42. İstanbul Film Festivali’nden Paha Biçilmez Belgeseller

İstanbul Film Festivali Belgesel Kuşağı bu yıl da birbirinden ilginç yapımlardan oluşan bir seçki sunmayı sürdürüyor. Listede ilk dikkatimizi çeken ve dünya prömiyerini Şubat 2023’te Berlin Film Festivali’nde yaparak büyük ödül Altın Ayı’yı kazanan ‘Küçük Evren / Sur L’Adamant’, günümüzün en büyük belgesel sinemacılarından Nicolas Philibert’in son filmi. Filme özgün adını veren “L’Adamant” benzersiz bir bakımevi: Paris’in kalbinde, Seine Nehri üzerinde yer alan, yüzen bir yapı. Ruhsal bozukluklardan muzdarip yetişkinleri ağırlayan bu merkez, onların kendilerine zamanda ve mekânda bir yer bulmalarına, iyileşmelerine ya da morallerini yükseltmelerine yardımcı oluyor. Psikiyatristler, psikologlar, hemşireler, meslek terapistleri, uzman eğitimciler ve sanat terapistlerinden oluşan ekip, psikiyatrinin bozulmasına ve insanlıktan uzaklaşmasına karşı ellerinden geldiğince direnmeye çalışıyor.

Oscar’lı belgeselci Laura Poitras, 20. yüzyılın en tanınmış, en tartışmalı fotoğrafçılarından Nan Goldin’in epik, duygusal ve iç içe geçen hikâyesini anlattığı, 2022 Venedik Film Festivali’nin büyük ödülü Altın Aslan galibi son filmi ‘Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri / All the Beauty and the Bloodshed’ listenin bir diğer kaçırılmaz yapımı. En İyi Belgesel dalında da Oscar’a aday olan film, tabu yıkan fotoğrafları ve röportajları paralelinde Nan Goldin’in ABD’deki opioid krizine karşı şahsen yürüttüğü mücadeleyi konu alıyor. Bir dönem OxyContin’e bağımlı olduğunu söyleyen Goldin, bu ilacın üreticisi Purdue Pharma ile şirketin sahibi Sackler ailesini ABD’de bağımlılık yoluyla 400.000’i aşkın kişinin ölümüne neden olmakla suçluyor. Filmde, Goldin’in aile sırlarından arkadaşları ve sanatçı dostlarıyla ilişkilerine, fotoğraflarının arkasındaki hikâyelere uzanan şahsi tarihçesi, Poitras’ın deyişiyle “Amerika’dan kaçanların mirası” da derinlemesine gözler önüne seriliyor.

2022 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Annie Ernaux’nun yazıp anlattığı, oğlu David Ernaux-Briot’nun yönettiği ‘Super-8 Yılları / Les Années Super-8’, Annie Ernaux’nun yazarlığa adım atmadan önce çekilmiş 8mm hatıra filmlerini bir araya getiriyor. 1972 ila 1981 yılları arasında çekilmiş super-8 filmlerin yalnızca bir aile arşivi olmadığını, aynı zamanda 1968’den sonraki on yıl boyunca toplumsal bir sınıfın eğlencelerine, yaşam tarzına ve özlemlerine tanıklık ettiğini ifade eden oğul David, bu sessiz görüntüleri, mahrem olanı toplumsal olanla ve tarihle birleştiren bir hikâyeye dahil etmek, o yılların tadını ve rengini aktarmayı hedeflemiş. Birçokları tarafından Fransa’nın en önemli edebi sesi olarak kabul edilen Ernaux’nun ‘evlilik, annelik ve olup biten her şey üzerine’ bu ‘büyülü ev filmi/görsel makalesi’nin 13 Nisan Perşembe günü saat 16:00’da Fransız Kültür Merkezi’ndeki gösterimi sonrasında soru/cevap bölümüne katılacağını ve aynı gün 18:00’de son kitabı ‘Genç Adam / Le Jeune Homme’un imza seansında bulunacağını edebiyat tutkunları için ayrıca duyurmak isterim.

