Aşk Uğruna (Yönetmen: Drake Doremus)

Drake Doremus’un yönettiği ve Nicholas Hoult, Kristen Stewart, Guy Pearce ile Kate Lyn Sheil’in oynadığı Aşk Uğruna (Equals), 15 Temmuz 2016’da PinemArt Film dağıtımıyla PinemArt Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Dünyada tedavisi mümkün olmayan ölümcül bir hastalık salgını baş göstermiştir. Tüm insanlık bu hastalıkla mücadele etmektedir. O nedenle insanlığın her şeyden izole edilmiş, yepyeni, steril bir ortamda yaşaması gerekmektedir. Tüm insani duyguların yasak olduğu bu yepyeni dünyada, Nia ve Silas birbirlerine aşık olmalarına engel olamazlar. Artık hayatları kaçınılmaz olarak tehlike altına girmiştir.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Fragman
  • IMDb

Batıya Doğuyu Anlatan: Akira Kurosawa

Büyük Japon yönetmen Akira Kurosawa’ya “Dersu Uzala” ve “Düşler” filmleriyle saygı sunmak istedik. Her daim insana gerekli bu başyapıtlar, sinema tarihinde müstesna yerdeler.

“Dersu Uzala…”

Büyük Japon usta Akira Kurosawa’nın 1975 yapımı sinemaskop “Dersu Uzala”, doğaya ve insana adanmış sinema tarihinin müstesna filmlerinden. Kurosawa, bu filmini Sovyet sinemasının altyapısı ve desteğiyle ortaya çıkarmış. Mosfilm’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle beraber Yuri Nagibin yazmış. Film, Yüzbaşı Vladimir Arsenyev’in “Dersu, Okhotnik” adlı hatıralarından çekilmiş. Film, yüzbaşının iç sesiyle izleniyor. İnsanı hüzün ve coşkuya sürükleyen müzikleri de Isaak Shvarts bestelemiş. İlham veren fotoğrafları da Asakazu Nakai, Yuri Gantman ve Fyodor Dobronranov yansıtmış. Bu film, Akademi’den de “En İyi Yabancı Film” dalında Oscar kazanmıştı. “Dresu Uzala”, ülkemizde Nisan 1978’de vizyona çıkmıştı.

1910 yılı, Korfovskaya’da… Yüzbaşı Vladimir Arsenyev (Yuri Solomin), büyük dostu pagan bilge Dersu Uzala’nın (Maksim Munzuk) mezarını ziyarete geldiğinde her şeyin değiştiğini fark ediyor. Vladimir, at arabalı adama mezarı soruyor. Adam, burada mezar olmadığını söylüyor. Sadece keresteciler var. Ormandaki sedir köknar ağaçlarını kesip kereste yapıyorlar. Vladimir, değerli dostunu üç yıl önce ormana gömmüş. Vladimir, hüzne ve boşluğa düşüyor. Hayal kırıklığı da var.

Ön jenerikte doğanın görüntüsü sepya olarak yansıyor. 1902, güz… Vladimir, askerlerle beraber topoğrafi araştırmaları yapmak için buralara gelmiş. Askerler, hep bir ağızdan avcının şarkısını söylüyorlar: “Eve nasıl yemek götürecek / Nasıl neşeli olsun / Ne yapmalı / Daha iyi nişan almaya çalışacak / Böylece avcı / Sularda iz aramak için yola koyulur / Balıkların bol olduğu yere gider / Güzel havada / Kıyıda çok balık olur…” Vladimir, “O yıl görevim nedeniyle Şkotovo Bölgesi’ne gittim. Ussuri’ye gitmiştim topoğrafik araştırmalar için” diyor iç sesiyle. Kamera, sağa çevrinme (pan) yapıyor, onlar çevreyi gözlemlerken. Vladimir, ormanların çekici ve güzel göründüklerini, bazen de kasvetli olduklarını söylüyor iç sesiyle. Tıpkı insanlar gibi. Kamp kuruyorlar. Gece, ateşin yanında günlüğüne notlar düşerken, hüzünlü müzik de duyuluyor. “Bu vadi bana Valpurgis Gecesi’ni (30 Nisan Gecesi’ni) hatırlattı. Cadıların Şabat (Sabbath) için toplandıkları yer” diye not alıyor. Ateşin kenarına uzanan Vladimir, gözlerini kapadığında bir el tüfek sesi duyuluyor. Onlara doğru yaklaşan ses, “Ateş etmemek, insan ben” diyor. Goldi halkından yaşlıca Dersu Uzala yanlarına geliyor, ateşin kenarına oturuyor, piposunu yakıyor ve kendisini konuk ettiriyor. Karnı da açmış. Yemek veriyorlar. Vladimir’in kanı ona hemen ısınıyor. Karısı ve çocukları çiçek hastasından ölmüş yalnız Dersu, şimdi ormanda yaşıyor. Dersu, geyik avlarken insan izleri görmüş. Onları izlemiş ve buraya kadar gelmiş. Yaşını da bilmiyor. “Çok yaşamak ben” diyor onlara. Vladimir, Dersu’ya “Bize yardım eder misin” diyor. Dersu rehberlik için düşünüyor.

Dersu, iyi bir iz sürücü. Askerlerin çalışmasında yardımcı oluyor bu. Ormanı, insanlardan daha çok biliyor. Dersu, ayak izlerinden buradan Çinlilerin geçtiğini anlıyor. Sonra ormandaki kulübeye geliyorlar. Vladimir kulübenin içine girdiğinde Çinlilerin burada kaldığını anlıyor. Dersu da odun toplayarak çatıyı onarıyor. Sonra Vladimir’den pirinç, tuz ve kibrit istiyor kulübeye konuk olup karnını doyuracak insanlar için. Tekrar yola koyuluyorlar. Yağmur yağdığı için yine kamp kuruyorlar. Dersu, saf ve iyi insan. Kendiyle alay eden askerlerin dediklerini duymuyor sanki. Dersu, “Yüzbaşım, güneş en önemli adam. Güneş öldüğünde her şey ölmek” diyor. Kamp ateşi de yanıyor. Yemeklerini de yiyorlar. Askerler, güneşe “adam” dediği için dalga geçiyorlar onunla yine. Nehir kıyısına geliyorlar. Dersu, “Ateş, su, rüzgâr üç önemli adam” diyor askerler gülerken. Rüzgâr çıkıyor. İlk kar da yağıyor. Askerler ormanda, ipe bağladıkları şişeye ateş ederek talim yaparlarken, Dersu buna şaşırıyor. Çünkü şişe gerekli olabilirdi. Şişeyi kurtarabilmek için o da ateş ediyor ve şişeyi ödül olarak kazanıyor. Şimdilerde sürdürülebilirlik dedikleri şeydi işte. Geceleyin kampta askerler eğlenirken, Dersu da az uzakta tek başına ateş başında oturmuş, düşüncelerine dalmış. Vladimir, onu izliyor ve sonra da yanına gidip oturuyor.

Gündüz. Yine yoldalar. Nehir kıyısında Dersu, yaşlı bir insanın buradan geçtiğini söylüyor. Yaşlılar yürürken topukları, gençlerse parmakları üzerinde yürürlermiş. Sonra tek başına yaşayan yaşlı bir Çinlinin yaşadığı yere kamp kuruyorlar. Yaşlı Çinli, inzivaya çekilmiş kederli biri. Dersu, onun hakkında bir şeyler öğreniyor. Yaşlı adamın kadınını kardeşi almış. Vladimir ona yiyecek bir şeyler vermek istiyor. Belki yakınlaşmak, yalnızlığını unutturmak için. Geceleyin, Dersu ateş başında yine tek başına oturmuş piposunu tüttürüyor düşünceler içinde. Vladimir, Dersu’nun yanına oturuyor. Vladimir, yaşlı adamı çağırmak istiyor. Dersu, “O çok düşünmek. Bahçe, ev” diyor. Sonra uyuyorlar. Dersu sabahleyin Vladimir’i uyandırıyor. Yaşlı adam gidiyormuş. Yaşlı adam geliyor ve vedalaşıyorlar. Onlar da yola koyuluyorlar çok geçmeden. Göl kıyısına geliyorlar. Vladimir, “Bu yolculuğun asıl amacı, Khanka Gölü etrafındaki bölgeyi keşfetmekti” diyor iç sesiyle. Adamlarının çoğunu, atları da Çernigovka’ya yollamış. Olenev ve Kluşinov kalmış sadece. Göl buz tutmuş. İkiye ayrılıyorlar. Dersu ve Vladimir başka yöne gidiyorlar. Buraları dümdüz stepler. Sığınılacak bir yer yok. Yönlerini kaybediyorlar ve akşam yaklaşıyor. Dersu, hemen otları kesip yığın yapmaya başlıyor. Vladimir’i de teşvik ediyor. Her şey bittikten sonra orada geceliyorlar. Otlar ikisini de soğuktan koruyor. Sabah olduğunda Dersu’nun zekâsının ve bilgeliğinin kendilerini hayatta bıraktığını anlıyor Vladimir.

Yine beraberler. Askerler yüklü kızağı çekiyorlar. Soğuk ve yorgunluk bitap düşürüyor onları. Vladimir, “Kuru soğuk. Yorgunluk. Açlık. Doğanın karşısında insanoğlu/kızı çok zayıf kalır” diyor iç sesiyle. Fırtına, tipi daha da zorlaştırıyor her şeyi. Kamera, onlar yol alırken, yukarı doğru “tilt” yapıyor ve bulutlar arasında güneş görünüyor. Gökyüzü kıpkırmızı. Altta da hüzünlü bir müzik duyuluyor. Dersu bir duman kokusu duyuyor. Bir eve gidiyorlar. Ev, yemekler, çaylar ve insanlar sıcak. Vladimir artık eve dönmeye karar veriyor. Dersu’ya kendisiyle gelmesini söylüyor. Doğa insanı şehirde yapabilir miydi? Dersu sadece fişek istiyor ondan. Dersu da yola çıkmak istiyor. Başka yerler, başka şeyler aramak için. Gündüz tren yolunda vedalaşıyorlar. Vladimir, onun kendisiyle gelmesi için umutlanıyor, ama Dersu kendini karlara vuruyor. Askerler, avcının şarkısını yine söylüyorlar.

