüş karısının ailesini. Belki de çocuklarını, Alex’i, geçmişini, hatta gri bulutlar içindeki geleceği. Açık uçlu bir sonda bir şeyler dolaşıyor zihninizde. Modern zamanlardaki acılar sarsıcı.

Dingin bir anlatım…

1976’da Paris’te doğmuş Cezayir kökleri de olan oyuncu ve yönetmen Jalil (Celil) Lespert, ikinci uzun filmi 2011 yapımı “Des Vents Contraires-Sert Rüzgarlar” gizem dolu bir iç yolculuk. Yönetmen Lespert’i, oyuncu olarak Robert Guédiguian’ın 2005 yapımı “Le Promeneur du Champ de Mars-Son Sosyalist Mitterrand” filminde Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand’la dostluk kuran gazeteci Antoine Moreau karakteriyle hatırlayabilirsiniz. 2011 yapımı “Des Vents Contraires-Sert Rüzgarlar”, dingin anlatımlı bir film. Yönetmen, kamerayı ve kurguyu Paul’ün sakin görünümüyle buluşturmuş ama bu sakinliğin altında filmin Türkçe adındaki gibi sert rüzgârlar esiyor. Vicdan azabı ve suçluluk da var. Filmin genel görüntüsünde de hayatın sertliği kendini hissettiriyor. Fonda duyulan müzikler bile Paul’ün görünümüyle özdeşleşmiş gibi. Paul, sanki bu dingin tınılardan kurtulmak için kendini diskonun hızlı ve zıplatan müziğine bırakıyor arada bir. Lespert filmini, Olivier Adam’ın 2009’da yayımlanmış aynı adlı romanından uyarlamış. 1974 doğumlu Fransız yazar Adam’ın romanları sinema için verimli. Senaryosunu yönetmen Philippe Lioret’yle beraber yazdığı ilk romanı da gizem yüklüydü. 2006 yapımı “Je Vais Bien, Ne t’en Fais Pas-Benim İçin Üzülme” filminde de bir kayıp vardı sonu trajik olan. Yazar, yönetmen Lioret’yle 2009 yılında “Welcome-Hoşgeldiniz” filminde de işbirliği yapmıştı. Bu filmde Kürt göçmenler öne çıkıyordu. Yazarın romanları ülkemizde yayımlanmadı.

Büyüleyen mekânlar…

Aşağı Normandiya’da bulunan, kale duvarlarıyla ünlü, Arnavut kaldrımlı sokakları ve haliç’i olan liman şehri Saint-Malo, büyülü bir yer. Burası, Fransa’nın kuzey batısında ve Bretanya Bölgesi’nde, yani “Région Bretagne”da. Manş Denizi’ne de çok yakın. Gelgit olayları da yaşanıyor denizinde. Rennes şehrine de hayli yakın. Romantizm akımının kurucularından ünlü Fransız yazar, tarihçi ve politikacı François-René de Chateaubriand’ın (1768-1848) doğduğu yer ayrıca burası. Yazarın “Napoleon Mezar Ötesinde Hatıralar”, “Sonuncu Ibn-i Serac’ın Maceraları”, “Atala/René ya da Çölde Iki Vahşinin Hayatı” kitapları ülkemizde biliniyor. 1974 Paris doğumlu Benoît Magimel, Michael Haneke’nin sarsıcı filmi 2001 yapımı “La Pianiste-Piyano Öğretmeni” filminde Walter Klamler karakteriyle unutulmaz bir oyunculuk göstermişti. Claude Chabrol’ün 2003 yapımı “La Fleur du Mal-Kötülük Çiçeği”, Harry Cleven’in 2005 yapımı “Trouble-Gizemli Geçmiş” akılda kalıcı filmleri oyuncunun. Kadın polis Josée’yi oynayan Paris doğumlu Isabelle Carré, Leatitia Colomboni’nin 2001 yapımı “A la Folie… Pas du Tout-Seviyor… Sevmiyor…” filminde de yine Audrey Tatout’yla başrolü paylaşmıştı. 2005’te Anne Fontaine’in “Entre ses Mains-Hayatım Ellerinde”, 2006’da Christian Vincent’ın “Quatre Etoiles-Tatlı Hayat”, 2007’de Luc Jacquet’nin “Le Renard et l’Enfant-Arkadaşım Tilki”, 2008’de Josiane Balasko’nun “Cliente-Müşteri”, 2009’da François Ozon’un “Le Refuge-Yuva” filmlerinde oynadı ve bu filmler buralara da uğradı.

