Ağarmış saçlarım bir dağ başında kara dönmüştür,
O dağın dâmeninde gözlerim enhâra dönmüştür,
Bütün mûy-i siyâhım bembeyaz ezhâra dönmüştür,
Tenimde cevher-i can bir çekilmez bâra dönmüştür.
Dâmen: etek. Enhâr: nehirler. Mûy-i siyâh: kara kıl. Ezhâr: çiçekler. Bâr: yük.
Cihâna geldiğim günden beri pek çok cefâ gördüm,
Ezildim bâr-ı gam altında, bin türlü ezâ gördüm,
Değil bigânelerden, âşinâlardan belâ gördüm,
Vücûdum âlem-i sıhhatte bir bimâra dönmüştür.
Bâr-ı gam: gam yükü. Bigâne: yabancı. Âşinâ: tanıdık. Bimâr: hasta.
Sen ister boynuna ip tak, diler cevherli kordon tak,
Bu dünyâdan nasibîn en nihâyet bir avuç toprak,
Bekaası var mı dehrin dîde-i im’ân ile bir bak,
Nice ma’mûre-i âlem harâbezâre dönmüştür.
Bekaa: bakilik, kalıcılık, ölümsüzlük. devamlılık. Dehr: dünya. Dide-i im’ân: inceleyen göz. Ma’mûre-i âlem: dünyanın bayındır yerleri.
Ne olmuş olsa âdem kalmamıştır zevki dünyânın,
Hele me’mûr olursa râhatı olmaz bir insânın,
Hükûmetlerde feryâdı çekilmez lâle-girânın,
Felek Haccâc-ı Zâlim’den daha gaddâra dönmüştür.
Lâle-girân: lâleye (demir halkaya) vurulmuş olanlar.
Duyan yok, söyleme başında bin türlü belâ olsa,
Emin olma sakın bir şahsa hattâ evliyâ olsa,
Sokar akreb gibi fursat bulunca akrabâ olsa,
Bütün ebnâ-yı âdem bir zehirli mâra dönmüştür.
Ebnâ-yı âdem: insan oğulları. Mâr: yılan.
Görüp de sûretâ bir zâhidi zannetme bîçâre,
Açar isterse tîğ-i cevr ile sînende bin yare,
Verir evvel nasîhat, sonra âdemden alır pâre,
Büyük gümrükte vâiz sanki bir simsâra dönmüştür.
Zâhid: din kurallarına sıkı sıkıya bağlı olan, sofu. Tîğ-i cevr: cevher kılıcı. Sîne: göğüs. Vâiz: vaaz eden.
Büyüklerce cihanda âciz aldatmak dirâyettir,
Yalan söz söylemek onlarca gûyâ bir zarâfettir,
Küçüklerden sudûr etse fakat bunlar cinâyettir,
Büyüklük, seyyîatı setr için astara dönmüştür.
Dirâyet: beceriklilik. Sudûr etmek: meydana çıkmak. Seyyiât: kusurlar, suçlar. Setr: örtme.
Kuşatmış mülk-i islâmı serâpâ düşmen-i devlet,
Küsûfa uğramış hurşîde dönmüş âdetâ millet,
Mezâlim kaplamış etrafını, fânûs-i hürriyet
Zalâm-ı leyl içinde parlayan envâra dönmüştür.
Serâpâ: baştan sona kadar. Küsûf: güneş tutulması. Hurşîd: güneş. Mezâlim: zulümler. Zalâm-ı leyl: gecenin karanlıkları. Envâr: ışıklar.
Cihanda var mıdır bizler kadar bilmem garez-mu’tâd?
Görürsek kimde âsâr-ı liyâkat eyleriz berbâd,
Edilmez mi teessüf? bizdeki erbâb-ı isti’dâd
Habiste uykudan mahrûm olan bidâra dönmüştür.
Garez-mutâd: gareze alışmış. Âsâr-ı liyâkat: değerlilik eserleri. Bidâr: uykusuz, uyanık.
Olur mu câzibe, seyr eyle, her mahbûb-i gül-femde?
Kemâl olmaz mekâtibden yetişmiş her bir âdemde,
Şehâdetnâmeli câhil mi istersin bu âlemde?
Maârif şimdi bizde meyvasız eşcâra dönmüştür.
Câzibe: çekicilik. Mahbûb-i gül-fem: gül ağızlı sevgili. Kemâl: olgunluk. Mekâtib: mektepler. Eşcâr: ağaçlar.
Cehâlet âdemi mahrûm eder her bir saâdetten,
Cehâlettir cihanda var ise eşna’ esâretten,
Uzağa gitme, Eşref, bu yakınlarda cehâletten
Koca bir milletin ikbâli bak idbâra dönmüştür.
Eşna’: çok iğrenç. İkbâl: talih düzgünlüğü, işlerin iyi gitmesi, yükselme. İdbâr: talih yüzçevirmesi, işlerin ters gitmesi, düşme.
Felek gayet dönek, dünya bir cellad-ı müthiştir
İçinden çıkması bu müşkilâtın hayli bir iştir
Değirmen sanki yıl, ay onun çerh-i eyyamı birer diştir
İçinde adem oğlu bir ufak çavdara dönmüştür.