1907, ilkbahar… Vladimir yeni göreve çıkıyor baharda. Vladimir, “O ilkbaharda bir kez daha Ussuri Bölgesi’ne doğru yola çıktım” diyor iç sesiyle. Nehirlerde, göllerde buzlar çözülüyor. Muhteşem görüntülerle yansıyor bu anlar. Sıcaklık artıyor. Yollar da çamurlu. Askerler ve atlar. Filmin başındaki gibiydi her şey. Vladimir’in aklında hep Dersu var. Kamp kuruyorlar. Ceylan avlayan bir asker, Vladimir’e birinin kendisini sorduğunu söylüyor. Dersu’ydu bu. Vladimir, ormanın içine giriyor ve Dersu’yu görüyor. İki dost özlemle birbirlerine sarılıyorlar. Dersu, samur avlayıp iyi para kazanmış. İyi ve saf Dersu, kazandığı paraları saklasın diye samurcuya vermiş. Sonra adam ortadan kaybolmuş. Ertesi gün. Sisler ormanı kuşatmış. Dersu piposunu düşürüyor, ardından kaplan izlerini fark ediyor. Kaplan onların farkındaymış. Piposunu bulan Dersu, kaplana yoluna gitmesini söylüyor. Vladimir, hayvan tuzağı buluyor, ama anlayamıyor. Dersu, su içmeye gelen hayvanları tuzağa düşürdüklerini söylüyor. Hep beraber tüm tuzakları bozuyorlar. Çinliler yapıyormuş tüm bunları. Mola verip yemek yelerken silah sesleri duyuyorlar. Araştırma yaptıklarında nehirde öldürülmüş insanları buluyorlar. Dersu, tüm bunları Hunhuların yaptığını söylüyor. Askerler de geliyor. Onlar da Hunhuların peşlerine düşmüşler. Nehirde salla yolculuk yapıyorlar. Salda Vladimir ve Dersu da var. Askerler yükleri kıyıya yakın indiriyorlar. Vladimir saldan atlıyor, ama Dersu salda kalıyor. Yüzme bilmeyen Dersu, suyun içindeki kütüğe tutunuyor ve onlara gösterdiği ağacı baltayla kestiriyor. Suyun içinde düşen ağacın yardımıyla kıyıya çıkabiliyor Dersu. Yönetmen bu anlarda kamerayla sağa çevrinme ve kaydırma yapıyor yoğun olarak. Bu ideolojik miydi? John Ford usta da, 1939 yapımı siyah-beyaz “Stagecaoch-Cehennemden Dönüş” western filminde kamerayla sola çevrinme ve kaydırma yapıyordu çoğunlukla.

Geceleyin. Gök gürüldüyor. Yağmur yağıyor. Yaz bitiyor. Gündüz olunca fotoğraf çektiriyorlar. Vladimir ve Dersu, fotoğraf çektirince görüntü donuyor ve siyah-beyaz oluyor. Fotoğraf yaşanmışlıktı, nostaljiydi. Duyulan müzik de bu anlarda hüzünlüydü. Yola çıkıyorlar. Kaplan karşılarına bir defa daha çıkıyor. Dersu, kaplanla konuşuyor uzaklaşması için. Kaplan onlara doğru yürüyor. Kükrüyor. Dersu, kaplanı vuruyor. Yaralı kaplan etrafında dolanıyor, sonra da kaçıyor. Dersu’nun içine korku düşüyor. Yaralı kaplanlar, ölene kadar koşarlarmış. Goldi olan Dersu’nun inanışına göre “kanga”, orman ruhuymuş. “Kanga”dan korkuyor. Ya başka bir kaplan gönderirse? Dersu, o zamandan sonra değişmeye başlıyor. Dersu, huysuz ve sinirli oluyor. Ussuri’ye kış geliyor. Gündüz, karlar içindeki ormanda askerler bir ses duyuyorlar. Dersu ateş ediyor, ama vuramıyor. Dersu, domuzu vuramayınca daha da aksiliği artıyor. Başka bir avda da aynısı yaşanıyor. Geyiğe nişan alan Dersu yine ıskalıyor. Öfkelenen Dersu, eldivenini ağacın dalına hedef olarak yerleştirip ateş ediyor. Eldivende delik olmayınca umutsuzluğu çoğalıyor. Acaba gözleri mi artık iyi görmüyordu, yoksa “kanga” korkusu muydu tüm bunlar? Vladimir, “Benimle Khabarovsk’a gel” diyor. Dersu kederler içinde. Kamptaki çadırda Vladimir çan sesleriyle uyanıyor. Dışarıda Dersu, ağacın dallarına küçük çanlar asmış. Ateşin başında oturmuş kederli Dersu, ateşteki közleri etrafa savuruyor. Kaplan onu öldürmeye geliyormuş. Vladimir’in evine gitmek istiyor Dersu.

Khabarovsk’ta… Dersu, Vladimir’in evinde çoğunlukla şöminenin karşısında kederlerini yaşıyor. Vladimir’in karısı Anna (Svetlana Danilchenko) ve oğlu Vova (Dimitri Korshikov), Dersu’yu çok seviyorlar. Ama Dersu, şehre uyum sağlayamıyor. O, ormanların özgür insanıydı. Anna’nın parayla su almasına şaşırıyor. Hatta yakacak oduna para vermesi daha da şaşırtıyor. Baltayla parka gidip ağaçları kesmeye başlayınca polisçe de tutuklanıyor. Dersu, anlayamadığı bu şehirden gitmek istiyor. Tüfeğini bile kullanamıyor burada. Vladimir, ona direnmiyor. Dersu giderken, ona son model bir tüfek de veriyor hediye olarak.

Vladimir, Korfovskaya’da tren istasyonundaki polis karakolundan telgraf alıyor. Bir Goldi öldürülmüş. Üzerinde de Vladimir’in kartviziti çıkmış. Vladimir, Korfovskaya’ya gidiyor. Ormanın içinde mezarcılar, Dersu için mezar kazarlarken, polis de Vladimir’e bilgi veriyor. Dersu’nun ölüsü bulunduğunda yanında tüfek yokmuş. Vladimir, suçluluk hissediyor. Boşluğa düşüyor. Dersu’ya tüfeği vermeseydi hâlâ yaşıyor olur muydu? Vladimir, hayatı boyunca bu cehennem duygularıyla mı yaşayacaktı? Dersu’yu gömüyorlar. Vladimir, çatallı bir ağaç dalını Dersu’nun mezarının üzerine dikiyor. Son jenerik yazıları törensel geçit gibi geçip giderken, altta da ilahi bir müzik duyuluyor.

“Düşler…”

Büyük Akira Kurosawa’nın 1990 yapımı “Dreams-Düşler”, korkuların ve kâbusların filmi. Warner Bros’un sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Etkileyici müzikleri Shinichiro Ikebe bestelemiş. Çarpıcı fotoğraflarıysa Takao Saito ve Masaharu Ueda yansıtmış. Özel efektlerine de, Hollywood’un ünlü yönetmeni George Lucas’ın “ILM” şirketi destek olmuş. Film, sekiz düşten oluşuyor. “Düşler”, ülkemizde Mart 1991’de vizyona çıkmıştı.

Birinci Düş: Yağmurun İçinden Güneş Işığı… Samuraylar zamanı… Geleneksel Japon evinden bir oğlan çocuğu (Akira Terao) dışarı çıkarken yansıyor. Hava güneşli, ama yağmur da yağıyor. Çakal yağmuruydu bu. Dış kapıya geliyor. Annesi de (Mitsuko Baisho) şemsiyeyle dışarı çıkıyor, çocuğa evde kalmasını söylüyor. Anne, tilkilerin böyle havalarda evlilik törenleri yaptığını söylüyor. Çocuk ormana gidiyor. Kamera, sola kayarak onu izliyor. Sisler ağaçlar arasından süzülürken, estetik fotoğraflar da oluşuyor bu anlarda. Sislerin içinden belli belirsiz bir görüntü fark ediliyor. Yüzleri maske gibi boyalı insanların ağaçlar arasında geleneksel müzik çalarak yürüyüşlerini izliyor çocuk ağacın arkasına gizlenerek. Bu insanlar, Kabuki sahnesinden düşmüş gibiydi. Çocuk evin önüne geliyor. Annesi onu bekliyor. Anne öfkeli. Hava yine güneşli ve yağmur da yağıyor. Anne, “Gittin ve gördün. Yapmaman gereken bir şeydi. Şimdi içeri girmene izin veremem” diyor. Bir tilki gelmiş ve kının içinde bir bıçak bırakmış. Çocuğun bıçakla kendini öldürmesi gerekiyormuş. Anne, “Çabuk git ve onlardan bağışlanmayı dile” diyor. Bıçağı onlara geri vermesi de gerekiyormuş. Çocuk, onları nerede bulacaktı ki? Çocuk, çiçeklerle kaplanmış tarlanın ortasında ufukta dağların arasındaki gökkuşağına bakıyor ve oraya doğru yürüyor. Resim tablosundan düşmüş bir an gibiydi bu. Görüntü kararıyor.

İkinci Düş: Şeftali Bahçesi… Samuraylar zamanı… Geleneksel Japon evinde oğlan çocuğu, elinde tepsiyle sürgülü kapıyı açıyor, odaya giriyor. İçeride ablası ve kız arkadaşları onun getirdiklerini yerlerken, çocuk bir kızı soruyor ablasına. İçeride, Kabuki tiyatrosunun sahnesini andırın biblolar da fark ediliyor. Aslında bunlar kızlar için bebek. Japonya’da bunlara “Hinamatsuri”, yani “Kızlar Günü” diyorlar. Çocuk, beyazlar içindeki kızı (Toshihiko Nakano) görüyor. Onun peşinden koşmaya başlıyor. Yemyeşil bir bahçeye geliyor. Setlerin üzerinde, yüzleri maskeli gibi boyanmış erkekler ve kadınları fark ediyor çocuk. Bu insanlar, Kabuki’den düşmüşler gibiydi. Bir erkek, “Sana söyleyeceğimiz şeyler var. Sizin evinize bir daha asla gelmeyeceğiz” diyor. Çocuk, “Ama neden” diye soruyor. Çocuğun ailesi, meyve bahçesindeki bütün şeftali ağaçlarını kesmiş. “Bebek Günü”, şeftalilerin çiçek açmasıymış. Onların gelişini kutlamak içinmiş. Bebekler, şeftali ağaçlarını canlandırırmış. Ağaçların ruhları ve canlarıymış onlar. Kesilen ağaçlar kederden ağlarmış. Bir kadın, “Bu çocuk, ağaçlar kesilirken ağladı. O, şeftali ağaçlarını seviyor” diyor. Çocuk ağlamaya başlıyor. Onun iyi çocuk olduğuna inanıyorlar. Ona, şeftali ağaçlarının çiçek açmasını bir daha göstermek istiyorlar. Genel çekimde, setler üstündeki insanlar, geleneksel müzik eşliğinde dansla çiçeklerin açmasını canlandırıyorlar. Kamera, yukarı doğru “tilt” yaparken, karlar konfeti gibi uçuşmaya başlıyor. Kurosawa, bu anları çarpıcı kamera açılarıyla yansıtmış. Çevrinmeli ve zumlu çekimler de aralara serpiştiriliyor bu anlarda. Kamera, zumla geriye çekilirken, şeftali ağaçlarının her tarafı kapladığı keşfediliyor birden. Çocuk, o kızı yine görüyor. Ona doğru koşuyor. Kız kayboluyor. Çocuk, şeftali ağaçlarının kesilmiş olduğunu görüyor. Sette, çiçek açmış bir şeftali fidanına yaklaşıyor. Bu fidan, kendisi gibi hayata yeni başlıyor. Görüntü kararıyor.

