Kategori arşivi: Genel

Güzelliğin On Par’etmez

Güzelliğin on par’etmez
Bu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulaman
Gönlümdeki köşk olmasa

Tabirin sığmaz kaleme
Derdin dermandır yareme
İsmin yayılmaz aleme
Aşıklarda meşk olmasa

Kim okurdu kim yazardı
Bu düğümü kim çözerdi
Koyun kurt ile gezerdi
Fikir başka başk’olmasa

Güzel yüzün görülmezdi
Bu aşk bende dirilmezdi
Güle kıymet verilmezdi
Aşık ve maşuk olmasa

Senden aldım bu feryadı
Bu imiş dünyanın tadı
Anılmazdı Veysel adı
O sana aşık olmasa

Fahriye Abla

Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar.
Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden,
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen!
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla
Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye abla!

Eviniz kutu gibi bir küçücük evdi,
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi;
Güneşin batmasına yakın saatlerde
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede.
Yaz, kış yeşil bir saksı ıtır pencerede;
Bahçende akasyalar açardı baharla.
Ne şirin komşumuzdun sen, Fahriye abla!

Önce upuzun, sonra kesik saçın vardı;
Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı.
İçini gıcıklardı bütün erkeklerin
Altın bileziklerle dolu bileklerin.
Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin;
Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla.
Ne çapkın komşumuzdun sen, Fahriye abla!

Gönül verdin derlerdi o delikanlıya,
En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya.
Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın,
Hâlâ dağları karlı Erzincan’da mısın?
Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın;
Hâtırada kalan şey değişmez zamanla.
Ne vefalı komşumdun sen, Fahriye abla!

Hasretinden Prangalar Eskittim

Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.

Ard-arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül-gürül akan bir dünya…
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana
Bir bu yana…

Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.

Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamlardan,
Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni…
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini…

Ben Sana Mecburum

Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum.

Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
Bu şehir o eski İstanbul mudur
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
Sokak lambaları birden yanıyor
Kaldırımlarda yağmur kokusu
Ben sana mecburum sen yoksun.

Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu

Fatih’te yoksul bir gramofon çalıyor
Eski zamanlardan bir cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun.

Belki haziran da mavi benekli çocuksun
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
Belki Yeşilköy’de uçağa biniyorsun
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin
Kötü rüzgar saçlarını götürüyor

Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor
Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin

Kirli Yüzlü Melekler

sayende sayebân olduk istanbul şehri
sayende sebil olduk, aç kaldık, sefil olduk
yıldızlar dem çekti güvercinler gibi başucumuzda
ve yaktı perişan eyledi sine-i sâd-pâremizi
saplanıp hançer misâli bir hilâl
sokaklar serseri biz serseri
yüksekkaldırım da
bir cezayir şarkısını dile getirdi plâklar
cadde-i kebir: bütün ışıklarını yakmış bir gemidir
sinemalar neredeyse boşalacaklar

vay anam vay
sen ne dersin istanbul
sen garip bir şair olsan söyle ne halt edersin
kimin gücü yeterse kahretsin parasızlığı
sefalet akıyor gürül gürül sokaklardan
yol üstünde bir şehvet çarşısı tıklım tıklım
yol üstünde sevda pazarlığı aşk pazarlığı
kurtulamadık gitti bu denlü kepaze hayattan
hep böyle gecelerin koynunda yaşadık
geceler serseri biz serseri
karakoldaki aynada safran gibi kirli yüzümüz
gözlerimiz hasta gözleri ellerimiz hasta elleri
kırılmış kavala dönmüşüz

sen söyle serseriler kralı istanbul
sen söyle iki gözüm
hangi merhem çâredir şu bizim yaramıza
yel üfürdü su götürdü gençliğimizi
elimiz boşa geldi meydanlarda kaldık
meydanlar serseri biz serseri
sağımız sefalet solumuz ölüm
işte geldik gidiyoruz
kahrolasın
kahrolasın istanbul şehri

