Yanımda yöremde sıkça bulunan meslektaş ve dostlarımın pek iyi bildiği üzere, benim sinema sevdamın önemli bir bölümünü “sinema arkeolojisi” ve bu alandaki koleksiyonculuk tutkusu kaplıyor. Söz konusu tutkunun doğal bir sonucu olarak da yaşadığım ve çalıştığım mekânlar artık oraya buraya sığdırmakta güçlük çektiğim geniş bir görsel arşivle kaplanmış durumda…
Bayramın hemen öncesinde, elime yine bu türden ilginç bir arşiv malzemesi geçti. Türk sinemasına ilişkin hatıra eşyalarının satıldığı bir internet sitesinde, diğer yüzlerce ıvır zıvırla birlikte, küçük bir bedel karşılığında satışa sunulmuştu bu siyah-beyaz fotoğraf karesi… Ancak, onun diğerlerinden farkı, film tanıtan bir lobi kart değil, doğrudan doğruya kamera arkasından nadir bir kare olmasıydı.
Üzerinde doğru düzgün açıklayıcı metinler bulunmayan böylesi belgeleri ele geçirdiğinizde, fotoğraftaki tanıdık simâlardan hareketle titiz bir arşiv taraması yapmanız gerekiyor. Ben de aynen öyle yaptım ve arkasında yalnızca “Filme başlanması vesilesiyle adak kesiyorlar” yazan bu fotoğrafta ilk anda gözüme çarpan iki efsanevî yıldız, Tamer Yiğit ve Belgin Doruk’tan hareketle, söz konusu karenin 1964 yapımı Metin Erksan filmi “Suçlular Aramızda”nın setinde çekilmiş olduğu sonucuna ulaştım. Nitekim, kamera ekibine mensup diğer iki kişinin, dönemin ünlü görüntü yönetmeni Mengü Yeğin ve asistanı Tosun Bayrı olduğunu benden daha kıdemli sinema kurtlarına teyit ettirince, bulmacanın eksik kalan parçaları da tamamlanmış oldu.
gittigidiyor.com sitesinde satışa sunulan, Türk sinema tarihine ait binlerce siyah-beyaz ve renkli fotoğraftan yalnızca biriydi bu… Yani, en yüzeysel tanımıyla ticarî bir “mal”dan söz ediyoruz. Ancak bakınız, aynı kare, onu biraz daha yakından inceleyince bizlere neler neler anlatıyor:
Yıl 1964… Türk sinemasının hem sayısal açıdan, hem de kalite olarak büyük bir patlama yaptığı, birbiri ardına pek çok önemli filmin çekildiği hareketli bir dönem…
Filmin yönetmeni Metin Erksan… Ki kendisi -bırakın şimdileri- daha o günlerde bile, henüz bir-iki yıl öncesinde çektiği “Yılanların Öcü”, “Acı Hayat” ve “Susuz Yaz” gibi başyapıtlarla ortalığı birbirine katmış, özellikle sonuncusuyla Berlin’den “Altın Ayı” alarak dönmüş, sektördeki herkesin önünde ceketini iliklediği karizmatik bir isim…
Çekilen film, burjuvazinin ikiyüzlülüğünü, kendi içindeki kokuşmuşluğunu son derece başarılı bir Erksan senaryosu eşliğinde anlatan ve sonradan yönetmenin de en saygın çalışmaları arasına girecek olan “Suçlular Aramızda”…
Filmin başrollerinde Ekrem Bora, Belgin Doruk, Tamer Yiğit, Leyla Sayar ve Atıf Kaptan gibi, o tarihlerde şöhretinin zirvesinde yıldızlar yer alıyor.
Yapımcı deseniz, yine o dönemin en baba şirketlerinden Birsel Film; Özdemir Birsel, Nüzhet Birsel ve Saltuk Kaplangı üçlüsü…
Yani, görünüşte her şey dört dörtlük… “Merdivenaltı bir prodüksiyon”la değil, o yılların koşullarında “en ağır ağabey ve ablalar”ın imzasını taşıyan çok önemli bir setten yansımalar içeriyor bu siyah-beyaz, soluk kare…
Şimdi biraz daha “zoom” yapalım aynı fotoğrafa…
Türk sinemasının gelmiş geçmiş en popüler yıldızlarından biri olan, zarafet timsali “küçük hanımefendi” Belgin Doruk, güneşin altında, ne kendine ait bir oyuncu sandalyesi, ne de basit bir kafeterya şemsiyesi olmaksızın, toz toprak içindeki bir ortamda duvarın üzerine oturtulmuş, çekimin başlamasını bekliyor. Üstelik, filmde giydiği kostüm üzerinde olduğu bir hâlde… Onun bir bahçe duvarının üzerinde öylece sırasını beklediği yıllarda, Hollywood’da topu topu dört cümlelik bir rolü olan yaşlı bir karakter aktristi bile kendisine tahsis edilmiş özel bir karavan olmazsa asla sete gelmezdi. Ki aynı yıldız oyuncu kuralları günümüzün batı sinemasında eskisinden çok daha katı bir biçimde geçerli…
Ön plânda ise yakışıklı aktör Tamer Yiğit, filmin görüntü yönetmeni Mengü Yeğin ile birlikte -çekimlerin başlaması şerefine- “horoz” kesiyor. Parmağını hayvana doğru uzattığına bakılırsa, biraz sonra da kanını alnına sürecek. Dikkat ediniz; yapımcısı, yönetmeni ve oyuncularıyla “yıldızlar geçidi” görünümündeki bir filme başlanırken kesilen adak, bir adet “horoz”… Muhtemelen bu “adağın” parası da prodüksiyon âmirinden değil, ya Yiğit’in kendisinden ya da set ekibindeki diğer bir sanatçıdan çıkmıştır.