Üçüncü Düş: Tipi… Fuji Dağı’nda… Sislerin kuşattığı, karların örttüğü dağda, dört dağcı yollarını kaybetmiş gibiler. Çığ düşüyor. Görüntü, buz mavimsi yansıyor. Yorgunluk onları bitap düşürmüş. Hava soğuk. İçlerinden biri, “Hava kararıyor” diyor. Liderleri öfkeyle, “Kampı birkaç saat önce terk ettik” diye diğerlerine kızıyor. Kamptan geç ayrılmışlar. Gündüz olmasına rağmen her taraf kasvetli görünüyor. Kar yağmaya başlıyor. Sonra tipiye dönüşüyor. Diğer üç dağcı yorgunluktan uyumak istiyorlar. Lider, onları ilerlemeleri için teşvik etmeye çabalasa da kendisi de yorgun. Uyku onu da ele geçirmeye başlıyor. Lider, kendisine yaklaşan birini görüyor. Kar Perisi (Mieko Harada), onun üzerine ipeksi örtü örtüyor. Kadın, “Kar ılıktır. Buz sıcaktır” diyor fısıltıyla. Tipi yoğunlaşıyor. Kadın uçup gittikten sonra hava sakinleşiyor. Kar ince ince yağmaya başlıyor. Lider, diğerlerini uyandırıyor. Fuji’nin zirvesi görünüyor. Dağcılar, bayrağı olan kampı da görüyorlar ve oraya doğru yürüyorlar. Görüntü de kararıyor. Kar Perisi, hayatta nadir yaşanan mucize miydi?

Dördüncü Düş: Tünel… İkinci Dünya Savaşı… Bir subay sırt çantasıyla, tek başına yolda yürürken yansıyor. Kamera, geriye kayarak onu izliyor. Subay tünele doğru yürürken, kamera sola çevrinme yaparak tüneli gösteriyor ve ardından da zum yapıyor. Tünelin içinden üzerinde patlayıcı olan hayaletimsi bir köpek hırlayarak ona doğru koşuyor. Subay ürküyor. Subay tünele giriyor sonra. Kamera subayı, geriye ve ileriye kayarak izliyor tünelde. Subay, ayak sesi duyuyor. Sonra tünelin diğer ucuna geliyor ve geriye doğru bakıyor subay. Öylece duruyor. Tüm teçhizatı üzerinde olan yüzü ölü gibi bembeyaz bir er onun önünde durup asker selâmı veriyor. Asker, “Er Noguchi” diyor. Noguchi (Yoshita Zushi), “Komutanım, ben gerçekten savaşta öldüm mü” diye soruyor. Noguchi, eve gitmiş. Annesinin keklerinden yemiş. Öldüğüne inanmıyorlarmış. Subay, bu eri hatırlıyor. “Baygınken gördüğün düştü” diyor ere. Noguchi, önce bayılmış, sonra ayılmış, ardından ölmüş. “Sen gerçekten öldün” diyor subay. Noguchi, ailesinin öldüğüne inanmadığını söylüyor. Noguchi, az uzakta bir ışığı gösteriyor. Evleri oradaymış. Subay, “Bu gerçek, sen öldün” diyor. Noguchi, subayın kollarında ölmüş. Er, asker selâmı veriyor ve tünele doğru yürüyor. Çok geçmeden postal sesleri duyuluyor. Sıra halindeki erler, subayın önünde duruyor. Yüzleri ölü gibi bembeyazdı askerlerin. İçlerinden biri selâm vererek, “3. Müfreze üsse döndü” diyor. Subay, “Dinleyin. Neler hissettiğiniz biliyorum… Hepiniz savaşta öldünüz” diyor. Subay, çok üzgün olduğunu ve yüzlerine bakamadığını söylüyor. Onları ölüme kendisi yollamış. “Savaşın onca aptallığında tüm sorumluluğu alabilirdim. Düşüncesizliğimi inkâr edemem” diyor subay. O da esir düşmüş. Kampta acı çekmiş. Onlara şimdi baktıkça aynı acıyı çekiyormuş. Vicdan azabı, suçluluk duygusu… Subay, “Size ‘kahramanlar’ diyorlar. Ama köpekler gibi öldünüz” diyor acı gerçeği söylerken. Onlara geri dönmeleri için son emrini veriyor. Gidiyorlar. Subay, 3. Müfreze gittikten sonra yere diz çöküyor. Köpek yine geliyor. Havlıyor. Sanki subayı paramparça etmek istiyor köpek. Görüntü kararıyor.

Beşinci Düş: Kargalar… Resim müzesinde… Vincent Van Gogh’un otoportresi yansıyor. Bir genç ressam, müzede tek başına Van Gogh’un tablolarını bakıyor. “Buğday Tarlası ve Kargalar” tablosunun önünde duruyor. Sonra oturuyor. Sonra gözü otoportreye kayıyor. Resim çalışma çantasını alıyor, “Sandalye” tablosunun önüne gidiyor. Sonra sağa doğru yürüyor. Tablolar yansıyor. “Yatak Odası” tablosuna bakıyor. Bu defa sola doğru yürüyor. “Arles’da Langlois Köprüsü” tablosunun önünde duruyor. Tablo canlanıyor. Genç ressam tablonun içinde ve nehirde çamaşır yıkayan kadınlara Van Gogh’un nerede yaşadığını soruyor. Ressam, kadınlarla Fransızca konuşuyor. Kadınlardan biri, “Köprüden geçti ve şu yöne gitti” diyor. Kadın, “Dikkatli ol. Akıl hastanesinden çıkmış” diye onu uyarıyor. Piyano tınıları duyuluyor. Ressam, köprüden karşıya geçiyor. Ressam, çerçeveden çıkarken kamera, köprünün ahşap kısmında bir an kalıyor, o muhteşemliği gösteriyor. Ressam, Van Gogh’un sarısı gibi bir tarladan geçiyor. Bir köye geliyor. Kimse yok. Evler, Van Gogh’un fırçasından fışkırmış gibi. Sonra tarlalara doğru yürüyor. Tarlanın ortasında Van Gogh’u görüyor. Yanına gidiyor. İngilizce konuşuyorlar. “Siz Van Gogh değil misiniz” diye soruyor. Van Gogh (Martin Scorsese), eskiz çalışıyor tarlada. Konuşuyorlar. Flaş gibi tren görüntüleri peş peşe zihinden düşer gibi yansıyor birden. Sonra Van Gogh toplanıp gidiyor. Tarlada tek başına kalan ressam, Van Gogh’un peşinden koşsa da onun izini kaybediyor. Ressam tarladan çıkıyor. Kasvetli bir görüntü her yeri sararken, kamera hafifçe yukarı kalkıyor ve Van Gogh sarısını gösteriyor ufukta. Ressam, Van Gogh’un eskiz çalışmalarını andırır çalışmasının içinde buluyor kendini. Kurosawa, bu anları “bindirme” (super imposition) tekniğiyle yansıtmış. Tarlada kargalar uçmaya başlıyor. Tren düdüğü duyuluyor. Görüntü, “Buğday Tarlası ve Kargalar” tablosu üzerinde kararıyor. Van Gogh, bu tabloyu yaptıktan çok kısa bir zaman sonra vefat etmişti. Van Gogh, izlenimci bir ressamdı. Eserlerinde, gerçeküstücü ve dışavurumcu estetikleri de bulabilmek mümkün. Bu düş bölümündeki gibi.

Altıncı Düş: Fuji Dağı Kıpkırmızı… Bir genç adam, kalabalıklar içinde koşup dururken yansıyor. Bir an Fuji Dağı görünüyor. Dağ kıpkızıl. İnsanlar kaçıyor. Nükleer enerji tesisi patlamış. Karısı ve iki çocuğu olan adam, “Altı atom reaktörü” diyor. Birbiri peşi sıra patlamalar oluyor. Kamera yukarı “tilt” yapıyor. Genç adam, çocukları olan adamı, karısını ve iki çocuğunu görünüyor. Diğer insanlara ne olmuştu? Okyanus kıyısındalar. Ailesi olan adam, tüm bunların plütonyumdan dolayı olduğunu söylüyor. Radyasyon, lösemiye ve mutasyonlara neden oluyormuş. İnsanlar aptal mıydı? Rüzgâr çıkıyor. Umutsuzluğa düşen adam okyanusa atlamış. Ailesi yapayalnız kalıyor geride. Nükleer sisler uçuşurken, görüntü kararıyor.

Yedinci Düş: Ağlayan İblis… Felâket sonrasındaki Fuji Dağı’nda… Bir genç adam, dağda tek başına yürürken yansıyor. Çantası da var. Sisler içinde birini fark ediyor. Ona, “İnsan mısın” diye soruyor. Yaşlı adam (Chesuke Ikariya), hayvan gibi dörtayak üstünde yürümeye başlıyor. Genç adam, “Sen bir iblis misin” diye başka bir soru soruyor. Yaşlı adam, “Sanırım öyle. Ama daha önce insandım” diyor. Yaşlı adam ayağa kalkıyor. Başında tek boynuzu var. Yaşlı adam, “Ne dünya, ne aptallık” diye konuşuyor. Nükleer bombaların bu güzel yerleri çöle çevirdiğini söylüyor yaşlı adam. Karahindibalar dev gibi. Yaşlı adam ve genç, karahindibaların yanına geliyorlar. Karahindibalar bir gül veriyorlarmış. Bütün bunlar radyasyondan olmuş. Mutasyona uğramışlar. “Yalnız çiçekler değil, insanlar da öyle. Bak bana” diyor. Yere oturuyorlar. “Aptal insanoğlu/kızı yaptı bütün bunları” diye anlatıyor yaşlı adam. Ayrıca iki suratlı bir tavşan, tek gözlü bir kuş, tüylü bir balık da görmüş. Genç adam, nasıl beslendiklerini merak ediyor. Yaşlı adam da yiyeceğin olmadığını söylüyor. Burada da sınıfların olduğunu söylüyor. Tek boynuzlu iblisler, iki ve üç boynuzlu iblisler tarafından yeniyormuş. Çok boynuzlu iblisler lanetliymiş. Çünkü ölemiyorlarmış. Günahlarının bedelini ödüyorlarmış ölümsüz olarak. Yaşlı adam, normalken çiftçiymiş. Fiyatları arttırmak için güğümler dolusu sütü nehre dökmüş. Lahanaları ve patatesleri buldozerle gömmüş. Yaşlı adam, genç adamı çok boynuz olan iblislerin yerine götürmek istiyor. Tepeyi tırmanıyorlar. Genel çekimde siluet gibi yansıyor bu an. Bir yere geliyorlar. Çok boynuzlu iblisler, göletler etrafında acılar içinde dönüp duruyorlar. Kabuki sahnesi gibi sanki. Yaşlı adam gülmeye başlıyor. “Sen de iblis mi olmak istiyorsun” diyor. Genç adam, sırt çantasını bırakıp koşmaya başlıyor. Bu an yavaş çekimle yansıyor ve ardından da görüntü kararıyor.