Cinayet Saati

haliç’te bir vapuru vurdular dört kişi
demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu
dört bıçak çekip vurdular dört kişi
yemyeşil bir ay gökte dağılıyordu

deli cafer ismail tayfur ve şaşı
maktulün onbeş yıllık arkadaşı
üçü kamarot öteki aşçıbaşı
dört bıçak çekip vurdular dört kişi

cinayeti kör bir kayıkçı gördü
ben gördüm kulaklarım gördü
vapur kudurdu kuduz gibi böğürdü
hiç biriniz orada yoktunuz

demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu
on üç damla gözyaşını saydım
allahına kitabına sövüp saydım
şafak nabız gibi atıyordu
sarhoştum kasımpaşa’daydım
hiç biriniz orada yoktunuz

haliç’te bir vapuru vurdular dört kişi
polis katilleri arıyordu
deli cafer ismail tayfur ve şaşı
üzerime yüklediler bu işi
sarhoştum kasımpaşa’daydım
vapuru onlar vurdu ben vurmadım
cinayeti kör bir kayıkçı gördü

ben vursam kendimi vuracaktım

Sisler Bulvarı

elinin arkasında güneş duruyordu
aylardan kasımdı üşüyorduk
ağacın biri bulvarda ölüyordu
şehrin camları kaygısız gülüyordu
her köşe başında öpüşüyorduk

sisler bulvarı’na akşam çökmüştü
omuzlarımıza çoktan çökmüştü
kesik birer kol gibi yalnızdık
dağlarda ateşler yanmıyordu
deniz fenerleri sönmüştü
birbirimizin gözlerini arıyorduk

sisler bulvarı’nda seni kaybettim
sokak lambaları öksürüyordu
yukarda bulutlar yürüyordu
terkedilmiş bir çocuk gibiydim
dokunsanız ağlayacaktım
yenikapı’da bir tren vardı

sisler bulvarı’nda öleceğim
sol kasığımdan vuracaklar
bulvar durağında düşeceğim
gözlüklerim kırılacaklar
sen rüyasını göreceksin
çığlık çığlığa uyanacaksın
sabah kapını çalacaklar
elinden tutup getirecekler
beni görünce taş kesileceksin
ağlamayacaksın! ağlamayacaksın!

sisler bulvarı’ndan geçtim sırılsıklamdı
ıslak kaldırımlar parlıyordu
durup dururken gözlerim dalıyordu
bir bardak şarapda kayboluyordum
gece bekçilerine saati soruyordum
evime gitmekten korkuyordum
sisler boğazıma sarılmışlardı

bir gemi beni afrika’ya götürecek
ismi bilmiyorum ne olacak
kazablanka’da bir gün kalacağım
sisler bulvarı’nı hatırlayacağım
kırmızı melek şarkısından bir satır
lodos’tan bir satır yağmur’dan iki
senin kirpiklerinden bir satır hatırlayacağım
seni hatırlatanın çenesini kıracağım
limanda vapurlar uğuldayacak

sisler bulvarı bir gece haykırmıştı
ağaçları yatıyordu yoksuldu
bütün yaprakları sararmıştı
bütün bir sonbahar ağlamıştı
ağlayan sanki istanbul’du
öl desen belki ölecektim
içimde biber gibi bir kahır
bütün şiirlerimi yakacaktım
yalnızlık bana dokunuyordu

eğer sisler bulvarı olmasa
eğer bu şehirde bu bulvar olmasa
sabah ezanında yağmur yağmasa
şüphesiz bir delilik yapardım
hiç kimse beni anlıyamazdı
on beş sene hüküm giyerdim
dördüncü yılında kaçardım
belki kaçarken vururlardı

sisler bulvarı’ndan geçmediğin gün
sisler bulvarı öksüz ben öksüzüm
yağmurun altında yalnızım
ağzım elim yüzüm ıslanıyor
tren düdükleri iç içe giriyorlar
aklımı fikrimi çeliyorlar
aksaray’da ışıklar yanıyor
sisler bulvarı ayaklanıyor
artık kalbimi susturamıyorum

Tasvîr-i Ahvâl

Ağarmış saçlarım bir dağ başında kara dönmüştür,
O dağın dâmeninde gözlerim enhâra dönmüştür,
Bütün mûy-i siyâhım bembeyaz ezhâra dönmüştür,
Tenimde cevher-i can bir çekilmez bâra dönmüştür.

Dâmen: etek. Enhâr: nehirler. Mûy-i siyâh: kara kıl. Ezhâr: çiçekler. Bâr: yük.

