Halen devam etmekte olan 73. Venedik Film Festivali’nin yarışmalı ana seçkisinde yer alan ve dünya prömiyeri Eylül ayının ilk gününde gerçekleştirilen ‘Hayat Işığım / The Light Between Oceans’ sıcağı sıcağına bizdeki vizyonuna başlamış bulunuyor. Bağımsız filmleriyle tanıyıp sevdiğimiz Derek Cianfrance’in üçüncü uzun metrajı olan yapım Amerikalı sinemacının ilk stüdyo deneyimi.
Cianfrance 8-9 yaşlarında her evin bir ada olduğunu ve bu adacıklarda ailelerin yaşadığını düşlermiş. Uzaktan bakıldığında sakin ve huzurlu görünen ancak içerde binbir derdi kederi saklayan bu adalar fikrinden hareketle önce kendi ailesinin peşine düşmüş. Sakladığı objeler, çektiği fotoğraflar ve ses kayıtlarıyla kendi ailesinin sırlarına ulaşmaya çalışmış. Daha sonra sinema kariyerinde öne çıkan hep aile ilişkileri olacaktır.
Bizde ‘Aşk ve Küller’ adıyla gösterilmiş 2010 yapımı ilk uzun metrajı ‘Blue Valentine’da, kendilerinin bile farkında olmadığı tükenmiş bir evliliği sürdüren genç çiftin ayrılık öyküsünü, flashback (geriye dönüş) tekniğini ustaca kullanarak aktarır genç sinemacı. İki yıl sonra çektiği ‘Babadan Oğula / The Place Beyond The Pines’ iki kuşak baba oğulun Yunan tragedyalarını andıran 17 yıla yayılmış pişmanlık ve intikam hikâyesi üzerinedir. Bir aşkın doğuş ve tükeniş öyküsünü bir belgeselci titizliğiyle yorumladığı ‘Aşk ve Küller’in sadeliğine zıt biçimde karmaşık bir tema zenginliğiyle karşımıza çıkar bu defa. Uzaktan bakıldığında huzurlu görünen ‘çam ağaçlarının gölgesindeki’ topraklarda, farklı sınıflardan iki babanın trajik çatışmasını ve babaların günahını miras olarak taşıyan bir sonraki kuşağı anlatırken, hırsızlar ile polislerin belirsizleştiği bir dünyayı başarıyla çizer.
Ana akım sinemaya göz kırpan ‘Babadan Oğula’nın kendi kaleme aldığı hacimli öyküsünün ardından üçüncü uzun metrajında bir edebiyat uyarlamasından yola çıkıyor Amerikalı yönetmen. M. L. Stedman’ın bizde Pegasus Yayınları’ndan çıkan bol ödüllü ‘Okyanuslar Arasındaki Işık’ adlı romanından beyazperdeye aktarılan ‘Hayat Işığım’ tam da onun seçimleri doğrultusunda ebeveynler arası çatışma üçgenini konu alan koyu bir melodram. I. Dünya Savaşı’nın vahşetini yaşamış, dört yıl boyunca dokunduğu her şeyin solup gittiğine şahit olmuş bezgin savaş gazisi Tom Sherbourne, Avustralya’nın iki okyanus arasında kalan ücra Janus Rock adasına konuşlanmış deniz fenerinin bekçiliğine talip olur. Adaya komşu kasabada karşısına çıkan Isabel’in hayat ışığı, uzun cephe yıllarının ardından yalnız kalmak suretiyle yaralarını iyileştirebileceğini uman genç adamı yeniden yaşama döndürür. Evlenirler. Savaşta iki ağabeyini yitirmiş Isabel ile Tom dalgalar ve rüzgârın sesinden başka hiçbir şeyin duyulmadığı fener adasındaki huzur ve mutluluklarını bir bebekle taçlandırmak ister. Ardarda gelen iki düşükle hayal kırıklığına uğrarlar. Ancak beklenmedik bir mucize gerçekleşir. Dalgalar, içinde genç bir adamın ve ağlayan bir bebeğin olduğu sandalı kıyıya taşımıştır. İkili çok zor bir kararın eşiğindedir. Isabel’in duygusal ısrarıyla vicdanının sesini susturan Tom, çocuğun babası olduğunu tahmin ettikleri genç adamın cesedini gömer ve çocuğu sahiplenirler. Yıllar sonra bebeğin gerçek annesi ve onun derin kederiyle yüzyüze gelen Tom’un suçluluk duygusu ile alacağı karar trajik gelişmelerin hazırlayıcısı olacaktır.
‘Hayat Işığım’ kelimenin tam anlamıyla en hasından bir koyu melodram. Amerikalı sinemacının bağımsız işlerinin ardından bu hayli konvansiyonel hikâye ile ne işi olduğu baştan sorulabilir. Ancak Cianfrance duygu yüklü hikâyeye gayet mesafeli yaklaşıyor. Tarihsel bir çerçevede klasik çizgide ilerleyen ama hiç de eski usül bir film değil bu. Yeni Zelanda’da uzun bir çekim süreci geçmiş. Amerikalı sinemacı tam 209 saatlik çekim materyalini tam bir yılı bulan kurgu sürecinde 132 dakikaya indirmiş. Hikâyesini acele etmeden, detaylara özen göstererek kelimenin tam anlamıyla tadını çıkara çıkara anlatıyor.
Acıyı, kederi sömürmüyor. Çokluk yakın plan çalışıyor. Oyuncuları harika tabii. Günümüzün en önemli aktörlerinden Michael Fassbender ile bu filmle birlikte gerçek hayatta bir çift oluşturdukları Alicia Vikander ve de kederli annede Rachel Weisz birinci sınıf bir performans sunuyorlar. Son olarak Justin Kurzel’in ‘Macbeth’ uyarlamasında renk paletine hayran kaldığımız Adam Arkapaw’ın görüntü çalışması bir o kadar etkileyici. Estonyalı büyük çağdaş besteci Arvo Pärt’in farklı enstrümanlarla seslendirilmiş tanınmış eseri ‘Fratres’ı ‘Babadan Oğula’nın dokusuna ustaca yerleştirmiş olan Cianfrance bu defa çağımızın önemli bestecilerinden Alexandre Desplat ile çalışmış ve üstadın hüzün yüklü ezgileri bu romantik filme çok yakışmış.
‘Babadan Oğula’da bir cana kıymanın dayanılmaz ağırlığını yürekten hissetmiştik. ‘Hayat Işığım’ fedakârlık, suçluluk, vicdan, pişmanlık, bağışlama kavramlarını tartışmaya açan çok iyi yönetilmiş yılın en iyi yapımlarından biri olarak gönüllere yerleşiyor.
(05 Eylül 2016)
Ferhan Baran
[email protected]