Sekizinci Düş: Su Değirmenleri Köyü… Sırt çantalı bir gezgin, içinden su akan ve her tarafta su değirmenleri olan köye geliyor. Modern yaşamın uzağında bir köydü ayrıca burası. Gezgin, ahşap köprüden geçiyor. Ellerinde çiçekler olan çocuklar, bir kayanın üstüne çiçekleri koyuyorlar gezgine “iyi günler” dedikten sonra. Gezgin, değirmen kasnağını tamir eden yaşlı bir adamın (Chishû Ryû) yanına gidiyor. Selâmlaşıyorlar. Gezgin, köyün adını soruyor. Yaşlı bilge, “Sadece köy” diyor. Kimileri de Su Değirmenleri Köyü diyorlarmış buraya. Köylüler başka bir yerde yaşıyorlarmış. Çok azı köyde kalıyormuş. Burada elektriğe ihtiyaç duymuyorlarmış. “İnsanlar fazla konfora alışmışlar” diyor yaşlı bilge. Konfor iyi bir şey miydi? Ayakta duran gezgin oturuyor. Mumları ve lambaları varmış. “Gece olması gereken budur” diyor. Geceler neden gündüz gibi aydınlık olsundu ki? Fazla parlak olunca gece yıldızlar görülmüyormuş. Çeltik için de tarlaları varmış. Traktörleri yokmuş. Öküzleri ve atları varmış. Gezgin, “Yakıt olmadan ne kullanıyorsunuz” diye soruyor. Genellikle odun kullanıyorlarmış. Ama ağaçları kesmeyi uygun bulmuyorlarmış. Kendiliğinden yıkılanlar yetiyormuş onlara. Onlardan odunkömürü yaparak ısınıyorlarmış. Tezekler de var elbette. “Birkaç ağaç, bütün ormanın verdiği ısıyı verir” diyor yaşlı adam. Gezgin, dönen su değirmenlerine bakıyor hayranlıkla sonra. Yaşlı adam, “Biz insanın yaşaması gibi yaşıyoruz. Bu doğal yaşam şeklidir” diyor. Günümüzde insanlar, doğanın bir parçası olduğunu unuttular mı? Bilim insanlarına da bir şeyler söylüyor yaşlı adam. Onlar, sonunda insanları mutsuz eden şeyler mi icat ediyorlardı? Sonunda da bununla övünüyorlardı. “İnsanlar, yok oluşa gittiklerini görmüyorlar” diyor. İnsanlar için en önemli şeyin, temiz hava ve su olduğunu söylüyor yaşlı adam. Kirli hava, kirli su insanların yüreklerini de kirletiyor. Gezgin, çocukların taşın üstüne neden çiçek koyduklarını soruyor. Uzun zaman önce hasta bir gezgin bu köyde ölmüş. Köylüler, ona acımışlar ve onu oraya gömmüşler, üstüne de bir kaya koymuşlar. Bu köyde tapınak da yokmuş. Bugün gömülecek bir kadının cenaze töreni de varmış. O kadın, yaşlı adamın ilk aşkıymış. Yaşlı adam evine giriyor. Turuncu elbise giyiniyor. Elinde de çan ve çiçek demetleri var. Burada ölüm kutlanıyormuş. İnsanlar uzun yaşıyorlarmış. Ölen ilk aşkı 98 yaşındaymış. Sadece genç ölenler için yas tutuluyormuş. Köylüler, geleneksel müzik ve kıyafetlerle dans ederek cenazeyi gömmeye götürüyorlar. Yaşlı adam da onlara katılıyor neşeyle. Sonra hüzünlü müzik duyuluyor fonda. Gezgin, su değirmenlerine bakıyor. Sağa doğru yürürken, kamera da kayarak onu izliyor. Köprüden geçiyor, çiçek topluyor. Taşın üstüne koyuyor. Ardından ahşap köprüde yürüyor. Bir kelebek uçuyor. Sonra kamera, nehri gösterirken son jenerik yazıları düşüyor.

(17 Temmuz 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Michael Moore Usulü Tek Kişilik İşgal

Tam 27 yıldır kendine özgü popüler belgeselleriyle özellikle ülkesi ABD’de geniş bir izleyici kitlesi bulmuş olan Michel Moore’un komik ve saldırgan tarzından ne kadar hoşlanırsınız bilemem. Kendi adıma tipik bir Amerikan şovmeni olarak kabul ettiğim Moore, bu defa gözlerden uzak çektiği ve ilk kez geçtiğimiz yıl Toronto Film Festivali’nde görücüye çıkan son çalışması ‘Şimdi Nereyi İşgal Edelim? / Where to Invade Next’ ile Tunus’u dışarda tutarsak sekiz ayrı Avrupa ülkesinde sefere çıkmak suretiyle ülkesinin acil sorunlarına çözüm arıyor.

Bir fanteziyle açılan filmde sinemacı Genel Kurmay’da gizli bir toplantı için acilen Pentagon’a davet ediliyor. Kaybettikleri her bir savaşı tek tek gözden geçiren kuvvet komutanları çaresizlik içinde yardım talep ediyor ondan. Moore bu sefer diyor ki, madem biz Amerikalılar işgal etmeyi adet haline getirdik, o halde Avrupa’nın güzide ülkelerine çıkarma yaparak oradaki bizde olmayan güzel şeyleri de sahiplenelim. Yönetmenin eski kıtaya tek kişilik seferi işte böyle başlıyor. Silah kullanmadan, petrol yağmalamadan, Amerika yararına ne varsa yerinde incelemek, fikir çalmak üzere yola koyuluyor.

Amerikan kültürünün bu tuhaf süper kahramanı, USS Ronald Reagan savaş gemisine atlayarak ilk olarak İtalya’ya gidiyor. Çizme’de gözlemlediği dört hafta ücretli izin, Aralık ayında bir maaş ikramiye ve iki saatlik uzun öğle tatilleri gibi ABD’de hayal bile edilemeyecek geniş işçi hakları karşısında şaşkınlığa düşüyor. Fransa’da devlet okullarında servis edilen sağlıklı yemekleri tadıyor. Liselerde devreye sokulan etkin cinsel eğitimi, halkına ücretsiz sağlık hizmeti veren, kreş hizmetlerini neredeyse ücretsiz sunan Fransız uygulamalarını not ediyor. Özel okul işletmenin yasak olduğu ve dünyanın neredeyse en iyi öğrencilerini yetiştiren Finlandiya eğitim sisteminin sırlarının peşine düşüyor. Finlilerin ‘okul öğrencinin mutlu olacağı, kendini mutlu edecek şeyleri bulmanın yolunu öğrendiği yerdir’ felsefesine hayran kalıyor. Masallar ülkesi Slovenya’da yabancı öğrenciler dahil üniversitelilerden herhangi bir harç talep edilmediğini öğreniyor.

Portekiz hükümetinin uyuşturucu sorunuyla nasıl başa çıktığına tanık oluyor. Norveç’in ‘intikam değil rehabilitasyon’ amaçlı cezaevi yapılanmasından etkileniyor. Yahudi Soykırımı ile yüzleşen ve yaşananları yeni nesillerden saklamayan Almanya’dan daha iyi bir insan ya da ulus olmanın ilk adımının geçmişin günahlarıyla hesaplaşmaktan geçtiğini öğreniyor. Avrupa dışında ziyaret ettiği tek ülke olan Tunus’ta ücretsiz kadın sağlık evlerini ziyaret ediyor. 1980 yılında ilk kadın cumhurbaşkanını seçen İzlanda örneğinden yola çıkarak kadınların yönetiminde dünyanın daha barışçıl bir yer olacağını ifade ediyor.

Moore’un önceki filmlerinden aşina olduğumuz gevezeliği, haber görüntüleri, film ve müzik arşivlerinden seçmeler eşliğinde ilerliyor. Ancak yapısı itibarıyla daha derli toplu bir film bu. Süresinin iki saati bulmasına rağmen Avrupa’dan sosyal devlet uygulamaları ilgiyle izleniyor. Yönetmen seçme izlenimlerini aktarırken ziyaret ettiği ülkelerin boğuştuğu bazı ekonomik ve sosyal sorunları göz ardı ediyor gerçi. Derdi otları değil çiçekleri toplamak çünkü. İstatistikler açısından pek sağlam veriler sunmuyor yine. Üstelik ABD bayrağını diktiği Avrupa’ya özgü uygulamaların Amerikan idealleri kökenli olduğunun altını çizerek bildik Amerikan kibrinden geri durmuyor.

Halen yoğun bir bölünme tehlikesi yaşayan ve sosyal huzursuzluğun ayyuka çıktığı ABD’nin esenliğe çıkış yollarında Moore’un fazlaca iyimser yorumları Amerikalılar tarafından ne ölçüde ciddiye alınır bilemem ancak film boyunca tanığı olduğum Avrupa’ya özgü sosyal devlet uygulamalarına şahsım ve ülkem adına gıpta etmekten kendimi alamadığımı belirtmek isterim.