Cihâna geldiğim günden beri pek çok cefâ gördüm,
Ezildim bâr-ı gam altında, bin türlü ezâ gördüm,
Değil bigânelerden, âşinâlardan belâ gördüm,
Vücûdum âlem-i sıhhatte bir bimâra dönmüştür.

Bâr-ı gam: gam yükü. Bigâne: yabancı. Âşinâ: tanıdık. Bimâr: hasta.

Sen ister boynuna ip tak, diler cevherli kordon tak,
Bu dünyâdan nasibîn en nihâyet bir avuç toprak,
Bekaası var mı dehrin dîde-i im’ân ile bir bak,
Nice ma’mûre-i âlem harâbezâre dönmüştür.

Bekaa: bakilik, kalıcılık, ölümsüzlük. devamlılık. Dehr: dünya. Dide-i im’ân: inceleyen göz. Ma’mûre-i âlem: dünyanın bayındır yerleri.

Ne olmuş olsa âdem kalmamıştır zevki dünyânın,
Hele me’mûr olursa râhatı olmaz bir insânın,
Hükûmetlerde feryâdı çekilmez lâle-girânın,
Felek Haccâc-ı Zâlim’den daha gaddâra dönmüştür.

Lâle-girân: lâleye (demir halkaya) vurulmuş olanlar.

Duyan yok, söyleme başında bin türlü belâ olsa,
Emin olma sakın bir şahsa hattâ evliyâ olsa,
Sokar akreb gibi fursat bulunca akrabâ olsa,
Bütün ebnâ-yı âdem bir zehirli mâra dönmüştür.

Ebnâ-yı âdem: insan oğulları. Mâr: yılan.

Görüp de sûretâ bir zâhidi zannetme bîçâre,
Açar isterse tîğ-i cevr ile sînende bin yare,
Verir evvel nasîhat, sonra âdemden alır pâre,
Büyük gümrükte vâiz sanki bir simsâra dönmüştür.

Zâhid: din kurallarına sıkı sıkıya bağlı olan, sofu. Tîğ-i cevr: cevher kılıcı. Sîne: göğüs. Vâiz: vaaz eden.

Büyüklerce cihanda âciz aldatmak dirâyettir,
Yalan söz söylemek onlarca gûyâ bir zarâfettir,
Küçüklerden sudûr etse fakat bunlar cinâyettir,
Büyüklük, seyyîatı setr için astara dönmüştür.

Dirâyet: beceriklilik. Sudûr etmek: meydana çıkmak. Seyyiât: kusurlar, suçlar. Setr: örtme.

Kuşatmış mülk-i islâmı serâpâ düşmen-i devlet,
Küsûfa uğramış hurşîde dönmüş âdetâ millet,
Mezâlim kaplamış etrafını, fânûs-i hürriyet
Zalâm-ı leyl içinde parlayan envâra dönmüştür.

Serâpâ: baştan sona kadar. Küsûf: güneş tutulması. Hurşîd: güneş. Mezâlim: zulümler. Zalâm-ı leyl: gecenin karanlıkları. Envâr: ışıklar.

Cihanda var mıdır bizler kadar bilmem garez-mu’tâd?
Görürsek kimde âsâr-ı liyâkat eyleriz berbâd,
Edilmez mi teessüf? bizdeki erbâb-ı isti’dâd
Habiste uykudan mahrûm olan bidâra dönmüştür.

Garez-mutâd: gareze alışmış. Âsâr-ı liyâkat: değerlilik eserleri. Bidâr: uykusuz, uyanık.

Olur mu câzibe, seyr eyle, her mahbûb-i gül-femde?
Kemâl olmaz mekâtibden yetişmiş her bir âdemde,
Şehâdetnâmeli câhil mi istersin bu âlemde?
Maârif şimdi bizde meyvasız eşcâra dönmüştür.

Câzibe: çekicilik. Mahbûb-i gül-fem: gül ağızlı sevgili. Kemâl: olgunluk. Mekâtib: mektepler. Eşcâr: ağaçlar.

Cehâlet âdemi mahrûm eder her bir saâdetten,
Cehâlettir cihanda var ise eşna’ esâretten,
Uzağa gitme, Eşref, bu yakınlarda cehâletten
Koca bir milletin ikbâli bak idbâra dönmüştür.

