Almodovar’ın 66 Yaş Dinginliği

Dünya sinemasının en renkli kişiliklerinden Pedro Almodovar üç yılın ardından çektiği ‘Julieta’ ile kadınların dünyasına dönüş yapıyor. Ellili yaşlarını süren Julieta’nın kıpkırmızı bluzunun yakın çekimiyle başlıyor film. Titreşen kumaşın altında çarpmaktadır yorgun kadının yüreği. Şefkatli Lorenzo ile Portekiz’e yerleşme hazırlıkları yaptığı sırada 12 yıldır görmediği kızından aldığı haberle Madrid’deki eski dairesine geri dönmeye karar verir, Antia ile çekilmiş yırtıp attığı fotoğrafın parçalarını biraraya getirir ve yaşadıklarını yazıya dökmeye başlar Julieta.

Ana karakterin otuz yıla yayılmış anılarını geriye dönüşlerle anlatır İspanyol usta. Genç edebiyat öğretmeninin aşk ve ölümle tanıştığı o düşsel tren yolculuğunu, bir balıkçı kasabasında yakışıklı Xoan’la birlikteliğini, kızının dünyaya gelişini, kıskançlık krizinin ardından yaşanan trajediyi adım adım önümüze serer. Kendi deyimiyle ‘has bir melodram’ çekmeyi tercih etmiştir. Çeşitli rahatsızlıklar sonucunda son yıllarda içe dönük yalnız bir yaşam sürmeyi seçmiş sinemacıdan beklenebileceği üzere, ilk dönem filmlerinin, hatta üç yıl öncesinde çektiği pek anlaşılamamış sosyopolitik taşlamasının deli doluluğundan uzak, kimsenin şarkı söylemediği, mizahın özellikle tırpanlandığı dingin bir yapıma imza atmak istemiştir 66 yaşını sürdüğü bir dönemde.

Çağımızın Çehov’u olarak tanımlanan Nobel ödüllü Kanadalı yazar Alice Munro’nun Firar (Runaway) adlı kitabında yer alan üç adet öyküden (Şans, Yakında ve Sessizlik) uyarladığı filminin mekânını Vancouver’den Madrid’e kaydırmış olan yönetmen daha önceki uyarlamalarında olduğu gibi kaynak aldığı metni kendi sinemasına uygun olarak biçimlendirmiş. Değişmez çalışma arkadaşı Alberto Iglesias’ın Bernard Hermannvari tınıları anımsatan caz geçişleri, genç Julieta’nın çekici sarışınlığı ya da ikon oyuncularından Rossy de Palma’nın ‘Rebecca’nın meşum kâhya kadınına benzer kompozisyonunun da katkısıyla Julieta’nın sır yüklü dünyasını Hitchcockyen bir tavırla ele almış. İçinde hiçbir cinayet geçmeyen, herhangi bir zanlının yer almadığı gizemli anılar bütününü sürükleyici bir polisiye hikâye kalıbında aktarma deneyiminde başarılı da olmuş. Filmin erkek karakterlerinden Lorenzo’nun Patricia Highsmith hayranlığının altını çizmesi de bu yüzden olsa gerek.

Üstadın 20. filmi olan ‘Julieta’ sinemacının çok sevdiği kadınlar evrenine adanmış bir yapım. Ana karakterin ellili yaşlarını Julio Medem’in 90’larda çekmiş olduğu ‘Kızıl Sincap / La Ardilla Roja’ ve ‘Toprak / Tierra’ filmlerinden gencecik haliyle anımsadığımız etkileyici oyuncu Emma Suárez, 80’li yıllarda geçen uçarı gençlik yıllarını ise Almodovar’ın yeni keşiflerinden Adriana Ugarte canlandırıyor. Kadınların dünyasını her zamanki çarpıcı renk skalasıyla aktarıyor yönetmen. Mavinin hüznüyle kırmızının erotizmini bir arada kullanan sanatçı, Fransız görüntü yönetmeni Jean-Claude Larrieu’nün fantastik sahne düzenlemeleri ve eşsiz kadrajlarıyla harikalar yaratmayı başarıyor yine. Bu hüzünlü öyküyü iyimser bir tonla bitirmeyi tercih eden sinemacı final jeneriğinde bir armağan daha sunuyor izleyicisine. 2012’de kaybettiğimiz Costa Rica doğumlu Meksikalı efsanevi sokak şarkıcısı Chavela Vargas’ın yürek parçalayıcı yorumundan, klasikleşmiş aşk şarkısı ‘Si No Te Vas’ın içimize işleyen “…sensiz yaşayamam, sen gidersen ölürüm…” dizeleriyle ayrılıyoruz salondan.

(28 Ekim 2016)

Ferhan Baran

[email protected]