Mimarlık eğitimi almış Alman enstalasyon sanatçısı Julian Rosefeldt, çağımızın en önemli oyuncularından Cate Blanchett ile Berlin’de bir işinin sergilendiği müzede karşılaşıyor. Tanışmalarına vesile olan ortak dostları ise, geçtiğimiz yıllarda İKSV Tiyatro Festivalleri’nde ‘Hamlet’ ve Ibsen’den ‘Bir Halk Düşmanı’ yorumlarını büyülenerek izlediğimiz ‘Die Schaubühne Berlin’in efsanevi yönetmeni Thomas Ostermeier’den başkası değil.
Rosefeldt’in 20. yüzyıl sanat iklimine damgasını vurmuş manifestolar üzerine yoğunlaştığı yeni projesi Avustralyalı aktrisin de aklına yatınca, son yılların en çarpıcı işlerinden biri ortaya çıkmış. Alman sanatçının tiyatro, sinema ve edebiyatı harmanlayarak sanatın amacı üzerine yazılmış manifestolar üzerine hazırladığı çalışması, faaliyete geçtiği 2007 yılından beri New York kentinin gözde kültür merkezlerinden biri haline gelmiş ‘Park Avenue Armory’de sergilenmiş önce. Bu video art enstalasyonunda, bir tanesi haricinde geçtiğimiz yüzyıl sanat tarihine yön vermiş çeşitli manifestolardan yola çıkan kısa filmlerde yer alan ve tümü Blanchett tarafından seslendirilmiş metinler, eş zamanlı olarak 13 ayrı ekranda müze ziyaretçilerince izlenmiş. Cate Blanchett’in ünü ve cazibesinin katkısıyla bu çalışmayı bir filme dönüştürüyor yönetmen Rosefeldt daha sonra. Bu yılın başında bağımsızların kalesi ‘Sundance Film Festivali’nde gösterilen bu sıradışı yapım ‘Manifesto’ adını taşıyor, İstanbul Film Festivali’nde gördüğü büyük ilgi sonrasında sinemalardaki gösterimini sürdürüyor.
Toplumsal bir hareketin duyurulması ya da çeşitli konularda bireysel savların umuma duyurulduğu manifestolar serisinde 13 farklı karakteri canlandırıyor Blanchett. Evsiz bir adam, borsacı, temizlik işçisi, üst düzey yönetici, alt sınıftan bir rock şarkıcısı, bilim insanı, cenaze töreninde bir dul, kuklacı, koreograf, haber spikeri, zengin bir koleksiyoner, ev kadını ve ilkokul öğretmeninden oluşan karakterleri, farklı İngilizce aksanlarla seslendiriyor. Bunu yaparken her bir ayrı epizodda farklı bir manifestonun metninden bölümleri yorumluyor. Böylece esas olarak erkekler tarafından kaleme alınmış metinler bir kadın sesi aracılığıyla yeniden hayat bulmuş oluyor.
Yönetmenin tercihi doğrultusunda, metinler içerikleriyle bağdaşmayan ortamlarda dile getiriliyor. Bu da işin en hınzır tarafı. Örneğin, yaslı dul kadın cenaze töreni kürsüsünde Dada manifestosunu dile getiriyor. Birinci Dünya Savaşı’nın dehşetine tepki olarak bir insanın değil, bir düşüncenin, bir dünyanın ölümünü haykırıyor. İlkokul öğretmeni küçük öğrencilerine Jim Jarmusch’un ‘hiçbir şey orijinal değildir, herşeyi çalabilirsiniz’ cümlesiyle, Jean-Luc Godard’ın ‘neyi nereden aldığınız değil, nereye taşıdığınız önemli’ deyişini ve hemen ardından Lars von Trier ve Thomas Winterberg’in öncülerinden olduğu ‘Dogme 95’ akımının bunların tam zıddını savunan, ‘kameranın elde tutulması gereğinden, özel ışıklandırma, filtre kullanımı, tür filmlerinin reddi ya da yönetmenin isminin jenerikte yazılmaması’ yasaklarını getiren sıkı kurallarını sıralıyor.
Üç yaşlı kadının havai fişek ateşlemelerinin ardından eski dünyanın ölümü, kapitalizmin ve burjuva ahlâkının çöküşüyle yeni bir dünyanın doğumunu muştulayan, sanatçının toplumdaki rolünün ancak devrimci olabileceğini haykıran Marx ve Engels’in ünlü 1848 Komünist Manifesto’sundan bölümlerle başlangıç yapıyor film. Endüstriyel kalıntılar arasında gezinen derbeder evsiz daha sonra megafonuyla ‘Durumculuk’ (Situationism) akımının manifestosundan aktarımla kapitalizmin kriz içinde olduğunu ilan edecektir. Bu metinlerin yıllar sonra Donald Trump’lı bir dünyada hâlâ geçerliliğini koruyor olması işin en ilginç yanı kuşkusuz.
Mekânların özenle seçildiği ve önemli işlevlerinin olduğu filmde ‘Fütürist Manifesto’ devasa bir borsa işlem salonunda dillendiriliyor. ‘Acı çeken biri ancak acı çeken bir lamba kadar ilgilendiriyor bizi’ metni okunurken kamera hızla yükseliyor ve bu güzel sinemasal bölümde, tepeden kuş bakışı diğer objeler arasında kayboluyor aşağıdaki insanlar. Rosefeldt metinlerin coşkun ruhunu ve şiirselliğini, gündelik yaşamın mütevazılığına taşıyor. Olur olmaz yerlerde okunan metinler, hınzır ve komik tonu pekiştiriyor. Amerikalı heykeltraş Claes Oldenburg’un popüler sanat hakkında ‘ben politik-erotik-mistik bir sanattan yanayım’ deyişi ya da ‘sanat olduğunun farkında olmayan sanatın; patavatsız olanın; bir sigara gibi tüttürülen, bir ayakkabı gibi kokan sanatın tarafındayım’ sözleri, aile yemeğinde dua eden ev kadını tarafından dile getiriliyor. (Bu sahnede kadının yakınlarını Blanchett’in gerçek hayattaki kocası (Andrew Upton) ve çocuklarının canlandırdığını magazin bilgisi olarak ilave edelim). Keza filmin en güzel bölümlerinden birinde Fluxus hareketinin ‘hiyerarşik kültürü ve sanatçının bu kültür dahilinde yüceltilmesini kınayan’ metni, burnu havada Rus koreograf tarafından söze dökülüyor. Amerikalı kadın dansçı ve koreograf Yvonne Rainer’in ‘sihire, rol yapmaya, ihtişama, star imajına, bayağılığa HAYIR’ sözleri yine aynı karikatürize edilmiş Doğu Avrupalı koreograf üzerinden aktarılıyor.
Julian Rosefeldt’in usta işi uzun planlar ve mekân seçimiyle, Christoph Krauss’un etkileyici görüntüleri, Nils Frahm ile Ben Lukas Boysen’in çarpıcı müzik çalışmalarıyla kelimenin tam anlamıyla bir sanat filmi ‘Manifesto’. Kavramsal yapıda, konvansiyonel olmayan bir formda ve sanatseverlerin iştahına yönelik, zihin açıcı bir çalışma. Cate Blanchett işin içinde olmasaydı, müzeler ve galeriler dışında kolay kolay ticari dağıtıma çıkamayabilecek, dinamik bir seyir keyfi veren ve özellikle genç kuşaklara sanatın amacı üzerine olağandışı bir deneyim yaşatan çizgi dışı bir sanat ürünü. Kaçırmamaya çalışın.
(17 Ağustos 2017)
Ferhan Baran