Popüler sinemada eğilimleri ve kimi zaman oldukça tartışmalı hale gelen bakış açıları bakımından Don Siegel’den John Frankenheimer’a ve Clint Eastwood’a uzanan çizgiye eklenebilecek son halkalardan birinin Mel Gibson olduğu rahatlıkla söylenebilir. Oyuncu / yönetmen, öncüllerine -en çok da Eastwood’a- benzer biçimde tekniğe hâkimiyeti bir yana, “ölçüyü kaçırma” bakımından Ted Kotcheff ve John G. Avildsen’le bağ kurabileceğimiz bir noktaya doğru koşar adım ilerliyor.
Hacksaw Ridge, ilk bakışta zor olan bir temayı, “tavrını vicdani retten yana kullanan bir savaş kahramanını” merkezine alırken, nihai anlamda üçüncü yol önermesiyle sığ sulara düşmekten kurtulamıyor.
Öyküsünü, Braveheart’la paralellik gösterecek biçimde inşa eden Gibson, Grant Wood’un American Gothic’ini anımsatırcasına şiddetle çevrelenmiş bir aile tasvirine girişerek başlıyor işe. Bu, baba figürünün öfkesinin arka planına inşa edilen 1. Dünya Savaşı olgusu göz önünde bulundurulursa bir yanıyla anlaşılır olabilir; ancak söz konusu vicdani ret olunca klişe anlamını yitiriyor. Gibson’un ana karakteri, olgunun tarihsel anlamından bütünüyle soyutlanıyor; mesele, kasabanın sevgilisi, temiz yüzlü dindar oğlanın inancıyla imtihanı eksenine oturuyor. Savaşın gerekçelerine tamamen katılan; hatta Pearl Harbor baskını sonrası ABD toplumuna nüfuz eden genel eğilimle örtüştüğünü söyleyen Desmond Doss’un, söz konusu silahlar olunca kendisini geriye çekmesi en çok da bu yüzden anlaşılır olmaktan uzaklaşıyor. Dolayısıyla filmin tanıtımlarında sıklıkla atıfta bulunulan “vicdani ret” kavramının, filmdeki mevcut haliyle kabul görmesi olur şey değil. Buna karşın kasabadaki günler, taşralı gencin aşk hikâyesi ve (en çok da Vaughn’ın oyunu sayesinde) Full Metal Jacket’ı anımsatan eğitim süreci, derli toplu ele alınmasından dolayı film, rahat bir seyirlik olarak yolculuğunu sürdürüyor.
Savaş Vadisi’ni gelecekte hatırlanır kılacak en önemli etmenlerin başında, çarpışma sahnelerinin olduğunu kesin olarak söyleyebiliriz. Örneklerine sık rastlayamayacağımız ölçüde sert, seyircisini hop oturtup hop kaldıran bu anları görsel olarak başarılı ilan edebiliriz; ancak, burada karşımıza çıkan görüntülerle 60’lı ve 70’li yılların Penn’li, Peckinpah’lı şiddet gösterileri arasında bağlantı kurmamız olanaklı değil. Gibson, bir yandan savaşa karşı ama cephede hayat kurtarmakta kararlı, dindar adamın sürecini içselleştirmemizi beklerken, diğer yandan yer verdiği görüntülerde savaşın acımasızlığı ve anlamsızlığına vurgu yapmıyor; zira en başından beri verilen mücadelenin haklı ve gerekli olduğuna da inanmamızı istiyor. Bu ikilem, başından sonuna kadar Savaş Vadisi’nin bir dengeye oturmasını güçleştiriyor ve meseleyi sadece “kahraman olmak” düzleminin içine hapsediyor. Bunu yaparken sarıldığı “inanç” silahı da kendi başına anlamlı kılınamıyor. (Yönetmenin, savaşın göbeğinde İncil’ini düşüren askerin dileğinin yerine getirilmesi veya yapacağı dua nedeniyle koca orduyu dakikalarca bekletmesi ise filme müsamere havası vermekten öte bir işlev üstlenmiyor.)
Senaryosu akıllıca örülse ve derdini daha tutarlı biçimde ifade etse, 70’lerin muhafazakâr filmleriyle boy ölçüşebilecek konuma gelecek Hacksaw Ridge -çok şükür ki- arzusunu gerçekleştiremeden ve kimi anlarda saman alevi gibi parlayan (hazmetmesi kolay da olmayan) görüntüler eşliğinde hava sahamızı terk ediyor.
Kimi zaman ortaya koyduğu ırkçı düşünceleriyle tartışma yaratan Mel Gibson’ın, sınırlı algısıyla altından kalkamadığı film, aklımıza düşürdükleriyle ilgiyi hak ediyor kısacası. En çok da, aynı anda hem bu kadar militarist, hem de dindar görünmenin yalnızca bu coğrafyaya özgü olmadığını gözümüze sokmasıyla…
(28 Kasım 2016)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
[email protected]