(22 Haziran 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Mutlu Adamın Karışık Zihni

Ruh Eşim (Café de Flore)
Yönetmen-Senaryo: Jean-Marc Vallée
Görüntü: Pierre Cottereau
Oyuncular: Vanessa Paradis (Jacqueline), Kevin Parent (Antoine), Hélène Florent (Carole), Evelyne Brochu (Rose), Joanny Corbeil-Picher (Juliette), Rosalie Fortier (Angeline), Marin Gerrier (Laurent), Alice Dubois (Véronique), Evelyne de la Chenelière (Amélie)
Yapım: Alliance Vivafilm (2011)

“Çılgın” filmiyle tanıdığımız Kanadalı yönetmen Jean-Marc Vallée’nin “Ruh Eşim” filmi, günümüzde Montréal’de, geçmişte de Paris’te geçiyor. Neredeyse iki ayrı film seyrediyormuşsunuz gibi.

DJ Antoine Godin, iki yıl kadar önce eşi Carole’den ayrılmış. Şimdiyse güzel ve genç Rose’la heyecanlı bir aşk yaşıyor. Orta yaş bunalımının içinde kıvranan Antoine, iki kızı Angeline ve Juliette kendinde kalmış. Büyüme krizleri geçiren ve babasının Rose’la ilişkisine karşı tavır koyan Angeline elinden gelen her şeyi yapsa da aşkın karşısında her şey yeniliyor. Antoine, iş için yurtdışına giderken, havaalanında “down sendromlu”, yani “mongol” gençlerin arasından geçer ve yavaş adımlarla uçağa doğru gider. Ayrıldığı eşi Carole, dışarıya karşı bu ayrılığın kendisini sarsmadığını göstermeye çabalıyor, ama ruhundaki derin acı yüzüne de yansıyor. Uyuşturucu da kullanan Carole bir uyurgezer. Geceleri, dışarıdan pencereye yansıyan araba farlarıyla Antoine geldi diye umutlanan Carole, film boyunca Paris’te geçen bir rüya da görüyor. Bu rüya, uzun ve her gece devam ediyor. Antoine gibi kendisi de ilk gençlik yıllarındaki aşklarını hatırlıyor zaman zaman Carole. Ama bu rüya önemli. Hatta bu rüya anlarını farklı bir film gibi de görebilirsiniz. Bu rüya, asıl hikâyeyle buluşuyor sonunda.

İlk görüşte aşk…

Antoine, bir partide Rose’u görür görmez güzelliğinden etkileniyor. Carole, Antoine’ın Rose’a ilgisini hemen fark etse de güçlü kadın gibi davranıyor. Hatta Rose’un gençliğini ve güzelliğini de kutsuyor. İlk gençlik yıllarının büyük aşkı Carole’den ayrılan Antoine, gecikmeden Rose’la yaşamaya başlıyor kızlarıyla beraber. Havuzlu evinde mutluluk içinde yaşayıp giden Antoine’ın sorunları da yansımaya başlıyor. Suçluluk duygusuyla karışık bir zihinle. Psikiyatrisle konuşmalarında göründüğü gibi mutlu olmadığı anlaşılıyor Antoine’ın. Bir simgeye dönüşen güneş görüntüsü, zihninden yansıyormuş gibi. Anlamlandırmakta zorlanabiliyor insan. Antoine’ın yaşlı anne-babası neredeyse ataistler. Noelleri daima bir ay sonra kutluyorlar İncil’den kelimelerle. Bu kutlamalarda aile ve dostlar bir araya geliyor. Baba, Antoine’ın ilişkisini onaylamıyor. Çünkü gelini Carole’ü çok seviyor.

