Altın Portakal’ın 57. yolculuğu olağanüstü koşullarda başladı ve tamamlandı. Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Muhittin Böcek’in hastalıkla verdiği mücadelenin dışında etkinliklerin salgın koşulları göz önünde bulundurularak planlanması, organizasyonla ilgili düşüncelerimizi –ki, eleştirilerimizin ‘saklı’ olduğunu vurgulayalım- doğal olarak ikinci plana itiyor. Bu bağlamda, yakın bir süreçte, bir başka önemli festivalden ödülle dönen ve başkan olarak görevlendirilmesi “doktor olmasıyla” açıklanan isim de dâhil olmak üzere jüri oluşumunun mantığına yer vermeyeceğiz.
Devlet Yardımı Ekseninde “Sanat Sineması”
Festivalin Ulusal Yarışma bölümünde bu yıl 12 film yer aldı. Genel olarak bakıldığında, ortaya kimisi fazlasıyla tanıdık, kimi de yeni arayışlara işaret eden filmler izlediğimizi söyleyebilirim; ancak ilk elden altını çizmek istediğim şey, -öteden beri vurgulamakla birlikte- “festival sinemasında” Kültür Bakanlığı olgusunun her geçen gün belirleyiciliğini arttırdığı yönündedir. Desteklenen filmlerle gerçekten bağımsız olan yapımlar arasındaki tematik, hâttâ biçimsel farklılıklar, artık olgu üzerine kalem oynatmayı zorunlu hale getirmiştir. Yönetmeni oto sansüre iten, kamerasını özgürce kullanmasını engelleyen “herkesin bildiği sır” gibi bu durumun varlığı orada duruyorken kimi filmler nasıl bir yöntemle ve hangi nesnel yaklaşımla değerlendirilebilir? Doğrusu bilemiyorum. Bildiğim şey, “sanat sinemasında” cinselliğin neredeyse hiç olmadığı, “zararlı alışkanlıklardan soyunmuş” olarak ele alınan insanın tektipleşmeye doğru hızla ilerlediği ve “parayı verenin düdüğünü öttürdüğü”.
Bu noktada bir paradokstan da söz etmek gerekir: Yukarıdan aşağıya savunulan sanat dili, “yerli ve millî” olmanın dışında, “kutsal aileye” halel getirmeyecek bir bakış içermeli. Biraz da bu yüzden kimi festival filmleri bu yaklaşımı temel alıyor; ancak “çürüme” ve “tükeniş” atmosferi, ülkenin sosyo-politik ve kültürel ikliminden bağımsız olmayacak biçimde, ele alınan ailelerde kendisini gösteriyor. Gerek “Dirlik Düzenlik” , gerek de “Çatlak” bunun başarılı sayılabilecek örnekleri.
Susmak İçin Birçok Neden Var!
Önceki yıllarda bir sektör çalışanı, dizilerde akşam yemeği sahnelerinin -alkolün gösterilmesinin yaratacağı sorunlar nedeniyle- kahvaltıya dönüştüğünü söylemişti. Benzer bir durum festival sineması için de geçerli. Figürler gündelik yaşam formundan kopartılmak zorunda kalınınca gerçeklikle imtihanını kaybediyor, ortaya tuhaf bir manzara çıkıyor. İşin daha vahimi, sözgelimi “Kumbara” filmindeki başrol oyuncusunu, arkadaşıyla sahilde bira içerken gösteren sahne sinema yazarını dahi şaşkınlığa uğratabiliyor, anlatıda gerekli olan bu anları “radikal bir tutum” olarak nitelendirmesine yol açabiliyor. Gidişatın varacağı nokta için kâhin olmaya gerek yok; organizasyona kaynak yaratan erkin, festivallerin seçici kurullarını belirleme konusunda talepkâr olması an meselesidir. Bakalım o zaman hangi “sanat filmini”, nasıl tartışacağız?
Geçmişte kendisine açık kanalların, -sanki mesele bu noktaya gelmeyecekmiş gibi- savunuculuğunu yapanların önce tepki gösterip sonra suskunluğa gömüldüğü yerdeyiz. Evet, herkes her şeyi biliyor; ama konuşmamak için (kimisi adına o güzel günlere tekrar dönüleceği umuduyla, kimisi içinse iklimin sertleşmesinden dolayı) birçok neden var!
