İnsana İlham Veren Büyük Aşk

Aşk (Amour)
Yönetmen-Senaryo: Michael Haneke
Görüntü: Darius Khondji
Oyuncular: Jean-Louis Trintignant (Georges), Emmanuelle Riva (Anne), Isabelle Hupper (Eva), Alexandre Tharaud (Kendisi), William Shimell (Geoff)
Yapım: Wega-Films du Losange (‘2012)

Michael Haneke’nin alttan alta “buzullaşma” filmlerinin ruhunda dolaşan “Aşk”ta iki yaşlı insanın bir hastalık karşısında birbirine destek olması anlatılıyor. Baştan sona bir iç mekânda geçen film yer yer insanın zihnini karıştırıyor.

Ön jenerikten sonra film, itfaiyecilerin ve polislerin, dairenin kapısını kırışıyla açılıyor. İnsan ölüsünün kokusu apartmanı sarmış. Polis, yatak odasında yaşlı bir kadının cenazesiyle karşılaşıyor. Ardından film, Champs-Elisées’deki konser salonunda Alexandre Tharaud’nun Schubert resitaline gidiyor. Resitali gerçekleştiren Alexandre Tharaud. Yönetmen sahneden seyircileri gösteriyor sadece. Orada da Georges ve Anne var. Georges ve Anne, seksenli yaşlarında emekli müzik öğretmeni çift. Geçmişte öğrencileri olan, şimdi ünlü bir piyanist Tharud’ya Beethoven’ın “Bagatelle, Opus 126-No. 2” piyano parçasını çalması için teşvik etmişler. Bu Alexandre için hayatının dönüm noktası olmuş. Paris’te 1968 yılında doğmuş piyanist Tharaud, Fransa’nın önemli müzisyenlerinden. Filmde Schubert ve Bach’ın piyano için besteledikleri tınıları da duyuluyor sıkça. Michael Haneke’nin, Paris’te geçen 2012 yapımı “Amour-Aşk”, baştan sona bir iç mekân filmi. Paris, sadece pencereden göründüğü kadar yansıyor.

Aşka fedakârlık gerek…

Konserden sonra gece eve dönen Georges ve Anne. Georges, dairenin kapısının kırık olduğunu fark ediyor. Bu anda insanın zihnine bir kuşku düşüyor. Sabah olduğunda mutfakta kahvaltı yapan yaparken, Anne birden hareketsiz kalıyor. Georges onunla ilgilenirken yine birden Anne kendine geliyor. Anne’ın sağ tarafına inme gelmiş. Yavaş yavaş hastalığı kötüleşiyor. Konuşma yetisi varken Anne, Georges’tan kendisini hastaneye yatırmamasını istiyor. Belki de en büyük korkusu bakımevine yatmak ve orada ölmek. Georges, on yıllarca beraber olduğu karısı Anne için bir insanın katlanabileceği yere kadar fedakârlık yapıyor. O da bir yaşlı. Bu iki insanla beraber olurken bu büyük bir aşkı da yaşıyorsunuz. Eski insanların tutkusu ve paylaşımı gerçekten ilham verici. Günümüzde kaybolan aşkı ararken, onların on yıllarca sürmüş aşkı insanı etkiliyor. Georges, hayatının büyük bölümünde beraber olduğu eşine, saygı ve sevgiyle bakıyor. Onun yaşadığı acıyı her gün görmek, kederden daha keder verici. Ama, sonunda Georges’un yaptığı haklı görülebilir mi? Bu bir suç ve cinayet değil mi? Filmin derinliğinde dolaşırken, izlediğiniz bu film izlediğinizi sandığınız film olmayabilir. Haneke, filminin bazı anlarında seyircilere bunu hissettiriyor. Haneke’nin “Aşk” filmini seyrederken, Andrey Tarkovski ruhu yaşayan Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev’in Venedik’te “Altın Aslan” kazmış 2003 yapımı “Vozvrashcheriye-Dönüş” filmini hatırladık. Zvyagintsev’in filminde görülenler gerçek miydi, yoksa küçük Vanya’nın zihninde yaşadıkları mıydı? Zvyagintsev de, filminin birkaç anında seyircinin zihnini bulandırıyordu. Michelangelo Antonioni ustanın 1966 yapımı “Blow-Up-Cinayeti Gördüm” filmini düşünün. Fotoğraf sanatçısı Thomas, Londra’daki Maryon Park’ta rastlantıyla iki sevgilinin fotoğrafını çeker. Genç kadın negatifleri ondan almak için çabalar. Thomas bundan şüphelenir ve fotoğrafları büyütür. İlk anda gördüğü orada bir ceset olduğu. Fotoğrafı büyüttükçe gerçeklikten uzaklaşır ve ceset sandığı şeyin hiçbir şey olduğunu fark eder. Bir hiçlik ve boşluk. Antonioni, “Cinayeti Gördüm” filminde, gerçekliğin yanılsamasını yaratıyordu. Zihin bulandıran Haneke de bunu yapabilir seyirciye. Georges’un, daireye giren güvercinle ilişkisi, insana Edgar Allan Poe’nun “Kuzgun” şiirini hatırlatıveriyor. Şiirde kuzgun bir tek şey söylüyordu: Bir daha asla… “Aşk” filminde olduğu gibi. Georges ve Anne’ın Eva adında evli kızları da var. Eva, anne-babasından çok kendi sorunlarıyla ilgileniyor. Çağımızın tuhaf bencillği üzerine çökmüş. Filmin girişi ve son bölümler zihninizi hayli karıştıracak. Haneke bazı anlarda aralarda Georges’un yalnızlığını hissettiriyor. Notlar tuttuğu sahneyi düşünün. Hatta yanında insanlar olduğunda bile. Zihinsel bulanıklığın içinde kıvranıyorsunuz. Bu film, ustanın “buzullaşma” filmlerinin içinde yer alıyor. Gri mavisi soğukluğunda ve trajik. Bu film, gerçeküstücü kıyılarında dolaşan dışavurumcu bir film.