Eşna’: çok iğrenç. İkbâl: talih düzgünlüğü, işlerin iyi gitmesi, yükselme. İdbâr: talih yüzçevirmesi, işlerin ters gitmesi, düşme.

Felek gayet dönek, dünya bir cellad-ı müthiştir
İçinden çıkması bu müşkilâtın hayli bir iştir
Değirmen sanki yıl, ay onun çerh-i eyyamı birer diştir
İçinde adem oğlu bir ufak çavdara dönmüştür.

Sakın Unutma

Diner bu fırtına değişir devran
Mevsim yaza gelir sakın unutma
Gerçek sahibini beklerken meydan
Sıra bize gelir sakın unutma

Haber yok kervandan bekleme hancı
Herkeste bir sitem zakkumdan acı
Derinden derine bir garip sancı
Aza aza gelir sakın unutma

Sarmış ufkumuzu gafletin ağı
Kimse görmez olmuş artık uzağı
Bir yiğit çıkıpta kahpe tuzağı
Boza boza gelir sakın unutma

Bir yanda tarihim gözyaşı döker
Bir yanda lisanım hergün ah çeker
Gün olur insanlar hep teker teker
Doğru söze gelir sakın unutma

Yetiş ya Muhammed yetiş ya Ali

İnsanı insandan ayırıyorlar
Bu sizden bu bizden kayırıyorlar
Dört kitap ne diyor anlamıyorlar
Ortalık karıştı düzen bozuldu
Yetiş ya Muhammed yetiş ya Ali

Yolumuz düştü Hacı Bektaş’a
Kaderde olan gelirmiş başa
Can düşman olmuş kardaş kardaşa
Yetiş ya Muhammed yetiş ya Ali

Anaya babaya saygı kalmamış
İnsanlık elinden nasib almamış
Herşeyi var ama gözü doymamış
Biçare insanlar nefsine uymuş
Yetiş ya Muhammed yetiş ya Ali

Yolumuz düştü Hacı Bektaş’a
Kaderde olan gelirmiş başa
Can düşman olmuş kardaş kardaşa
Yetiş ya Muhammed yetiş ya Ali

Öyle bir dünya ki kıran kırana
Düşenin sırtından vuran vurana
Aşkolsun gerçekten bir dost bulana
İnsanlık yaralı can pazarında
Yetiş ya Muhammed yetiş ya Ali

Yolumuz düştü Hacı Bektaş’a
Kaderde olan gelirmiş başa
Can düşman olmuş kardaş kardaşa
Yetiş ya Muhammed yetiş ya Ali

Bizim her şeyimiz vardı…

EVİMİZ, arabamız, mutfaklarımız, mutfaklarda buzdolaplarımız…
Onların yoktu.
Ortopedik engelli çocukların yatılı okulunda, akşam yemekler yenildikten sonra, hüzün ve yalnızlık, her zaman yatılacak bir kara çarşaf gibidir.
Son olarak camdan dostlarına bakıp uyurdu çocuklar.
Yandaki parkta köpekler vardı ve çocuklar o köpeklerle dostluk kurmuşlardı.
Uyumadan önce camlara doluşur, köpekleri bir kez daha görür, kendilerine göre el sallayıp sonra yataklarına giderlerdi.
Nöbetçi öğretmenler, çocukların yardımıyla artan yemekleri toplayıp köpeklere götürürlerdi.
Müdür muavininin ve ona yardıma gelen eşinin ilgilerini çeken bir şey vardı:
Çocuklara altışar köfte veriliyordu. Ama onlar üç tanesini yiyip, üçer tanesini tabaklarında bırakıyorlardı. Nöbetçi Müdür Muavini ve eşi, çocuklara ısrar edince anladılar bırakılan üçer köftenin sırrını:
Köpeklere gitsin diye…
*
İznini almadan bu mesajını yazdığım yüce insan Gülay Yoleri notlarında, “Oysa orası bir yatılı okuldu. Akşam 18.00’den sonra yemek olmazdı. Bizler evlerimizde o saatten sonra neler yeriz. Bizim her şeyimiz vardı. Çocuklarımız buzdolaplarının kapısını kaç kez açıp kapatırlardı kim bilir?” diyor.
*
Evet, bizim her şeyimiz vardı.
Evlerimiz, ışıklı salonlarımız, televizyonlarımız, mutfaklarımız ve o mutfaklarda buzdolaplarımız…
Orada saat 18.00’den sonra hiçbiri yoktu.
Ama bizler hiçbir zaman tabaklarındaki altı köfteden üçünü parktaki köpeklere ayıran çocuklar kadar zengin olamadık.
Değil altı köftemizden üçünü, bu koca dünyada bir çöplükte kazdığı çukura yavrularını doğuran anneye orayı bile vermeyecek kadar yoksuluz bizler.
Ne balkonumuzdaki demiri tünemeleri için kuşlara, ne bahçemizdeki kutuların arkasını yavru kedilere verdik.
Sokağın karanlığını bile esirgedik bizler.
Her gece vicdan yoksulu insanların silah sesleri ve canlıların çığlıkları sürüp giderken, yarı aç uyuyan yatılı okul bebeklerinin… Köftelerini parktakı köpeklerle paylaşan o ortopedik engelli çocukların ne kadar varlıklı, duygularının ne kadar sağlıklı ve ne kadar zengin olduklarını hesaplayamam.
Burnumu çeke çeke bu yazıyı yazarken bir cümle başıma vurup duruyor:
“Bizim her şeyimiz vardı…”

Benim Adım Kırmızı

Şehname şairi Firdevsi, Gazne’ye gelip Şah Mahmut’un sarayının şairlerince taşralı diye küçümsendikten sonra, ilk üç mısraı çok zor bir kafiyeyle biten bir dörtlüğün kimsenin tamamlayamadığı son mısraını söyleyiverdiğinde ben orada, Firdevsi’nin kaftanının üzerindeydim. Şehname’nin efsane kahramanı Rüstem, kayıp atının peşinden uzak ülkelere gittiğinde sadağının üzerinde, efsane devi harika kılıcıyla ikiye böldüğünde akan kanların içinde, misafir kaldığı şahın güzel kızıyla geceyi sevişerek geçirdiğinde yorganının kıvrımları arasındaydım. Her yerdeydim ve her yerdeyim. Tur, kardeşi İreç’in kafasını kalleşçe keserken, rüyalar kadar güzel efsane ordular bozkırda birbirlerine girerken ve İskender’in başına güneş geçtiği için güzel burnundan hiç durmadan akan kanı ışıl ışıl ışıldarken, ben oradaydım. Haftanın her bir günü, ayrı renk bir kubbenin altında, ayrı bir iklimden gelen harika bir güzelle geceyi geçirip onun anlattığı hikâyeyi dinleyen Sasani Şahı Behram Gür’ün Salı günü ziyaret ettiği ve resminden âşık olduğu güzelin elbisesinde ve Şirin’in, resmine bakarak âşık olduğu Hüsrev’in tacından kaftanına bütün kıyafetindeydim. Kaleleri kuşatan orduların bayraklarında, ziyafet sofralarının örtülerinde, padişahların ayaklarını öpen elçilerin kadife kaftanlarında, çocukların hikâyelerine bayıldığı kılıcın resmedildiği yerdeydim. Hindistan ve Buhara’dan gelen tok kâğıtların üzerine güzel gözlü çırakların, usta nakkaşların bakışları altında narin fırçalarla sürülüp, Uşak halılarını, duvar işlemelerini, boynu bükük güzel kadınların pencere aralığından sokağı seyrederken giydikleri gömlekleri, dövüşe tutuşan horozların ibiklerini, efsane ülkelerin efsane meyveleriyle narlarını, Şeytan’ın ağzını, çerçevelerin içindeki ince çizgiyi, çadırların kıvrım kıvrım işlemelerini, nakkaşın kendi keyfi için yaptığı, çıplak gözle ancak görülür çiçekleri, şekerden yapılmış kuş heykellerinin vişneden gözlerini, çobanların çoraplarını, efsanelerden çıkma şafakları ve binlerce, on binlerce savaşçının, şahın, âşığın cesedini ve yaralarını gösterdim. Kanın çiçekler gibi açtığı savaş meclislerine, güzel oğlanlar ve şairler kırda şarap içip müzik dinlerken en usta şairin kaftanına, meleklerin kanatlarına, kadınların dudaklarına, ölülerin yaraları ve kanlar içindeki kesik kafalarına sürülmeyi severim.