İklim Değişirken
Önceden festival filmlerinin ayrı bir dili ve matematiği olduğunu durmaksızın anlatanlar, şimdi kendi yarattıkları manzarayı inkâr ediyor gibiler. Daha metaforik, biçimselliğe daha çok yaslanan ve yaratılan festival iklimiyle uyumlu görünen göz ardı edilip konjonktürle bağ kuran öncelenebiliyor; aydın / yarı aydın tavrı farklılaşıyor. Bir filmin yaşanan olumsuz gelişmeleri -sinemasal bakımdan tartışmalı; ancak samimi bir temelde- kadını merkeze alarak masaya yatırması (“Hayaletler”), diğer filme göre öne çıkması için yeterli olabiliyor. Diğer film demişken (“Gölgeler İçinde”), içerdiği sistem eleştirisi ve finaliyle ortaya koyduğu “mücadeleci ruhun kutsanması”, muhtemelen fazlaca “biçimci” bulunduğu, içinden geçilen ortamda “yaraya merhem olamayacağı” için tercih sebebi olmuyor. Kişisel düşüncem, SİYAD ve Film-Yön jürilerinin verdiği karara paralel biçimde Erdem Tepegöz’ün filminin, festivalin en başarılı yapımı olduğu yönünde. Samimi bir çabanın ürünü olan, kimi parlak anlarına karşın tam da ilk filmden beklenebileceği biçimde yoğunluk içeren, ele aldığı figürleri ve olguları yeterince işleme şansı olmayan “Hayaletler”in tamamen kişisel bir kararla ödüllendirildiğini düşünüyorum. (Benzer şeyler, “pozitif ayrımcılık” içeren ödüller için de geçerli. Bu durum kantarın topuzunun kaçtığına işaret ediyor.) Bu durumun, ilk filminde gayet olumlu sinyaller veren Azra Deniz Okyay’ın sinemasını nasıl etkileyeceğini birlikte göreceğiz.
“Deneyimli” İsimler, Sıradan Filmler
Evet, Türkiye’nin neredeyse son 20 yılına damgasını vuran “festival filmi” olgusunda belli belirsiz bir değişim yaşanıyor. Bunun kalıcı olup olmayacağı şu anda belirsiz. Bu geçiş ikliminde “deneyimli” yönetmenlere de ayrı bir parantez açalım. Sineması adına gerçek bir “U dönüşü”nü gerçekleştiren Derviş Zaim, olasılıkla kariyerinin en sıradan filmiyle, “Flaşbellek”le kapılarımızı çaldı Antalya’da. Konjonktürden fazlasıyla beslenen, kendisini adeta resmi görüşün savunucusu olarak konumlandıran bu filmin sinema dili de çok tartışmalı. “Gölgeler ve Suretler”de olguya nesnel ve soğukkanlı bir bakış atmayı başaran Zaim’in Suriye sorununda emperyalizmi göz ardı etmesi ya da tek doğru sözü, “cani doktora” söyletmesinin ortaya çıkardığı trajikomik durum bir tarafa, yıllardan bu yana oluşturduğu özgün sinemasal arayışlara, teorik zemini çürük, durumu aksiyon ile kurtarmaya çalışan bir yapımla nokta koyması endişe verici. Reis Çelik ise yukarıda yaşanan değişimi açık farkla ıskalıyor; primitif bir yaklaşımla sinemasını yenileyemeden yolculuğunu sürdürüyor. Büyük altüst oluşlar çağında, oluşturduğu “toplumsal duyarlılık taşıyan yönetmen” kimliğini bir kenara iten Çelik’in öyküsü incir çekirdeğini dolduramayacak bir konuya sahip “Ölü Ekmeği”nde izleyicisine iki kez “Kiziroğlu Mustafa Bey” türküsünü dinletmesini anlamak kolay görünmüyor. Atalay Taşdiken ise geliştirdiği sinema diliyle öncüllerinden ayrılıyor. “Kar Kırmızı”, kimi anlarda parlayan senaryosu ve başarılı sinematografisiyle dikkat çekiyor. Finali “dağın fare doğurmasını” andırsa da, yan rollerde tartışmalı performanslar barındırsa da film, çıtanın üzerinde seyrediyor.
Sonuç Olarak
Son olarak “Gelincik” ve “İnsanlar İkiye Ayrılır” üzerinde de durmak gerekir. Orçun Benli’nin politik gerilimi, sinemada yeterince ele alınmayan bir konuyu, soğukkanlı biçimde masaya yatırmayı deniyor. Bunda belli ölçülerde başarılı olduğu da söylenebilir. Filmin en büyük kusuru, kısa filme yakın duran senaryosu ve diyaloglarda alttan alta işleyen ve tekrar duygusu yaratan gerilim müziği. Jüri Ahmet Mümtaz Taylan’ı öne çıkarsa da Kaan Yıldırım’ın performansının filmi sürüklediğini söylemek mümkün. Denenmeyen bir türde dikkate değer bir çalışma.
“İnsanlar İkiye Ayrılır” ise hep sözü edilen dizi estetiğinden bolca nemalanıyor; ancak son bölümde olayları açıklamaya çalıştığı final bir kenara bırakılırsa özgün bir senaryoya dayanıyor. Temposu iyi, kimi anlarda izleyicisini şaşırtmayı başarıyor ve hak ettiği ödüle uzanıyor. Gişede başarılı olmasını ve “festival sineması” ile “gişe filmleri” arasında köprü oluşturmasını dilerim.
Yazının sonunda Muhittin Böcek’e acil şifalar dilerken, daha özgür ruhlu ve sağlık endişesi taşımadan takip edebileceğimiz festivallerde buluşmayı temenni ediyorum.
(14 Ekim 2020)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
[email protected]