Ekonomik sıkıntısı olmayan, gayet güzel bir evde, iki çocuğuyla yaşayan -daha sonra kendilerine huzur batacak- bir çekirdek ailemiz var. Anne Kate geçmişte bir alkol bağımlısıymış. Hatta bu yüzden küçük kızları Max’in hayatını -Max aynı zamanda sağır ve dilsiz- tehlikeye atmış. Bu yüzden sürekli vicdan azabı çekiyor. Bir de ailenin adeta tüm umutlarını bağladığı üçüncü çocukları, Kate’in karnında ölünce aile içindeki çatlakların daha da açılması kaçınılmaz oluyor.
Çatlakları kapatmanın yolunun bir çocuk evlât edinmekten geçtiğini düşünen Kate, eşi John’u da ikna ediyor. Ölen bebeği için büyüttüğü sevgiyi, sevgiye aç bir yetime vermek isteyen Kate, bunun hem kendisine hem de ailesine iyi geleceğini düşünüyor. Böylece yetimhanenin yolunu tutan çiftimiz belâyı eliyle koymuş gibi buluyor. O kadar normal çocuğun içinden üst katta bir sınıfta tek başına resim yapan, gotik giyimli, anti-sosyal ama diğer taraftan da çok yetenekli küçük kıza kapılıveriyorlar.
Bir de uyarı, yakın zamanda evlât edinmeyi düşünen çiftler böyle bir film yokmuş gibi davranabilirler. Ya da izleyip her anında “bu sadece bir film” deyip sakinleşsinler. Şaka bir yana nihayetinde bu bir kurmaca ama zaten evlât edinmeye pek sıcak bakmayan ülkemiz insanı için pek hoş bir deneyim olmayacağı kesin. Sonuçta büyük bir çocuk evlât edinmeye karar verdiğinizde nasıl bir çocukla karşı karşıya olduğunuzu bilmiyorsunuz, zamanla öğreniyorsunuz. Yetimhaneden alınan bilgiler var elbet ama bunların güvenirliğini -filmde de görüldüğü üzere- tartışılabilir. Arızalı bir durumla karşılaşmak olmayacak iş değil yani… Bu yüzden hikâyenin evlât edinilmiş bir çocuk üzerine kurulması benim pek hoşuma gitmedi açıkçası. Yoksa bu “huyunu suyunu bilmediğin çocuğu ne diye evlât ediniyorsun, kendi çocukların yetmedi mi”, gibi akla zarar bir sorular çıkar ortaya…
Yeniden filme dönelim. Yetim Esther eve uğursuzluğu ile beraber geliyor. İçindeki şeytanı pek fazla da gizli tutamıyor zaten. Tez elden evdeki yönetimi ele geçirmeye başlıyor. Baba John’a karşı adeta masumiyet simgesi olan Esther, ailenin diğer üyelerine -özellikle de çocuklara- tam bir cehennem hayatı yaşatıyor. Bir de çocukları öyle güzel tehdit edip, susturuyor ki, Kate’in çocukların ağzından lâf alma çabaları boşa çıkıyor. Böylece Esther’in işleri de gayet tıkırında ilerliyor.
Film boyunca Esther’daki sorunun ne olduğunu bulmaya çalışmak gerçekten çok keyifli. Bir de filmde doğaüstü olayların olmaması iyi bir inandırıcılık sağlıyor. Benim açımdan bu inandırıcılığın koptuğu an John’un insanı deli eden davranışlarıydı… İnsan on yıllık karısına bu kadar mı güvensiz olur yahu! Kate’in kutsal arama moturu Google’dan çıkardığı delillere bile kayıtsız kalmasına pes doğrusu. Bu arada Google, son zamanlar izlediğim hemen hemen her filmin gizli kahramanı. Dev kütüphanelere dalıp yıllanmış kitapların arasında bir şey bulmaya çalışmak artık tarih oldu. Google olmasa zamane filmlerin hali nice olurmuş…
Herneyse oradan sonra film kopuyor zaten… Anlıyoruz ki kadıncağız ne derse desin bu adam ona inanmayacak, kısa zamanda ortalık kan gölüne dönecek, felâket kaçınılmaz olacak. Geriye kalan tek soru yetim kızın gerçek sorununun ne olduğunu tahmin etmekle geçiyor. Bu merak filmin sonuna kadar sırtında taşıyor bizi. Bu adeta çocukken tabağımızı bitirmemiz karşılığında verilecek bir çikolata misali… Sondaki sürprizin hatırına tabaktaki klişeleri de mideye indiriyoruz.
Filmde güzel şeyler de yok değil elbet… Bir kere görüntü yönetmeni Jeff Cutter olağanüstü bir iş çıkarmış. Sırf o müthiş karla kaplı manzaralar ve cezbedici ışık tasarımı için bile izlenebilir film. Oyunculuklar da gayet başarılı. Genel olarak çok iyi diyemesem de ortalamanın üzerinde bir gerilim filmi olduğu gerçek, tatmakta fayda var.
(04 Eylül 2009)
Gizem Ertürk