Fransız sinemasının gözde yönetmenlerindendir Arnaud Desplechin. Cannes Film Festivali seçicileri pek sever kendisini. Mumyalanmış kesik bir başın gizemli öyküsü çerçevesinde gelişen 1992 yapımı ilk uzun metrajı ‘Nöbetçi / La Sentinelle’den başlayarak filmleri tam beş kez Cannes’ın yarışmalı bölümlerine seçildi. Bizde pek tanınmıyor. İlginç filmografisinden 2004’te Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmış ‘Krallar ve Kraliçe / Rois et Reine’ ile 2008 yapımı ‘Bir Noel Masalı / Un Conte de Noël’i İKSV festivallerinden hatırlıyoruz. Fransız psikiyatrist ve antropolog Georges Devereux ile Kızılderili kökenli Jimmy Picard’ın doktor-hasta ilişkisiyle başlayıp dostluğa dönüşen gerçek psikoterapi deneyimi üzerine kurulmuş, İngilizce çektiği 2013 yapımı ‘Düş ve Gerçek / Jimmy P.’ ülkemizde daha önce vizyona girmiş tek filmi.
Fransızların anlı şanlı IDHEC (yeni adıyla La Fémis) sinema okulundan mezun sinemacı, ünlü oyuncu / yönetmen Mathieu Amalric’e alter egosu olarak yer verdiği yapıtlarında, yedinci sanatın ölümsüz yaratıcılarından aldığı esinlerle kaleme aldığı özyaşamsal öykülerinde yaşamın anlamını, aile ilişkilerini, ölüm meselesini sorgular. Geçtiğimiz Mayıs ayında 70. Cannes Film Festivali’nin açılışını yapmış ve bizde de gösterimini sürdüren son çalışması ‘İsmail’in Hayaletleri / Les Fantômes d’Ismaël’in ana karakteri, adını ‘Krallar ve Kraliçe’de canlandırdığı uyumsuz Ismaël Vuillard’dan ödünç almış ellili yaşlarına yaklaşan bir film yönetmeni. Bu dokuzuncu sinema filminde, Alain Resnais etkisinin baskın olduğundan söz ediyor Desplechin bir söyleşisinde. ‘Providence’ın amansız hastalığa mahkûm karısını yitirmiş yaşlı yazarının gerçeküstü kabuslarının yerini İsmail’in yaratım sancıları almış bu defa. John Gielgud misali yazlık evine kapanmış Amalric, Fransız bürokrasisi ve dış siyaseti ile ince ince dalgasını geçtiği bir casusluk öyküsü etrafında gezinen sinemaya dönüş filminin senaryosu ile boğuşmaktadır.
Bu sancılı süreç boyunca geçmişiyle hesaplaşıyor yönetmen İsmail. Yirmi küsur yıl önce kayıplara karışmasının ardından öldüğü kabul edilmiş eski eşi Carlotta’nın (Marion Cotillard), yeni aşkı Sylvia (Charlotte Gainsbourg) ile birlikte kaldığı sahil evinde ansızın belirivermesi işleri daha da karıştırıyor. Fransız sinemasının alamet-i farikası haline gelmiş bir aşk üçgeni fantezisiyle oyalanıyoruz bir süre. İki güçlü kadın oyuncunun performansları, Cotillard’ın ilerleyen yaşına rağmen diri güzelliği, hele Bob Dylan şarkısı ‘Baby, It Ain’t Me’ eşliğinde çekici dansına yoğunlaşıyor dikkatimiz.
Gerçek ile düş arasında gidip gelmeye alışmaya çalışırken, gizemli bir melodramdan, Tacikistan’dan Prag’a atlayan casusluk hikâyesine, oradan yönetmenin yaratıcılık krizine çark eden bir tür çorbası içinde buluyoruz kendimizi. Biraz Bergman, bolca Hitchcock esintileri devreye giriyor. ‘Vertigo’nun derin etkisi buram buram hissediliyor. Cotillard’ın duvarda asılı yirmili yaşlardaki portresinde ‘Rebecca’nın izlerini buluyoruz. Gregoire Hetzel’in tekinsiz tınıları (Hitchcock filmlerinin ses bandında imzası olan) Bernard Hermann ezgilerini anımsatıyor.
Geriye dönüşler ve çeşitli yan öyküler eşliğinde kendi geçmişiyle hesaplaşmak için yola çıkıyor Desplechin. Altı bataklık olduğu için suyun her daim pis aktığı, insanları kirli ve çirkin (yönetmenin sözleri bunlar) doğup büyüdüğü Kuzey Fransa’daki Roubaix kenti de bundan nasibini alıyor. Karmaşık projesini savunurken, ızdırap yüklü geçmişini sıkıştırılmış nesnelerden oluşan soyut resmine taşımış Amerikalı ressam Jackson Pollock’dan bile dem vuruyor filmin bir yerinde. Ama ana karakteri İsmail gibi yoğun kafa karışıklığından muzdarip Desplechin. Dolambaçlı anlatımını, mirasçısı olduğu Yeni Dalgacılar ya da ustası Resnais gibi toparlayamadığı için, düşünceler ve türler labirentinde kaybolmaktan kurtulamıyor.
(09 Ağustos 2017)
Ferhan Baran