‘Kapr Kodu / Kapr Code’ özellikle müzikseverler için kaçırılmaması gereken ilginç bir “belgesel opera”. Stalin Ödülü sahibi Çek besteci Jan Kapr’ın hayatını konu alan bu son derece sıradışı müzikal biyografiyi yazan ve yöneten Lucie Králová. Progresif besteci Jan Kapr (1914-88) komünist ideolojiye baş koymuş, Sovyetler Birliği tarafından ödüllendirilmiş, ancak sonra sanatsal görüşü nedeniyle sosyalist Çekoslovakya’da yasaklanmış, adı her yerden silinmişti. Bu filmde dünyaca ünlü Brno Çek Filarmoni Korosu mensubu 17 opera sanatçısı, polis tutanakları, Kapr’ın politik açıklamaları ve aşk mektuplarından parçalar da dahil olmak üzere ünlü sanatçının hayatından sahneleri seslendiriyor. Petra Šuško’nun özgün müziği ve Jiří Adámek / Austerlitz’in librettosu üzerine kurulu filmde operayı seslendiren koronun şefi Petr Fiala’nın Kapr’ın yaşayan son öğrencisi olduğunu ayrıca belirtelim.

Yürütücü yapımcılığını Ruben Östlund’un üstlendiği ‘Ve Kral Dedi ki: Ne Harika Bir Makine / And The King Said, What A Fantastic Machine’, Camera Obscura ve Lumière kardeşlerden Youtube ve sosyal medyaya “görüntü”nün izini sürüyor ve yıllar boyunca insan davranışını nasıl etkileyip değiştirdiğini gözlemliyor. Yönetmen ikilisi Axel Danielson ve Maximilien Van Aertryck insanın kendini görüntüleme ve izleme merakını, medya kültürünün baskınlığını, sinema ve sosyal tarihçe uygulamalarını gözlemlerken, milyarlarca dolarlık bir endüstriye nasıl vardığımızı sorguluyor. Film dünya prömiyerini Sundance Film Festival’inde Dünya Sineması Belgesel Yarışması bölümünde yaptı, ardından Berlin Film Festivali’nde gösterildi.

Çok ödüllü usta belgeselci Mark Cousins imzalı Roma’ya Yürüyüş / Marcia Su Roma’, faşizmin İtalya’daki yükselişini ve 1930’ların Avrupa’sının çöküşünü, gün yüzüne çıkmamış arşiv görüntüleri ve kendine has sinemasal çözümlemesiyle anlatıyor. Cousins’in prömiyerini Venedik’te yapan, hem deneme-film hem de tarihi belgesel niteliğindeki yeni filmi, tarihi bağlamsallaştırarak günümüzde Avrupa’da yükselen radikal sağ ve gerçekleri saptıran medyanın kol gezdiği siyasal manzaraya da ayna tutuyor. Film, adını 1922’de İtalya’da faşistlerin hükümeti devirmek amacıyla yaptıkları ve Benito Mussolini’nin iktidara gelmesiyle sonuçlanan meşhur gösteri ve yürüyüşten almış.

Alman kadın sinemacı Steffi Niederzoll yönettiği ‘Tahran’da Yedi Kış / Sieben Winter in Teheran’ ise İran sınırlarının ötesinde bir direnişi, kendisine tecavüze yeltenen adamı öldürdüğü gerekçesiyle tutuklanarak idam cezasına mahkûm olmuş 19 yaşındaki Reyhane’nin kadın haklarının simgesine dönüşen öyküsü üzerinden anlatıyor. Berlin’de filmi ödüllendiren Alman Sinemasına Bakış bölümünün jürisi, ödül kararını şöyle gerekçelendirmişti: “Güçsüzlük duygusunun üstesinden nasıl gelinir ve buna karşı nasıl direnilir? Kurumsallaşmış erkek şiddetine meydan okuyan genç bir kadının hikâyesini nefessiz izledik.” Kutsal Örümcek’in başrolündeki Zar Amir Ebrahimi, film boyunca Reyhane’ye sesini vererek onun mücadelesine umut katıyor.

Bu parlak seçkiye ülkemizden iki değerli belgesel çalışmayı da eklemek isterim. Bunlardan Önder Esmer’in yazıp yönettiği ‘Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri’ 1965 yılında genç yazar Onat Kutlar ve bir grup aydın tarafından kurulan Türk Sinematek’inin müthiş serüveni üzerine. 1972 yılında henüz 15 yaşında iken gencecik sinema tutkuma eşsiz yollar açan bu efsanevi kurumun öyküsünü yaşayan kurucularının ağzından perdeye taşıyan özel bir film bu. Aynı şekilde, genç yönetmen Fırat Özeler’in imzasını taşıyan ‘Kavur’, ülkemiz sinemasının yetiştirdiği orta kuşak auteur sinemacıların şahsım için en değerlisi olan Ömer Kavur’un filmlerindekine benzer bir yolculuk üzerinden, terk edilmiş kasabalarda, harabelerde, kimselerin kalmadığı otellerde sahipsiz mektupların, hatırlanmayan rüyaların ve kayıp bir filmin izini sürerken Kavur ile hayali bir diyalog başlatıyor.

(09 Nisan 2023)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com