Başka hikâye gibi…

Carole, geceler boyu süren bir rüya görüyor. Paris, 1969… Jacqueline, “down sendromlu” bir bebek doğurunca kocası onu terk ediyor. Yedi yaşına gelmiş oğlu Laurent’a tüm sevgisini veren kuaför Jacqueline, oğlunu zihinsel engelli çocukların gittiği okula göndermeyi reddediyor. Laurent, Doctor Rockit’in, yani Matthew Herbert’ın “Café de Flore” müziğini dinlemeyi çok seviyor. Café de Flore, 1887 yılından bu yana Paris’in 6. bölgesindeki St. Germain Bulvarı’nda bulunan ünlü bir kafe. Vakti zamanında varoluşçu filozof yazarların uğrak yeriymiş. Filmle ne ilgisi var denilirse, bir cevap bulamadık. Sadece Doctor Rockit’in parçası dışında. Laurent’ın okuduğu okula kendi gibi “down sendromlu” Véronique de geliyor. Aynı yaşta olan Laurent ve Véronique, birbirlerni görür görmez tutuluyorlar. Onları kimse ayıramıyor. Jacquline, umutsuzca çabalasa da bu ilk aşkın ateşini söndüremiyor. Véronique başka bir okula gitse de. Rüyanın sonunu ve filmle ilişkisini 2011 yapımı “Café de Flore-Ruh Eşim”in final bölümünde öğreniyorsunuz.

Şarkılara tutkun yönetmenden…

1963 doğumlu Kanadalı yönetmen Jean-Marc Vallée, bizde 2005 yapımı “C.R.A.Z.Y.-Çılgın” ve 2009 yapımı “The Young Victoria-Genç Victoria” filmleriyle biliniyor. Vallée, “Çılgın” filminde Charles Aznavour’un “Hier Encore J’Avais Vingt Ans” (Daha Dün Yirmi Yaşındaydım) ve Patsy Kline’ın “Crazy” şarkılarını takdis etmişti. Yönetmen, “Ruh Eşim” filminde de Doctor Rockit’in “Café de Flore” müziğine aynı saygıyı göstermiş. Elbette başkaları da var. Filmde, Pink Floyd’dan “Speak to Me”, “Breathe” ve “Time” şarkıları da duyuluyor. Yönetmen, filminde unutulmaz Michel Fugain’in “Comme un Soleil” şarkısını da kullanmış. Kısaca bu filmin “soundtrack”i arşivlik. Sinemaskop çekilmiş bu filmin görselliği de büyülüyor. Yönetmen, dönemler arasında farklı renk tonları kullanmış. Paris bölümlerindeki fotoğrafların renkleri biraz daha soluk, ama renkler daha bir fark ediliyor. Bu negatifler, 1970’lerin filmlerinde öne çıkıyordu. Günümüzde geçen bölümlerdeyse renkler biraz daha sıcak ve ışıklar da daha yumuşak. Bir de, sesi büyüleyici Vanessa Paradise’yi perdede de seyretmek keyifli.

(21 Haziran 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Karanlıklar İçinden Gelen Vampir

Karanlık Gölgeler (Dark Shadows)
Yönetmen: Tim Burton
Senaryo: Seth Grahame-Smith
Müzik: Danny Elfman
Görüntü: Bruno Delbonnel
Oyuncular: Johnny Depp (Barnabas), Michelle Pfeiffer (Elizabeth), Helana Bonham Carter (Julia), Eva Green (Angelique), Chleo Grace Moretz (Carolyn), Bella Heathcote (Josette/Victoria), Christopher Lee (Clarney), Jackie Earle Haley (Willie), Gulliver McGrath (David), Ivan Kaye (Joshua), Susanna Cappellaro (Naomi)
Yapım: Warner Bros (2012)

Tim Burton sinemasının önemli filmlerinden “Karanlık Gölgeler”, vampir efsanesine mizah da katarak seyircilerini korkutuyor. Bilgisayardan epeyce yararlanmış bu filmde gotik ruh ve mizah da sağlam.