(17 Temmuz 2016)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

2. Marmaris Uluslararası Kısa Film Festivali

Marmaris Uluslararası Kısa Film Festivali’nin ikincisi, 06 – 09 Ekim 2016 tarihlerinde gerçekleştiriliyor. Yerli ve yabancı sinemacıların katılımına açık olan festival süresince yarışma ve gösterime alınan filmler sinema salonlarında ve akşamları kentin değişik noktalarında perdeler kurularak halkın izlenimine sunulacak. Gösterimlerin yanı sıra söyleşi, panel, atölye çalışmaları gibi aktivitelere de yapılacak. 100’ün üzerinde sinema sektörü ve basın mensubu katılacak olan festivalde bu sene, Çevre Filmleri bölümü, genç ve çocuklara yönelik Ulusal Fotoğraf ve Afiş yarışmaları, Liselerarası Kısa Film Yarışması bölümleri ve kampı etkinlikleri yapılacak.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Tanıtım Filmi

2. Marmaris Uluslararası Kısa Film Festivali yazısına devam et

Erol Batıbeki’yi Kaybettik

Sinemamızın duayen ışık şeflerinden Erol Batıbeki, 08 Temmuz 2016 Cuma günü (bugün) hayatını kaybetti. Erol Batıbeki’nin görev yaptığı filmler arasında, sinemamızın en önemli filmlerinden Avare Mustafa, Şehirdeki Yabancı, Üç Tekerlekli Bisiklet, Ağaçlar Ayakta Ölür, Kırık Hayatlar, Namusum İçin, Yasak Sokaklar, Köroğlu, Kambur, Ah Güzel İstanbul, Pembe Kadın, Linç, Sürü, Baba, Umutsuzlar, Bebek, Umut Dünyası, Selvi Boylum Al Yazmalım gibi özel filmler bulunuyor. Cenazesi 09 Temmuz 2016 Cumartesi günü Üsküdar Şakirin Camii’nde kılınacak ikindi namazını müteakip toprağa verilecek olan merhuma tanrıdan rahmet, kederli ailesine sabırlar dileriz.

Avrupa’nın Mahşerleri: Michael Haneke

Sinemanın büyük yönetmenlerinden Avusturyalı Michael Haneke’nin Fransız sinemasında çektiği “Bilinmeyen Kod” ve “Kurdun Günü” filmlerinin mahşerleri ortasında insanlığa tanıklık etmek istedik.

“Bilinmeyen Kod…”

Avusturyalı büyük yönetmen Michael Haneke’nin 2000 yapımı “Code Inconnu-Bilinmeyen Kod”, kapitalist Fransa’da insanlık durumlarına bakıyor. MK2’nin sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Filmin fonunda müzik kullanılmamış. Sadece bir sahnenin içinde duyuluyor. Besteyi de Giba Gonçalves yapmış. Bir koreografiye dönüşen uzun kaydırmalı çekimlerin ve çarpıcı görüntülerin olduğu filmin kameramanıysa Alman Jürgen Jürges. Filmin uzun adı, “Code inconnu: Récit Incomplet de Divers Voyages…” Anlamıysa, “Bilinmeyen Kod: Çeşitli Yolculukların Tamamlanmamış Hikâyeleri…” Bu film, bir sekans filmiydi. Bazı sahnelerde hiç kesme yapmadan kayan bir kamera var bu filmde. Ayrıca bazı sahnelerde kamera sabit açıda hiç hareket etmeden yansıtıyor her şeyi. Bu filmdeki kamera ve sahneler özel. Kurgu da öyleydi. Bu film ülkemizde 24 Kasım 2000’de vizyona girmişti.

Film, ön jenerikle beraber sağır-dilsizler okulunda, sağır-dilsiz çocukların işaret diliyle tahmin oyunu üzerine açılıyor. Jenerik yazılarından sonra kamera, Paris’in kalabalık bir caddesine gidiyor. Sabah. Kamera, sağa kayarak genç Jean’ı (Alexandre Hamidi) takip ediyor. Abisi Georges’u (Thierry Neuvic) aramaya gelmiş çiftlikten. Savaştan savaşa sürüklenen foto muhabiri abisi Georges, sinema oyuncusu olmak için çabalayan Anne Laurent’ın (Juliette Binoche) sevgilisi. Anne, Jean’ı görünce şaşırıyor. Jean, çiftlikte yaşamaktan, sabahın köründe uyanmaktan ve sakinlikten bıkmış. Anne, kahvaltılık almak için Jean’ın yanından ayrılıyor. Jean, yavaş adımlarla yürümeyi sürdürüyor. Anne, kesekâğıdından poğaça veriyor. Anne, seçmelere yetişmek istiyor. Jean’a dairesinin anahtarını verirken, apartmanın dış kapısının şifresini de söylüyor. Kesekâğıdını da Jean’a veriyor ve gidiyor. Jean, geriye dönüyor. Kamera da sola doğru kayıyor. Jean, sokakta müzik çalanları dinliyor, sonra da sokağın başında oturmuş dilenen Rumen kadın Maria’nın (Luminita Gheorghiu) kucağına kesekâğıdını buruşturup atıyor. O an Malili siyahî genç Amadou (Ona Lu Yenke) ortaya çıkıyor ve Jean’ın Maria’dan özür dilemesini istiyor. Amadou, sağır-dilsizler okulunda öğretmen. Sağır-dilsiz küçük kız kardeşi de bu okulda okuyor. Aralarında arbede çıkıyor. Olaya esnaf da katılıyor. Metroya giderken, olayı gören Anne da geri geliyor. Çok geçmeden polis de. Bu andan itibaren önyargı öne çıkıyor. Siyahî bir genç ve Rumen dilenci bir kadın olunca ırkçılık alttan alta dışarı çıkıyor. Üniformalı polisler her yerde aynı sanki. Gözlerinde o nefret hep var. İnsandan nefret. Polis, bir suçlu gibi Amadou’yu kargatulumba karakola götürmek istiyor. Görüntü kararıyor. Bu sekans, hiç kesme yapmadan sekiz dakikadan uzun sürüyordu.

Georges’un birinci mektubundan… Savaşta acı çeken halkın trajik fotoğrafları yansıyor. Fotoğraflar renkli. Fotoğraflar yansırken, Georges’un dış sesi duyuluyor. Georges, Hırvatistan-Drasniçe’de esir düşüşlerini, sonra da kurtulmalarını anlatıyor mektubunda. Durum gerginmiş. Görüntü kararıyor.

Amadou’nu taksi şoförü babası Yusuf’un (Djibril Kouyate) cep telefonu çalıyor. Amadou karakoldaymış. Baba, taksideki müşteri anlamasın diye anadilinde konuşuyor. Sonra da müşterisini başka taksiye aktarıyor. Ücret de almıyor. Görüntü kararıyor.

Video görüntüyle bir kasvetli mekânda Anne, deneme çekiminde korkuyla yönetmeni anlamaya çabalıyor. Yönetmenin (Didier Flamand) sadece sesi duyuluyor. Yönetmen, kışkırtıcı kelimelerle Anne’ın yüzündeki gerçek ifadeyi yakalamak istiyor. Yönetmen, “Gerçek yüzünü görmek istiyorum” diyor Anne’a. Görüntü, Anne’ın korkusu üstüne kararıyor.

Çiftlikte, Georges ve Jean’ın babası (Josef Bierbichler) yapayalnız mutfakta pancar yemeği yiyor. Köy ekmeği ve kırmızı şarabı da var. Birden ortaya Jean çıkıyor. Baba, ona da bir tabak yemek koyuyor. Konuşmuyorlar. Baba, yemeğini yedikten sonra tabağını lavaboda temizliyor. Baba tuvalete giderken, kamera da geriye doğru kayıyor. Görüntü kararıyor.

Kamera da uçağa gidiyor. Yolcular uçağa biniyorlar. Rumen Maria da iki polisle uçağa geliyor. Yabancılar şubesi onu sınır dışı yapıyor. Görüntü kararıyor.

Amadou’nun annesi Aminate (Maimouna Heléne Diarra), Paris’teki Malilere yardımcı olan siyahî bir adama, bir dolu polisin evi basıp her şeyi dağıttıklarını anlatıyor ağlayarak. Onur kıran ve aşağılayan bu ırkçı polis, bir suçlu gibi davranmış. Amadou o sırada gözaltındaymış hapishanede. Adam, Amadou’nun Mali’ye dönmesini istiyor. Beyazlarla çok yakınmış Amadou. Anadilleriyle konuşuyorlar.

Kamera, Romanya’ya gidiyor. Rüzgârlı ve tozlu günde Maria, erkek torunuyla neşeli sohbet yapıyor. Torunu, bir cep telefonuyla Roma’dan köyü arayıp burada koyunlara doğum bile yaptırılabildiğini anlatıyor coşkuyla. Rumence konuşuyorlar. Torun gittikten sonra kocası Dragos (Bob Nicolescu) çıkıyor karşısına Maria’nın. Özlemle sarılıyorlar birbirlerine. Görüntü kararıyor.

Anne, dairesinde televizyonda haberleri izlerken, elbiselerini de ütülerken gösteriyor onu kamera. Kırmızı şarabını da içiyor Anne. Görüntü kararıyor.

Maria, dilenerek yaptırdığı evi ailesiyle geziyor gururlanarak. Kaba inşaatı bitmiş eve bazı mobilyalar da alınmış. Maria’nın küçük kızı evlenecekmiş. Ama damadın ailesi, kızının yaşını küçük görüyormuş. Rumence konuşuyorlar. Görüntü kararıyor.

Sağır-dilsizler okulunda küçük öğrenciler trampetleriyle coşkuyla prova yaparken yansıyor bir an. Amadou’nun küçük kız kardeşi de trampet çalıyor. Görüntü kararıyor.

Georges Paris’e dönmüş. Anne’ın dairesinde. Georges telefon ediyor. Oğlu beş yaşına giriyormuş. Çok geçmeden Anne geliyor. Georges’a değişmediğini söylüyor Anne ve ona “Çok özledim” diyerek sarılıyor. Görüntü kararıyor.

Çiftlikte baba, eski beyaz minibüsün arkasından yepyeni bir motosikleti dışarı çıkartıyor. Motosikleti park ettikten sonra içeri girip Jean’ı çağırıyor hediyesini göstermek için. Jean, mutlulukla motosiklete biniyor ve dolaşmaya çıkıyor. Sabit açıdaki kamera, Jean’ın motosiklete bindiğini göstermiyor. Bir an çerçeveye giren Jean, motosikletle uzaklaşıyor oradan. Görüntü kararıyor.

Film çekiminde. Anne, emlakçıyla evi dolaşan kadını oynuyor. “Steadicam” kamera da zaman zaman görüntüye giriyor. Kasvetli odanın kapı ve pencereleri de yok. Ama evin salonu geniş ve pencerelerinden günışığı aydınlatıyor içeriyi. Pencereden muhteşem bahçe de fark ediliyor. Haneke, bu anlarda sıkça açıları değiştirerek kesmeli çekimler yapmış. Görüntü kararıyor.

Ardından bir an yansıyor çiftlikten. Jean ve babası, ahırda ineklere yemliyorlar. Görüntü kararıyor sonra.

