Tom Ford’un sinema serüveni sürüyor. 60’lı yılların muhafazakâr ortamında bunalmış eşcinsel İngiliz edebiyat profesörü kompozisyonunda muhteşem Colin Firth’ün kelimenin tam anlamıyla döktürdüğü 2009 yapımı ilk uzun metraj denemesi ‘Tek Başına Bir Adam / A Single Man’ ile takdir toplamış olan ünlü modacı, tam yedi yıl sonra ikinci filmiyle beyazperdeye dönüş yapıyor. Ünlü ‘Cabaret’ye kaynaklık etmiş ‘Goodbye to Berlin’in de yazarı olan Christopher Isherwood’un aynı adlı romanından yola çıktığı bir önceki çalışmasının ardından yeniden bir edebi metne başvuran Ford, Austin Wright’ın 1993 tarihli ‘Tony ile Susan’ isimli romanını ‘Gece Hayvanları / Nocturnal Animals’ başlığıyla uyarlamaya girişmiş bu kez.
Amerikalı yazarın hikâye içinde hikâyeden oluşan metnini, farklı türleri buluşturan bir film içinde filme dönüştürmeye uğraşmış taze sinemacı. Üzerlerinde beyaz eldiven ve çizmelerle çırılçıplak dans eden aşırı kilolu geçkin kadınların striptizvari gösterisiyle başlatıyor filmini. Bunun Susan’ın sanat galerisinde sergilenen bir enstalasyonun parçası olduğunu anlıyoruz çok gecikmeden. Kırklı yaşlarının başlarındaki alımlı kadını, yakışıklı kocasıyla kopuk ilişkisinin aynası görünümündeki camdan ve metalden lüks konutunda can sıkıntısı ile baş başa izlemeye başlıyoruz daha sonra. ‘Her şeye sahip olduğunu, mutlu olmamaya ne hakkı olduğunu’ düşündüğü sırada eline geçiyor, 19 yıl önce terk etmiş olduğu gençlik aşkı ilk eşi Edward’ın adına ithaf etmiş olduğu henüz basılmamış romanının nüshası.
Paket kağıdının kestiği elinden damlayan kan metnin içeriğinin habercisidir sanki. Yakın bir dostunun ‘etrafımızdaki saçmalığın tadını çıkar, inan gerçek hayattan daha az zahmetli bir evrende yaşıyoruz’ sözlerini doğrularcasına karanlık ve zalim dış dünyayı anlatan romanı okumaya koyulduğunda, zayıf ve güçsüz olduğu için yüzüstü bıraktığı genç adam ile ilişkisi çerçevesinde kendi geçmişiyle hesaplaşmaya koyuluyor Susan.
‘Tony ile Susan’ iki farklı dünya arasındaki zıtlıklar üzerinden geçmişle hesaplaşma üzerine yoğun bir metin. Edward’ın Ford’un filmiyle aynı adı taşıyan romanında bir gece vakti Batı Teksas’ın tekinsiz otoyolunda mahsur kalmış çekirdek ailenin annesi ve ergenlik yaşlarındaki kızı, yollarını kesen üç belalı adam tarafından kaçırılır, tecavüz edilir ve vahşi bir biçimde katledilir. Ölümden tesadüf eseri kurtulan baba, emektar bir dedektifin yardımıyla suçluların cezasını bulması için mücadele etmeye kararlıdır. Romanı okumadım ve Amerikalı yazarın ailesi katledilen Tony ile zayıf ve güçsüz olduğu için hırslı karısı tarafından terkedilen genç adam arasında kurmaya çalıştığı bağın detaylarına vakıf değilim. Lakin Ford’un metni sinemaya aktarırken bu konuda pek de yeterli olduğu söylenemez. Modacı yönetmen çok iyi tanıdığı ve ekmeğini yediği bir dünyayı betimlemekte hayli yüzeysel kalmış öncelikle. Sevgililerin ilk gençlik yıllarına dönüş bölümleri de klişelerle dolu. Tony’nin mahvına neden olan üç serseri katil ile geç vakitlere kadar uyumadığı için ilk sevgilisinin ‘gece hayvanı’ lakabını taktığı Susan arasında kurulmak istenen ilişki bu nedenle hayli havada kalmış gibi.
Ford sıkı bir görüntü yönetmeni ile (Seamus McGarvey) çalışmış. Almodovaryen moda estetiğini kullanmaktan kaçınmamış. Abel Korzeniowski’nin Bernard Hermannvari tınılarıyla bir Hitchcock edasıyla başlıyor filmine. Kırsal Teksas’ta geçen bölümlerde daha evvel çok yetkin örneklerini izlediğimiz bir aileye tecavüz hikâyesine, daha sonra Bronsonvari bir intikam serüvenine yöneliyor. Tanış olduğu mükemmel oyuncu kadrosunu filmin hizmetine seferber etmiş. Başroldeki melül bakışlı Amy Adams ve yakışıklı Jake Gyllenhaal dışında, Coen filmlerinden kopup gelmişe benzeyen usta oyuncu Michael Shannon, Teksaslı püriten annede Laura Linney ve küçücük parti bölümünde İngiliz oyuncu Michael Sheen’in tartışılmaz yeteneklerinden yararlanmış. Jenerikteki şaşırtıcı obez kadınlar gösterisine inat genç ve güzel çıplak bedenleri (filmin kötü adamını ‘Anna Karenina’nın yakışıklı Vronsky’si Aaron Taylor-Johnson canlandırıyor) film boyunca sergilemiş. Ancak Tom Ford’un tüm çabası bu parçalı hikâyenin derinlikli bir bütünlüğe ulaşmasına, Susan’ın dertlerine empati duymamıza yetmiyor. Son tahlilde Susan’ınkine benzer bir can sıkıntısıyla ayrılıyoruz salondan.
(10 Aralık 2016)
Ferhan Baran
[email protected]