Film, 1760 yılında Liverpool limanında açılıyor. Göçmenler, yeni hayat için Kuzey Amerika’ya gemilerle gidiyorlar. Angelique Bouchard, kendi gibi küçük olan Barnabas Collins’le konuşmak istiyor, ama annesi sınıf farkını hatırlatıyor. Collinsler zengin sayılıyor tabii. Küçük Barnabas, babası Joshua ve annesi Naomi, öte tarafta küçük Josette ve ailesi gemiyle kuzeydoğudaki Maine eyaletine geliyorlar. Burası, altı eyaleti içine alan New England bölgesi. Joshua, burada balıkçı kasabası Collinsport’u kuruyor. Joshua, kurduğu bu kasabada zenginleşiyor. Oğlu Barnabas’a, “ailenin en büyük servet olduğunu” söyleyen Joshua, Collinwood Malikânesi de yaptırıyor. Bu malikâne, tıpkı Avrupa’daki gotik şatoları andırıyor. Joshua, bu malikâneyi tutkulu aşık olduğu karısı Naomi için yaptırıyor. 1772 yılı. Genç Barnabas, kendisine ilgi duyan Angelique’e başta ilgi gösterse de kalbi birden Josette’e doğru kayıyor. Bu andan sonra her şey herkes için değişiyor. Angelique birden cadıya dönüşüyor ve felâketler getiriyor. Josette’i büyüleyen Angeliqeu, onu uyurgezer olarak “Dullar Tepesi”ne gönderiyor ve Josette kendini ürkütücü kayalıklaradan uçuruma bırakıyor kendini. Barnabas, bu trajediyi önleyemiyor, ama Josette’in peşinden o da kendini aşağı bırakıyor. Ama bir şey oluyor ve Barnabas ölmüyor. O artık bir vampir. Angelique, Barnabas’ı çivili tabutla gömdürüyor toprağa.

1970’lerin ruhu…

Film, tam 200 yıl sonraya, 1972 yılına gidiyor. 1972 yılında, ön jenerikte kendine Victoria adını veren Maggie’nin tren yolculuğu boyunca İngiliz rock grubu The Moody Blues grubunun “Nights in White Satin” şarkısı duyuluyor. Grubun, 1967 yılında yayımlanmış bu “single”ı “progressive rock” olarak değerlendiriliyor. Victoria/Maggie de gizem dolu. Anlattığı hikâyeler doğru muydu, yoksa yönetmen, Barnabas gibi seyircinin zihnini mi karıştırıyordu? Victoria/Maggie, Josette’e benziyor. Victoria’nın, kendi deyimiyle Vicky’nin zihninde kötü geçen çocukluğu var hep. 1960’lardaki ailesi onu çocukluğunda deli diye akıl hastanesine yatırmış. Collinwood’a gelmeden hemen önce hastaneden firar etmiş. Vicky, malikânede, mirasyedi gibi davranan aristokrat görünümlü Roger Collins’in oğlu David’e mürebbiyelik için başvurmuş. Collins ailesi, Angelique’in oyunlarıyla iflâs etmiş ve giderek yoksullaşmış. Aileyi, ergenlik çağının sancılarını yaşayan Carolyn’in annesi Elizbeth Collins Stoddard yönetiyor. Aile doktorları da yaşlanmaktan dolayı hep mutsuz Julia Hoffman. Julia, Barnabas’a hipnoz yaptığında onun bir vampir olduğunu fark ediyor. Julia, Barnabas’ın kanını değiştirirken, Barnabas’ın kanını kendi damarlarına almayı deniyor sonsuz güzellik ve gençlik için. Barnabas bunu fark edince Julia’yı okyanusun derinliğine atıyor ısırarak. Barnabas, malikânede Will ve David’le anlaşıyor. Her şey mutlulukla geçip giderken Angelique yine gösteriyor. Güzelliğiyle Barnabas’ı baştan çıkaramayan Angelique, öfkeyle 200 yıl önce yaptığı gibi Victoria/Josette’i büyüsü altına alıp yine “Dullar Tepesi”ne yolluyor. Kendisi de Barnabas’la ölümcül bir dövüşe girerken trajediler de gecikmiyor. Finalde, bu film burada bitmez diyeceksiniz belki. Bir de filmdeki kadınlar çok güzel. Michelle Pfeiffer, o çok özel. Ama, Bella Heathcote sanki bir melek gibi. Angelique olan Eva Green’e sadece bir Barnabas karşı koyabiliyor. Ama, bu güzelliğin karşısında yenilgiye uğradığı anlar da var.