Restoranda. Anne, arkadaşlarıyla mutluluğunu paylaşıyor bu anda. Georges da orada. Anne’ın film çekimi kutlanırken, Georges’un da “medeniyete” dönüşü de bu kutlamaya dâhil oluyor sanki. Georges’un medeniyet üstüne düşünceleri derin. Şehir medeniyet miydi? Masaya, Paris’e birkaç saat önce gelmiş ortak dostları da gelirken, kameraya Amadou ve sevgilisi (Florence Loiret Caille) takılıyor. Kamera onları sola kayarak takip ediyor. Amadou, sevgilisine babasının gemiyle Fransa’ya nasıl geldiğini büyüleyici kelimelerle anlatıyor. Amadou’nun babası, bizdeki medyanın “kaçak göçmen” dediği göçmenlerdendi. Bizdeki medyanın şefkat duygusu aşağılarda mıydı? Garson, ayırttıkları masaya oturtmuyor onları. Garson, bu siyahî de nereden çıktı der gibi davranıyor. Irkçılığa bu anda da dokunuluyor. Amadou, beyaz sevgilisinin kolundaki saati tuhaf buluyor. Kız saati bileğinden çıkartıp küllüğe atıyor. Amadou, sevgilisinin artık boş olan beyaz dişi bileğini şefkatle öpüyor. Lavabodan çıkan Anne, Amadou’yu fark ediyor. Anne, masaya giderken, kamera da sağa doğru kaymaya başlıyor. Görüntü kararıyor.

Kamera Romanya’ya gidiyor. Kamera, arabanın içinde, arka tarafta sabit açıdan yansıtıyor her şeyi. Arabanın direksiyonu sağ tarafta. Araba, Maria’nın yanında duruyor. Maria arabaya biniyor. Adam, karısının Dublin’de çocuk bakıcılığı yaptığını söylüyor. Çok geçmeden Maria arabadan iniyor. Kamera arabada kalıyor. “Rap” müziği duyulmaya başlıyor arabanın teybinden. Rumence konuşuyorlardı. Görüntü kararıyor.

Anne, dairesinin kapısını açtığında bir not buluyor. Notu anlamaya çalışıyor. Sonra karşı dairedeki yaşlı komşusunun zilini çalıyor. Kadın, bir şey bilmediğini söylüyor Anne’a. Görüntü kararıyor.

Amadou’nun annesi, yine aynı adamla konuşuyor evde. Bu defa migrenini anlatıyor. “Allah’ın izniyle yeneceğini” söylüyor anne. Anadilleriyle konuşuyorlar. Görüntü karıyor.

Çiftlikte. Baba, Jean’ın kendine bıraktığı notu okuyor mutfakta. Baba, ifadesiz bir yüzle yerinden kalkıyor, ocağın altını yakıyor, tencereye çeşmeden su dolduruyor ve ardından görüntü kararıyor.

Markette. Georges ve Anne, alışveriş arabasıyla raflar arasında dolaşırken, bir yandan da tartışıyorlar. Georges’un duyarsızlığına öfkeleniyor Anne. Çünkü Georges notla ilgilenmiyor. Anne, hamile olabileceğini de söylüyor Georges’a gizemli kelimelerle. Sonra da onu öpüveriyor Anne.

Kamera, Romanya’ya gidiyor. Maria, düğünde eğleniyor; halay bile çekiyor neşeyle. Görüntü kararıyor.

Amadou’nun babası, küçük oğlunun sorunun anlamaya çabalıyor evde. Okulda, kendinden büyük bir beyaz oğlanla yaşadığı tuhaf bir olayı anlatıyor çocuk. Bu anda, hem Fransızca hem de anadilleriyle konuşuyorlar. Beyaz oğlan, montunu almış ve ondan yüz frank istemiş.

Kamera, kesme yaparak Georges’un fotoğraf makinesini hazırlarken yansıtıyor. Anne’ın dairesinde. Arkadaki boy aynasına dönüyor, kendine bakıyor. Görüntü kararıyor.

Çiftlikte baba, tüm inekleri öldürüyor. Baba, sonra ahırın kapısını kapatıyor. Görüntü kararıyor.

Tiyatro seçmelerinde. Anne, tiyatro sahnede tekstini sahneliyor. Kamera, genel planda ve sabit açıyla yansıtıyor her şeyi. Görüntü kararıyor.

Amadou ve kardeşleri masada yemek yerlerken, annesi, babasının Afrika’ya geri döneceğini söylüyor. Yusuf, yaşlanmış ve bu ülkeden yorulmuş. Belki de beyazların ırkçılığından usanmıştır. Bu anda hem Fransızca hem anadilleriyle konuşuyorlar. Amadou, sağır-dilsiz küçük kız kardeşi Salimata’ya (Guessi Daikite-Goumdo) konuşulanları işaret diliyle anlatıyor. Görüntü kararıyor.

Georges metroda. Ayakta duran Georges, boşalan yere oturuyor. Karşısında oturan sarışın kadına rahatsızlık vermeden baksa da kadın kalkıp gidiyor. Başka bir kadın geliyor. Ona da bakıyor. Fotoğraf makinesiyle de oynamaya başlıyor. Sonra kalkıyor. Görüntü kararıyor.

Romanya’da. Maria, evlerinin önünde bir adamla konuşurken yansıyor. Maria’nın kızı da yanında. Adam, yeni yolculuktan bahsediyor. Maria, yorgun ve isteksiz sanki. Görüntü kararıyor.

Çiftlikte. Georges ve Anne, babayı ziyarete gelmişler. Kayıp Jean’dan konuşuyorlar. Baba, oğlunu aramayacakmış. Baba, Anne’a karşı sıcak. Böyle muhteşem bir kadını, oğluyla yan yana getiremiyor zihninde baba. Görüntü kararıyor.

Romanya’da da yolculuk başlıyor. Görüntü kararıyor.

François’nın cenaze töreninde. Mezarlıkta insanlar, mezara toprak atıyorlar. Anne da atıyor. Anne, oradan ayrılırken, kamera sola kaymaya başlıyor. Anne, yaşlı bir kadınla yan yana yürümeye başlıyor. Derinlikte de Paris’in gökdelenleri yansıyor. Görüntü kararıyor.

Georges’un çektiği siyah-beyaz portre fotoğrafları gösteriyor. Georges’un ikinci mektubu… Georges’un dış sesi duyuluyor fotoğraflar yansırken. Genç yaşlı, siyahî beyaz, kadın erkek fotoğrafları bunlar. Georges mektubunda esaret anlarını anlatıyor. Gazetecileri, değirmene götürmüşler. Yeni gelen gardiyanla İngilizce iletişim kurmaya çabalamış. Gardiyan, “What I can do you” diyormuş. Bunu dedikçe hep anlatıyormuş. Gardiyanın tek bildiği cümle buymuş. CNN’den birisi kurtarmış onları. Sonra da Kabil’e dönmüşler. Görüntü kararıyor.

Çiftlikte. Baba, traktörle tarlayı sürerken yansıyor bir an. Traktör, çerçeveden çıkıyor, kamera sabit açıda bir süre öylece kalıyor. Görüntü kararıyor.

Romanya’da insanlar içip eğlenirlerken, Maria mutsuzluk içinde. Kalabalıktan uzaklaşan Maria bir köşede ağlarken, bir kadın onu teselli ediyor. Maria için bu yolculuk kolay değildi.

Anne’ın oynadığı filmden havuz sahnesi yansıyor. Haneke, bu anlarda kameranın açılarını sürekli değiştirmiş. Anne’ın filmde oynadığı kadınla kocası, çatıdaki havuzunda eğlenirken, küçük oğullarının balkonun ucunda durduğunu fark ediyorlar birden. Baba havuzdan çıkıp oğlunu son anda ölümden kurtarıyor. Kesmeyle kamera, dublaj odasına gidiyor. Anne, havuz sahnesinin dublajında “seni seviyorum” sözünü derken gülme krizine giriyor. Bu söz günümüzde gülünecek bir söz müydü artık? Görüntü kararıyor.

Amadou’nun babası, Afrika’da arabasıyla feribottan çıkarken yansıyor, kamera da arabanın içindeyken.

Metroda. Anne, tren vagonunun uç taraflarında yolculuk yaparken, Kuzey Afrikalı gençler, umutsuzluklarını ve geleceksizliklerini buradaki beyaz Fransızlara öfkelenerek gösteriyorlar. Yönetmen, ikileme düşürüyor insanları. Banliyöden şehrin merkezine inmiş bu geleceksiz gençler konformistlerin rahatını mı bozacaktı? Anne, oturduğu yerden kalkarak sabit açıda duran kameranın olduğu yere geliyor. Gençler, Anne’ın rahatsız olduğunu anlıyorlar ve öfkeli kelimelerini Anne üzerinden savuruyorlar. Gencin biri (Walid Afkir), Anne’ı rahatsız etmeyi sürdürürken, yaşlı bir Arap da (Maurice Bénichou) rahatsızlık duyuyor. Gençler durakta indikten sonra Anne ağlamaya başlıyor. Duygu boşalması gibiydi bu. Görüntü kararıyor.

Dışarıda. Sağır-dilsiz çocuklar hep beraber trampet çalmaya başlıyorlar. Amadou da orada. Görüntü kararıyor.

Filmin girişindeki caddede Rumen Maria yürürken, kamera da onu takip ediyor sağa-sola kayarak. Maria sokağa geliyor, sokağın içine giriyor, sonra da sokağın başındaki köşeye oturuyor. Dükkândan çıkan bir kadın Maria’ya bakıyor bir süre. Sonra bir kadın ve bir adam Maria’nın yanına geliyorlar. Bu köşe kapatılmış başka dilenciler için. Her şey mafya işiydi artık. Maria ayağa kalkıyor ve uzaklaşıyor oradan. Trampet sesleri duyulmayı sürdürüyor ve görüntü kararıyor.

Anne, metrodan çıkıyor. Kamera, sola kayarak onu takip ediyor. Anne, apartmanın önüne geldiğinde kapının şifresini yazıyor, kapı açılıyor. Sonra da şifreyi değiştiriyor. Trampet sesleri duyulmaya devam ediyor. Görüntü kararıyor.

Georges geldiğinde yağmur yağıyor. Valizi olan Georges, bir dükkâna giriyor ve hediye alıyor. Kamera sağa kayarak onu takip ediyor. Apartmanın kapısına geldiğinde şifreyi yazıyor, ama kapı açılmıyor. Georges, caddenin karşısına geçiyor ve ankesörlü telefondan Anne’ı arıyor. Cevap yok. Trampet sesleri hâlâ duyuluyor. Sonra da görüntü kararıyor.

Sağır-dilsizler okulunda bir çocuk işaret diliyle tahmin oyunu oynuyor. Bu filmde, sağır-dilsiz çocuklardan keşfedilecek çok şey vardı. Öncelikle iletişimdi bu. Çocuklarda din, dil, ırk, mezhep vb yetişkin takıntıları yoktu. Önemli olan birlikte olabilmekti. Yabancılaşmalarla, iletişimsizliklerle, kopukluklarla, hoşgörüsüzlüklerle, bencilliklerle nereye kadar gidilebilecekti ki?

“Kurdun Günü…”

Michael Haneke’nin 2002 yapımı “Le Temps du Loup-Kurdun Günü”, mahşer sonrasını anlatan bir yapıt. Filmi anlamlandırabilmek için kuzey kültürlerinin içinde dolaşmak gerekli. Filmde kurtlar yok. Bir belirti de yok. Kurtların sürü oluşumu üstünden ortaya bir şeyler çıkabilir miydi? Kurt sürülerinde, alfa olan dişi ve erkek, tüm sürünün lideri oluyordu. Çiftleşme ve yavru doğurma haklarının yanında, ortaklaşa avlanan avlarda öncelik de alfalarda oluyordu. Kurt sürülerinde bir hiyerarşi vardı hep. Filmde İncil’e de gönderme var. Öncelikle “Vahiy” bölümündeki ilk beş mührü okuyunca az da olsa zihinde bir şeyler oluşuyor. Haneke sadece İncil’in kıyılarında dolaşıyor ama. Sözü edilen “36”lar, “36 Salih”e gönderme yapıyor. Yahudilikte “Dünyayı Koruyanlar” demek. Yahudiler, onlara “Tzaddikim” diyorlar. Onlar adaleti koruyorlarmış. Simgeler yüklü bu gizlenmiş anlamları epey araştırmak gerekiyordu. Sonunda “com” olan “lanuitdublogeur” adresinde bulabildik araştırmayla. “Ateş Adamlar” efsanesi de genelde İskandinav, özelde de Norveç efsanelerine dayanıyor. Thor, Tyr (Tır), Freyr vb üzerine efsanelere bakmak gerekiyor. Araştırmalarla, sonunda “org” olan “norse-mythology” adresinde bulabildik. Adresin sonuna “/tales/ragnarok” eklemek de gerekli. “Ragnarök”, Hıristiyanlık öncesi bir efsaneydi İskandinavlarda. Final bölümünde çocuk Ben’in kendini yakmak istemesi, efsaneye mi, yoksa çocuk İsa’ya mı göndermeydi? Umut muydu bu yoksa? Filmin içinde dolaşırken, şu anki dünyadaki tüm felaketleri, iklim değişimlerini, mültecileri, trajedileri düşünüyorsunuz.

ORF-Wega-Bavaria-Canal Plus-Arte’nin ortak sunduğu filmin senaryosunu da yönetmen yazmış. Buz mavisi soğukluğundaki fotoğrafları da Jürgen Jürges yansıtmış. Filmde müzik yok. Sadece radyodan bir an Beethoven duyuluyor. Yönetmen, doğal sesler kullanmış. Filmin kurgusu da insanı yabancılaştırıyor. Haneke, filminde Brechtyen anlatım oluşturmuş. Bu da insanı yabancılaştırıyor anlam yaratmada. Bazı anlarda, ortadan veya sondan o sahneye dâhil olununca, ne olduğunu anlamakta zorlanıyor insan. Amerikalı yönetmen Joseph Losey’in Alain Delon’u oynattığı 1976 yapımı “Mr. Klein-Kaderi Arayan Adam” filminde de, Bretctyen yabancılaşma yaratılmıştı. Ortasından veya sonundan sahnelere, Losey’in bu filminde de dâhil olunuyordu. Haneke’nin bu filmi ülkemizde 24 Ekim 2003’te vizyona çıkmıştı.

Film başlar başlamaz bir kâbusun içine düşülüyor. Bu gri soğuk mavisi atmosferin ortasında birden uykudan uyandırılmış gibi hissediyor insan. Sürekli bir yabancılaşma yaşanıyor film boyunca. Anne, baba ve iki çocuğuyla bir aile sayfiyedeki evlerine arabalarıyla gelişiyle başlıyor her şey. Yanlarında günlerce yetecek yiyecek ve içecek de almışlar. Evlerine girdiklerinde hiç beklenmedik bir şey oluyor. Bir karı-kocayla bir çocukları olan bir aile tüfekle onları karşılıyorlar. Ne olacaktı şimdi? Eve gelen ailenin babası Georges Laurent (Daniel Duval), kızları Eva’yla (Anaïs Demoustier) küçük oğulları Ben’i (Lucas Biscombe) dışarı çıkartıyor. Evde karısı Anne’la (Isabelle Huppert) kalıyor. Tüfekli adam, karısı oğluna su içirirken tüfeğiyle Georges’a ateş ediyor ve onu öldürüyor. Adamın karısı “Öldürdün” diye çığlık atıyor korkuyla.

Uzaktan orman yansıyor. Anne ve çocukları bisikletleriyle köye doğru yürürlerken yansıyor. Köyde bir eve gidiyorlar. Kocasının öldürüldüğünü ve erzaklarının olmadığını söylüyor Anne. Adam yardımcı olmuyor ve “Buradan gidin” diyor onlara. Gece sığınılacak bir barakaya geliyorlar. Sabah dışarı çıktıklarında ahırda yakılan inekleri görüyorlar. Köyde kapıları çalıyorlar ve kimse açmıyor. Gidiyorlar. Karanlık çökerken barakaya sığınıyorlar. Anne, konserveyle çocukların karnını doyurmaya çalışıyor. Isınmak için de ateş yakmışlar. Anne, biraz yiyecek bulabilmek için dışarı çıkıyor. Bir eve gidiyor ve az da olsa yiyecek alabiliyor. Artık yiyecek yetmiyormuş. Barakanın içinde Ben’in kuşu kurtulmuş uçarken, Ben de onu yakalamaya çabalıyor. Ben’in burnu kanıyor birden. O sırada ablası Eva kuşu yakalıyor ve Ben’e veriyor.

Gündüz oluyor. Dışarısı sisler içinde. Aile sisler içinde yine yollara düşüyor. Bir kulübe görüyorlar. Gece sığınılabilecek yeni bir yer burası. İçeriye saman yığılmış. Ben’in de kuşu ölüyor. Ben, kuşu için küçük bir cenaze töreni yapıyor hüzünle. Anne, pencereden uzaklara bakıyor. Ne yapabileceğini düşünüyor. Karanlıklar içinde Anne çakmağı yakıyor ve her yer aydınlanıyor birden. Eva, Ben’in olmadığını söylüyor annesine. Ben’e sesleniyorlar. Yerde ateş yakıyorlar. Eva ateşi beslerken, Anne da Ben’i aramaya çıkıyor. Bir süre sonra kulübe yanmaya başlıyor. Eva, annesine özür diler gibi sarılıyor. Sabaha karşı, yabancı bir genç kaçakla (Hakim Taleb) Ben çıkageliyor. Ben, gencin tutsağı gibiydi sanki. Ama aile yine bir araya geliyor. Anne, gence kendileriyle kalmalarını söylüyor. Gencin avucundaki yarayı görüyorlar. Anne, gencin yarasını temizliyor yakınlık kurabilmek için. Eva da gence yakınlık duyuyor. Genç, aileden alabileceklerine göz atıyor ve “Bisiklet fena değil” diyor. Genç, tren istasyonundan bahsediyor onlara. Demiryolundan istasyona doğru yürümeye başlıyorlar. Demiryolu kenarında genç, ölü bir koyun buluyor. “Susuzluktan biri öldürmüş olabilir” diyor. Yerde yatan ölü bir adamı da fark ediyorlar. Genç, ölü adamın elbiselerini çıkartmaya başlıyor. Paltoyu da Eva’ya veriyor. Bir tren geçiyor. Hep beraber trenin peşinden koşarken, Ben geride kalıyor ve yere çöküyor.

Tren istasyonuna geliyorlar. Bekleme salonunda treni bekleyen insanlar var. İçeride yaşlı bir adamı görüyor Anne. İçeride soba da var. İçerisi soğuk. Anne, yaşlı adama sigara paketini uzatıyor. Treni soruyor. Yaşlı adam, Anne’ı anlamıyor pek. Yaşlı adamın, kendisi gibi yaşlı karısı, oğlu, gelini ve bir bebek torunu var. Polonyalı göçmen bir aileydi bu. Su ve yiyecek çok önemli. Bunları alabilecek şeyler de. İçeri başka insanlar da geliyor. Buradaki her şeyi ayarlayan Koslowski (Olivier Gourmet), gence çantasını boşaltmasını söylüyor. Kurallardan biriymiş. Genç dışarı kaçıyor. Eva, Koslowski’den gençle konuşmak için izin istiyor. Bir şey mi çalınmıştı? Gencin avucu nasıl yaralanmıştı? Eva, gençten gitmesini istemiyor. Genç, yalnızken kendini daha iyi hissediyormuş. Kurallar yokmuş. Genç, içeride birinin gözlüğünü çaldığını itiraf ediyor Eva’ya. Genç, “Tren belki burada durur. Buralardayım” diyor Eva’ya. Trenler çok önemliydi. Godot’nun beklenişi gibi. Su ve yiyecek tren kadar önemli bu kıtlık mahşerinde. Bu kıyamette, binalara pek zarar gelmemiş. Daha çok su ve yiyecek bulması zor. Para bir yere kadar önemli. Mafya organizasyonu oluşturmuş bazı atlı adamlar, insanlara su vermek için onlardaki para dâhil her şeyi alıyorlar.

Gündüz. Dışarıdaki insanlar treni iterek makas değiştirmeye çabalıyorlar Thomas Brandt’ın (Patrice Chereau) yönlendirmesiyle. Eğer tren gelirse bu istasyonda dursun diye. Thomas, Lise’in (Beatrice Dalle) eşi. Brandt ailesinin bir de kızları var. İçeride Anne, Béa’yla (Brigitte Rouan) iletişim kurmaya çalışıyor sigara vererek. Bir şeyi paylaşmak çok değerliydi bu kıyamet sonrasında. Béa da Anne’a bir konserve veriyor. Bu istasyonda, susuz ve yiyeceksiz kalmamak için Koslowski’ye bedeller ödemek zorunda kalıyor kadınlar. Onunla, bir bardak su için vagonda yatmak zorunda kalan kadınlar var. Béa, Anne’a 36 kişiden söz ediyor. Onların biriyle tanışmış. Kolay ortaya çıkmıyorlarmış. Ama hayatın devamı için savaşıyorlarmış. Bu “36”lar kimdi? Mitolojik bir şey miydi? Béa, trenlerin kolay kolay bu istasyonda durmadığını da söylüyor. Radyodan haber dinleme imkânı olan Thomas, ülkenin diğer yerlerindeki olayları da haber veriyor. Moral bozucu haberler. Yiyecek, içecek ve mazot kıtlığı çekiliyormuş ülkede. Ülkenin güneyinde zorluklar artmış. Her şeyin aynı olduğu haberleri duyanlar öfkeleniyorlar. Gerginlik çıkıyor. Lise de çok öfkeleniyor. Eva da, başka bir mekânda bir şey arıyor gibi. Dışarıda bir kadın çocuğu için su istiyor. Koslowski, “Hakkını aldın” diyor kadına. Gece herkes uyuyor. Sabah olunca Eva, ormanda gencin yanına gidiyor. Gencin yarasına merhem de sürüyor. Genç, köpeklerle arkadaş olmak istemiş. Ama köpekler ona saldırınca eli yaralanmış. Anne da, bütün mücevherleri Koslowski’ye vermiş. Eva giderken, genç de çaldığı gözlüğü Eva’ya veriyor.