Aynı şekilde, onun da bu horozun kanını alnına sürdüğü günlerde Hollywood’da en sıradan filmin çekimleri bile görkemli partiler eşliğinde başlardı.
Son olarak “kamera cephesi”ne odaklandığımızda, orada da ahşap tripotlu ve küçük magazinli alelâde bir cihaz görüyoruz. Ortada ne ekstra bir objektif koruyucusu, ne de görüntü yönetmeninin üstüne çıkıp rahatça çalışabileceği özel bir zemin var. Ortamın yegâne aksesuarı, kamerayı tozdan uzak tutmak için üzerine atılmış siyah bir bez… Batılı meslektaşlarının dev magazinli, bir defada 12 dakikalık film çekebilen, ön kısmı boru gibi özel lenslerle donatılmış “Panavision”larla, “Mitchell”lerle çalıştıkları bir zaman diliminde, Erksan ve ekibi en iyi filmlerini işte bu portatif kameralarla, televizyon haberciliği gibi günübirlik işlerde kullanılan düşük modelli “Arri”lerle çekiyorlardı.
Sonuç olarak, sette, o setin yönetmeni, oyuncuları ve teknik ekibini yüceltecek, kendilerini “özel ve ayrıcalıklı” hissetmelerini sağlayacak hiç bir şey bulunmuyor. Ne bir karavan, ne bir güneşlik, ne adlarının yazılı olduğu sandalyeler, ne de ekibin iştahını açacak türden yüksek bir teknoloji gösterisi…
Bırakın bunları, ortada -iddialı bir filme başlamanın şerefine getirilmiş- şöyle en cılızından bir “adak koyunu” bile yok! 1960’larda toplumun üzerinde fırtına gibi estirilen “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma” yönündeki o güçlü propagandaya karşın, kültürel kökleriyle bağlarını bütün bütün de koparmak istemeyen bir grup inançlı sinemacı yeni bir projeye başlamadan önce Yaratıcı’larına küçük bir “şükran gösterisi”nde bulunmak istiyorlar; ancak o an ceplerinde bulunan para muhtemelen yalnızca horoz kesmeye yetiyor. Onlar da “Gerçi caiz değil, ama hiç yoktan iyidir” diyerek kameranın yanıbaşında alelacele kurban ediyorlar horozu…
Koleksiyonculuk işte bu yüzden güzel bir merak… Bazen elinize geçen bir afiş, bir lobi kartı, bir kamera arkası fotoğrafı size yüzlerce sayfalık kitaplardan çok daha fazla şey anlatıyor. Tıpkı Yeşilçam’ın 95 yıllık çileli tarihinin özetini sunan bu fotoğrafta olduğu gibi…
(07 Aralık 2009)
Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü
alimuratg@yahoo.com
Sevgili Ali Murat,
Yazınız iki kere okudum. Ama anlaşılmaz bulduğumdan ya da anlayamadığımdan değil. Çölde susuz kalan insanın vahaya ulaştığı anda frenleyemediği içgüdünün bir benzeriydi yaptığım. Yeşilçam’da bulunduğum yıllarda (1983 – 1992) Merhum Berker İnanoğlu’nun yapımcılığını üstlendiği hiçbir filme (Eyüp Sultan Aşevi’nde) çifte kurban kesmeden motor denilmezdi, denilmedi de. Diğer yapımcıların da aynı hassasiyeti gösterdiklerine hem tanık oldum, hem de işittim. 1986 ya da 1987’nin 23 Mart’ında büyük bir kar yağmıştı İstanbul’a. O günlerde senaryosunu bu fakirin yazdığı Deli Gönlüm filminin Yeniköy sahilinde harici çekimleri yapılırken sevgili Yaşar Alptekin ve Ahu Tuğba set çalışanlarının yaktığı karton ve ağaç dallarının ateşinin başında sıralarını beklemişlerdi ve tek kelime şikâyet etmemişlerdi. Hatta Ahu Tuğba, o gün o ateşi yakan set ekibine, kamera ve ışık asistanlarına bizden aldığı ücretin tamamını harcayarak kışlık giysi, bot falan almıştı. Yeşilçam böyleydi yani.