Korkutan ve güldüren…

Bu filmdeki mizah da gerçekten sağlam. Bazı anlarda kahkahalarla güldürüyor espriler. Uykusundan uyanan Barnabas, inşaatta çalışan işçilerin kanını emdikten sonra değişen kasabaya şaşkınlıkla bakarken gözü devasa McDonald’s reklâmına takılıyor ve “Mefistofeles” diyor ve kahkahayı atıyorsunuz. Metal müziğin öncüsü ünlü rock şarkıcısı Alice Cooper, Collinwood malikânesindeki baloda “No More Mr Nice Guy” ve “Dwight Fry Ballad Of” şarkılarını söylerken, Barnabas “Ne çirkin kadın” diye espriyi patlatıyor onun için. Alice Cooper, kadınlar gibi makyaj yapan bir şarkıcı. 1960’lardan bu yana kariyerini sürdürüyor. Filmin girişinde, Danny Elfman’ın “Dark Shadows-Prologue” müziği, insanın zihninde sarsıcı bir tedirginlik veriyor ve filmde duyulacak tüm müzikler için de umutlandırıyor. Iggy Pop’un “I’m Sick of You” şarkısı da duyuluyor fonda. Filmin görselliğine de dokunmak gerek. Mekânların yansıyışı ve ışık düzenlemeleri, özellikle malikânede insana tedirginlik yaşatıyor. Mekânlarla Elfman müzikleri bu filme derin bir gotik ruh katmış. Bazı anlarda geçmişin korku filmlerinin içindeymişsiniz gibi hissediyorsunuz. Geçmişte şatolarda geçen gotik korku filmleri sinemada gözdeydi. Zaman zaman Tim Burton’ın filminde bu duyguyu yaşıyorsunuz. Elbette bu filmde de bilgisayar marifetleri var. Çoğu yerde anlamıyorsunuz bile.

Daima Johnny Depp…

Burton’ın 2012 yapımı “Dark Shadows-Karanlık Gölgeler” filmi, 1966 – 1971 yılları arasında yayımlanmış bir televizyon dizisine dayanıyor. Bu dizi, “doğaüstü gotik soap opera” diye adlandırılmış. Bu dizi, ilk üç yıl siyah-beyaz, son dört yılsa renkli çekilmiş. Bu dizinin yapımcılarından Dan Curtis (1927 – 2006), yıllar sonra 1991’de başrolü Ben Cross’a verdiği 12 bölümlük bir televizyon dizisi daha çekti. Curtis, son olarak 2005 yılında bu diziden bir saatlik televizyon filmi de yapmıştı. Bu televizyon filmini, PJ Hogan yönetmişti. Başrollerin birinde Jessica Chastain vardı. Chleo Grace Moretz’in oynadığı Carolyn Stoddard’ı televizyonda Chastain canlandırmıştı. Kaliforniya’da 1958’de doğmuş İngiliz kökenli Amerikalı yönetmen Tim Burton, 1990 yapımı “Edward Scissorhands-Makas Eller” filminden bu yana Johnny Depp’le birçok film yaptı. Sinemada ilişkileri, Martin Scorsese – Robert de Niro ilişkisi gibi. Bazı yönetmenler bazı oyunculardan hiçbir zaman vazgeçemiyor. Bu işbirliğinin en muhteşem filmlerinden biri, 1994 yapımı siyah-beyaz “Ed Wood” filmiydi. 1999 yapımı “Sleepy Hollow-Hayalet Süvari”, 2005 yapımı “Charlie and the Chocolate Factory-Charlie’nin Çikolata Fabrikası”, 2007 yapımı “Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street-Sweeney Todd: Fleet Sokağının Şeytan Berberi”, 2010 yapımı “Alice in Wonderland-Alis Harikalar Diyarında” ve son olarak 2012 yapımı “Dark Shadows-Karanlık Gölgeler…” İngiliz Helena Bonham Carter, yönetmen Burton’ın diğer gözde oyuncusu. Burton, pek sinemaskop çalışmayan bir yönetmen.

(15 Haziran 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com