Nazilerin 1934 yılında Nurenberg’de düzenlediği ünlü kongrelerinin görüntülerinden oluşan “İradenin Zaferi / Triumph des Willens” (Yönetmen: Leni Riefenstahl, 1934), Hitler’in kente giriş görüntüleriyle açılır. Dev bayraklarla çevrelenmiş tören alanı, değişik ve özenle hazırlanmış kamera açılarıyla kutsanan otoritenin tek hakimi, dünyayı cehenneme çevirmeye kararlı asker portreleri ve bu ‘kara büyü’ye kapılmış geniş halk kitleleri, sonraki bölümlerde ayrıntılarıyla ele alınır.
Filmin ortalarına doğru; kısacık, saniyelerle ifade edilecek bir anda, kalabalığın arasında esmer bir çocuğa takılır gözlerimiz. Gözlerinin içi gülmektedir. Tarihin en büyük kasabı, yığınları selamlarken ellerini kaldırır ve Hitler’in bıyığını dudaklarının üzerine kondurur. Lideriyle özdeşleşmiş, “biz” olmuştur artık! Hayranlığın itaat ile bütünleşmesinin kusursuz anlatımı, -şayet varsa böyle birşey- faşist estetiğin doruk noktası!
Ne zaman sinemanın propaganda ile ilişkisinden söz açılsa, hep bu sahneyi düşünmüşümdür. Binlerce sayfalık kitapların, saatler süren haber programlarının, iri puntolu gazete haberlerinin, etkileyici afişlerin ulaştırmak istediği mesaj, böyle usulca ve saniyeler içinde geçebiliyorsa kitlelere, sinema muhteşem olduğu kadar tehlikeli de bir sanattır!
Olayın özü bir “bıyıksa” eğer (!), bu filmden yaklaşık altı yıl sonra, başrolünde bir başka bıyığın yer aldığı “Büyük Diktatör / The Great Dictator” gösterime girer (Yönetmen: Charlie Chaplin, 1940). Alexander Korda’nın verdiği ilhamla yola koyulan Chaplin, döneminin koşullarında son derece riskli olan projesinin daha ilk adımında engellemelerle karşılaşır. Bu engellemelerin ‘tarafsız’ Amerika bir yana, okyanus ötesinden, örneğin İngiltere’den gelmesi hayli ilginçtir. Buna karşın, ‘kötü bir taklidi’ olarak nitelendirdiği Hitler’i avucunun içine alan ‘serseri’, Almanların İngiltere’ye savaş açmasının ardından tüm dünyanın merakla beklediği filmini New York’ta seyircinin beğenisine sunar.
“Büyük Diktatör”, Amerikan kamuoyunun Nazilerle ilgili gerçekleri algılama sürecinin en önemli halkalarından biri olarak nitelendirilebilir. (HUAC’ın çekimler başlamadan hemen önce savurduğu tehditler ve McCarthy’ci bir senatörün filmi ‘savaş yanlısı’ olarak okuması sinema tarihinin trajikomik anlarından biri olarak tarihe geçmiştir.)
Döneminde kimi kalemşörler tarafından ‘çocuksu’ olarak değerlendirilen bu metin, Şarlo’nun Hitler görüntüsüyle, en çok da bıyığıyla dünyaya verdiği mesaj olmuştur. Formül bir kez daha işe yaramıştır sizin anlayacağınız!
. . .
Yelkenlerini sanal bir rüzgar ve ekonomik güçle şişiren, konjonktürden kaynaklı büyük iddialara sahip “Yeni Türkiye’nin (bir kısım!) Gişe Filmleri”nin en büyük eksiği budur işte! Hayır, elbette tek noksan Kara Murat’ın bıyığının bir kenara atılması değildir elbette. Yine de propaganda yapacağım derken, 70’lerin bıyıksız “Cemil”ini bile mumla aratan, yeteneksizliğini tehditle örtbas etmeye veya “gerçek politik görüşlerinin farklı olduğunu” izaha çalışan yönetmenlerin, “sakalımız / bıyığımız yok ki söz anlatalım!” deyişinden öğreneceği çok şey olduğu muhakkaktır.
Sözün özü, “bıyık deyip geçmemek gerekir” bazen.
(19 Şubat 2015)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü