Işık ile Pervane

İlk filminden beri takip ettiğiniz (Maborosi, 1995) ve çok takdir ettiğiniz bir Uzak Doğulu yönetmenin ilk kez ülkesi dışında, Avrupalı oyuncularla farklı bir dilde film çektiğini duyduğunuzda ne düşünürsünüz. Başta kuşkuyla yaklaştığımı itiraf etmeliyim. Çağdaş Japon sinemasının büyük ustası Hirokazu Kore-eda’nın halen bizde de gösterimini sürdüren son çalışması ‘Saklı Gerçekler / La Vérité’den söz ediyorum.

Hikâye, kamera güneşli bir Paris sonbaharında ünlü Fransız diva Fabienne Dangeville’in şatoyu andıran malikanesine süzülürken başlıyor. Kızı, Amerikalı oyuncu damadı ve küçük kız torunu, onun hayatını anlattığı –filmin ‘Hakikat’ anlamına gelen özgün ismiyle aynı adı taşıyan- anı kitabını kutlamak için ta New York’tan gelmişlerdir. Yıllar sonra bir araya gelen ana-kızın, kitapta yazılandan çok daha farklı geçmişleri üzerine tartışmaları, Fabienne’in rol aldığı, yine bir ana-kız hikâyesi üzerine kurulu bilim-kurgu filminin set çalışmaları süresince devam edecektir.

Bu kısa özetten yola çıkarak, Ingmar Bergman imzalı ‘Sonbahar Sonatı’na benzer bir ana-kız hesaplaşması akla gelebilir. Lakin, aile ilişkilerini tüm filmografisinde incelikle irdelemiş olan Kore-eda, aşırı duygusal bir yüzleşme ya da fırtınalı bir hesaplaşmanın izini sürme niyetinde değil. İlerlemiş yaşına rağmen -‘Gündüz Güzeli’ne nazire- ‘Paris Güzeli’ lâkaplı Fabienne’in böylesine bir yüzleşmeye girmeye oralı değildir zaten. Hayatını dilediği gibi yaşamış, yıldız oyunculuk kariyeri her zaman ön planda olmuştur. O bir oyuncudur, gündelik hayatın saf gerçeğini sergilemeyi gereksiz bulur. Yıldızların üzerindeki büyülü dünyasında ihtişamını sürdürme derdinde olmuştur hep. Rol aldığı filmin ana karakteriyle ilgili olarak ‘ben de hep uzayda olmak isterdim, yeryüzünde yaşamak istememiştim hiç’ demesi bu açıdan anlamlıdır. Defalarca aldattığı kocasını daha sonra kapı önüne koymuş, kızı ile hiç ilgilenmemiş, en parlak rolünü elinden aldığı yetenekli yakın dostunun hayatını mahvetmiş bir kadındır o. Kitabında değil belki ama yüzyüze bunları itiraf etmekten çekinmez.

‘Vincennes Ormanındaki Cadı’ karakterini bile isteye üstlenmiştir. Seversiniz, sevmezsiniz, ancak Kore-eda tüm narsistliğiyle, sözünü sakınmayan bir karakter olarak resmetmiş Fabienne’i. Ne fazla ne eksik. Perdedeki savaşı hep kazanmıştır Fabienne. Bu yüzden yalnızlığına katlanmayı da öğrenmiştir. Annesinin görkemli kariyerinin gölgesinde kalmış olan Lumir onu ‘mutlu aile tablosuyla’ yenmeyi aklından bile geçirmemelidir. Kızı ile duygusal bir yakınlaşma anını bile oyunculuk performansı için kullanmayı düşünür yaşlı diva. O ışıklı bir yıldızdır. O’na hayranlıkla, sevgiyle yaklaşan pervaneler mutsuz olmaya mahkûmdur.

Japon sinemacı, gerçek bir diva olan Catherine Deneuve ile çalışmış. İlerlemiş yaşı ve aldığı kiloları umursamaksızın hayatının rolünü oynuyor ‘Paris Güzeli’. Filmin girişinde Fabienne ile yapılan röportajda Deneuve samimi duygularını ifade ederken, çağdaş Fransız oyuncularından hiçbirinin onun oyunculuk genini miras almadığını kibirle dile getiriyor. Brigitte Bardot’dan söz edilirken çekinmeden burun kıvırıyor.

Fransız sinemasının bir diğer yıldız oyuncusu Juliette Binoche, Deneuve’ün yıldız personasına hizmette kusur etmeden, hayatı boyunca sevgi açlığı çekmiş Lumir’in kederli edilgenliğini sade bir performansla aktarıyor. Ve Kore-eda, kendisine kilometrelerce uzak bir coğrafyada ve kültürde evrenseli yakalamayı biliyor. Ana-kız ilişkisi ve yıldız sanatçının kabullenilmiş kibirli yalnızlığı meselesini, duygusal patlamaları törpüleyerek ve ustaca kullandığı mizahı elden bırakmadan anlatmasını biliyor. Yine güneşli bir gün Paris kışa hazırlanırken, hem Kore-eda’yı hem tam rolünü bulmuş Deneuve’ü alkışlayarak ayrılıyoruz sinema salonundan.

(24 Ocak 2020)

Ferhan Baran

[email protected]