Haneke, 2009 yapımı siyah-beyaz “Das Weisse Band-Beyaz Bant” filmyle Cannes’da “Altın Palmiye” kazanmıştı. Haneke, “Aşk” filmiyle de ikinci defa “Altın Palmiye”nin sahibi oldu. Haneke, 2005’teki “Caché-Saklı” filmiyle Cannes’da yönetmen ödülünü de almıştı. Haneke’nin, televizyon için çektiği ama sinemalarda da gösterime çıkmış 1997 yapımı “Das Schloss-Şato” filmini sinemaseverlere öneriyoruz. Haneke’nin Kafka’dan uyarladığı filmde, gri soğukluk içinde soyut faşizmin sindiren baskısını her taraftan hissediyorsunuz. 1930 doğumlu oyuncu Jean-Louis Trintignant, Fransız sinemasının büyüklerinden. Costa-Gavras’ın Yunanistan’daki cuntayı anlattığı 1969 yapımı “Z-Ölümsüz” filmiyle oyunculuğunun üst noktasına çıkmıştı. Bu filmdeki rolüyle Cannes’da oyuncu ödülü de almıştı. Onun, 1966’da Claude Lelouch’un aşka adanmış “Un Homme et Une Femme-Bir Kadın Bir Erkek”, Bernardo Bertolucci’nin 1970’te burjuvazinin faşizmle uzlaşmış ruh hastalığını gösteren “Il Conformista-Konformist”, Pierre Granier-Deferre’in 1973’teki “Le Train-Lekeli Güneş”, Michel Deville’in 1974’teki “Le Mouton Enragé-Çapkın Tilki”, Jacques Deray’in 1975’teki müthiş polisiyesinde Alain Delon’la oyunculuk gösterisi yaptığı “Flic Story-Öldürmek Arzusu”, Roger Spottiswoode’un 1983’te El Salvador’daki Sandinist devrimine bakan “Under Fire-Ateş Altında”, Krzysztof Kieslowski’nin Fransız bayrağındaki renklerinden yola çıkarak çektiği üçlemesinden 1994’teki “Trois Couleur: Rouge-Üç Renk: Kırmızı” filmlerinde unutulmaz oyunculuklar sunmuştu. 1927’de doğmuş Emmanuelle Riva, en çok Alain Resnais ustanın 1959 yapımı “Hiroshima, Mon Amour-Hiroşima Sevgilim” filmiyle belleklere yerleşmişti. İranlı babayla Fransız anneden olmuş bu kameraman, Darius Khondji, sinemanın büyük kameramanlarından. İç mekânların ruhuna giren kameraman, öncelikle Jeunet-Caro ikilisinin filmlerine sinemaya muazzam fotoğraflar sunmuştu. İç mekânların ruhu için Haneke, Polanski, Bertolucci, Fincher, Allen gibi büyük yönetmenler ondan vazgeçemiyorlar.

(26 Aralık 2012)

Ali Erden

[email protected]