Koslowski atlılarla su getiriyor istasyona. Bir kadın, çocuğuna su için yalvarıyor Koslowski’ye. Thomas, atlı sucunun, kadının çocuğuna su vermesi için saatini vermek istiyor. Eşkıya saati alıp akıl da veriyor. Öte tarafta Eva da daha önce keşfettiği mekânda ölü babasına mektup yazıyor. Mekânda fotoğraflar da yansıyor. Sonra ormanda çalı çırpı topluyor insanlar yakmak için. Başka bir taraftaysa Polonyalı ailenin ölen bebeği gömülürken yansıyor. Bebeğin babası, mezara haç yapıyor ve küçücük mezarın üstüne koyuyor. Bebeğin annesi, yüreklere hüzün çöktürür gibi ağlıyor. Gece. Dışarıda ateş yakılmış ve etrafında da insanlar toplanmış. Su getiren atlılar da orada. Bebeği ölen genç Polonyalı baba, yaşlı babasını dışarı çıkartıyor. Keçileri olan kadından süt alıyorlar. O sırada birileri, Polonyalı babaya ırkçı söylemlerle saldırıyorlar. Yaşlı adam içeri gidiyor. İçinde süt olan tabağı kendi gibi yaşlı eşine götürüyor susuzluktan ölmesin diye. Bu şefkatli an çok etkileyiciydi ve insan olmanın erdemini hissettiriyordu. Aslında bu filmde insan denen tuhaf mahlûkatın ne olduğu anlamlaşabilecek belki de. İnsanın olduğu her yerde türlü çeşitli fikirler, kültürler ve başka şeyler var işte. İnsanı tanımak, tanımlamak ve anlamlandırmak içinden çıkılmaz bir şey miydi? Anne, yaşlı adamın karısına sütü içirdiği anı şefkatli gözlerle izliyor. Sonra da dışarı çıkıyor. İçeride Eva da çantasında bir şeyler arayan adamı izliyor. Dışarı çıkan Anne, ağlıyor.

Gündüz. Kamera, tarlaların ortasında genel çekimle istasyonu yansıtıyor bir an. İçeride de uykudan kalkmış insanlar, uyuyanlar, bir şeyler yapanlar, tıraş olanlar yansıyor. Eva, dışarıda vagonun yanında genci görüyor. Keçilere su verilmesine kızıyor genç. Bencillik miydi bu? Başka bir an. Eva, annesini çağırıyor. Eva, orada, babasını vuran aileyi görüyor. Anne, adama öfkeli sözler söylüyor. Adam anlamıyor. Koslowski kanıt istiyor. O sırada bir atı vuruyorlar. Yere düşen ve hâlâ canlı atın boğazına bıçak saplıyor atlı suculardan biri. Kan, atın boğazından oluk gibi fışkırıyor. O sırada gök gürüldüyor ve yağmur yağmaya başlıyor. Bu simgesel bir an mıydı? Ben, yine kayboluyor. Eva, onu aramaya çıkıyor. Kamera, içeriden sağa kayarak Eva’yı takip ediyor. Ben’i vagonun altında buluyor Eva.

Gece. İçeride adamın biri Béa’ya, “36”lardan daha fedakâr “Ateş Adamları”nın hikâyesini anlatıyor. Delilerden söz ediyor. Ateşe çırılçıplak atlıyorlarmış. Bu çürümüş dünyayı insanlara yaşanır kılmak için kendilerini yakıyorlarmış. Kendilerini kurban ediyorlarmış. Adam, “Doğruların üyesi olmalılar” diyor kadına. Adam, “Dünyayı kurtaran benim ateş kardeşlerim” diyor. Biri ateşe atlarsa, diğeri de atlıyormuş. Onları dinleyen Eva, ayağa kalkıyor ve bir adamın yanına gidiyor. Eva müziği soruyor. Adam, “walkman”e kaseti takıyor ve Eva’ya dinletiyor. Lüks lambasının ışığı da loş bir aydınlık veriyor mekâna. Gecenin derinliğinde uyuyan Eva uyanıyor. Etrafına bakınıyor. Ben de uyanık. Sabaha karşı herkes uyurken, tüfekli insanlar içeri giriyorlar. Polonyalı aileyi hırsızlıkla suçluyorlar. Suyla keçinin biri çalınmış. Sabah olduğunda Eva, gençle ormanda buluşuyor. Keçiyi genç çalmış. Tüfekli adamlar hırsız ararlarken, Eva ve genç saklanıyorlar. İstasyondaysa, Thomas’nın kızı ölüyor. Genç kıza temiz elbise giydiriyorlar. Ormanda keçi ses çıkartıyor. Tüfekli adamlar da uzakta değil. Genç, bıçağı keçinin boğazına götürürken, istasyondaysa, Thomas kızını gömmek için yardım istiyor insanlardan.

Gece. İçeride insanlar uyuyor. Dışarıda da ateş yanıyor. Burnu kanayan Ben de uyanmış. Dışarıda iki adam nöbet tutuyor. Adamlardan biri devriyeye çıkarken, “Ateş Adamlar” mitolojik hikâyesini anlatan adam oturmayı sürdürüyor. Ben, dışarı çıkıyor ve demiryolunda yürüyor. Ateşin yandığı yere geliyor. Ateş sönmesin diye odun atıyor. Sonra da çırılçıplak soyunuyor. Bir at kişniyor. Ateş demiryolu üzerinde yanıyor. Adam at sesini duyuyor. Adam, Ben’i görüyor. Ben’e koşuyor. Adam, Ben’in “Şu atlara bak, ateşe doğru geliyorlar” diyerek dikkatini dağıtıyor ve çocuğu ölümden kurtarıyor. Ben, adamın anlattığı “Ateş Adamlar” hikâyesinin etkisinde kalmış. Adam bunu anlıyor. Ben, kendini ateşe atarak dünyayı kurtaracaktı kahramanlar gibi. Adam, çocuğu teskin ederken, kamera da yavaşça geriye doğru çekiliyor. Gündüz. Trenin kompartımanından doğa yansıyor sonda. Cennetin yansıması gibiydi. Ardından da her şey bitiyor birden. Bütün bunlar yaşanmış mıydı? Yoksa bir kâbus muydu her şey?

(15 Temmuz 2016)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Çok Uzak Fazla Yakın

Türkan Derya’nın yönettiği ve Burcu Biricik, Özgür Çoban, Alican Yücesoy, Metin Coşkun, Servet Pandur, Gamze Karaduman ile Kaan Yılmaz’ın oynadığı Çok Uzak Fazla Yakın, 23 Eylül 2016′da Bir Film dağıtımıyla Ateş Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Ne bir türlü başlayabilen, ne de bitebilen Aslı ile Cem’in tutkulu aşkının hikâyesi. İki üniversiteli gencin tanışmalarının ardından yaşadıkları büyük aşkları ve iniş çıkışları seyirciyi derin duygulara sürükleyecek. Bu farklı aşk filminin yönetmeni Türkan Derya, İkinci Bahar, Kara Melek, Yeditepe İstanbul, Hırsız Polis ve Gönül İşleri gibi ilgiyle izlenen birçok unutulmaz TV dizisine imzasını attı.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Facebook
  • Fragman
  • IMDb

Çok Uzak Fazla Yakın yazısına devam et

7. Uluslararası Barikat Film Festivali

Uluslararası Barikat Film Festivali, engellilerin beklentilerini, duygularını, hayata bakış açılarını, yaşama katılımlarını hayatın içinde aktif rol alarak üretici bir düzeye erişebilmelerini, çağın en etkili ve en yaygın iletişim aracı olan sinema yoluyla ortaya koyabilecek ilk uluslararası film festivali olarak çalışmalarını sürdürüyor. 7. Uluslararası Barikat Film Festivali bu yıl 01 – 04 Aralık 2016 tarihileri arasında İstanbul’da gerçekleştiriliyor. Festival kapsamında engelli temalı kısa film yarışması da düzenlenecek. Düzenlenecek olan yarışma, kısa film kategorisinde tüm kısa filmlere açık olarak yapılacak. Yapımcı ve yönetmenlerin uyruğu göz önüne alınmayacak.

7. Uluslararası Barikat Film Festivali yazısına devam et

Bambaşka: Başka Bir Aşk Hikayesi

Bahadır Abşin’in yönettiği ve Birgül Ulusoy, Tayfun Sav, Fatih Paşalı, Buse Sevindik ile Caner Tanrıverdi’nin oynadığı Bambaşka: Başka Bir Aşk Hikayesi, 02 Haziran 2017′de MC Film dağıtımıyla Boyoz Akademi tarafından vizyona çıkarıldı.
Doğa, hayat dolu, üniversiteli genç bir kızdır ve başına gelen trajik kaza sonucu omurilik felci geçirerek belden aşağısının hissini kaybeder. Bu travma sonrası yaşamı tamamen değişen ve hayata olan heyecanını kaybeden Doğa, Yiğit ile tanışır ve onun sayesinde hayata tekrar tutunmayı dener. Yiğit, nişanlısı tarafından aldatılmış medyatik bir oyuncudur ve o da yaşadığı bu ruhsal yıkımı biran önce atlatmak istemektedir.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Fragman
  • IMDb

Bambaşka: Başka Bir Aşk Hikayesi yazısına devam et

Turgay Şeren’i Kaybettik

Türk futbolunun ünlü isimlerinden Turgay Şeren, 07 Temmuz 2016 Perşembe günü (bugün) hayatını kaybetti. 15 Mayıs 1932′de dünyaya gelen ve toplamda 269 maça çıkan Şeren,futbolu bıraktıktan sonra Mersin İdman Yurdu, Vefa, Samsunspor ve Galatasaray takımlarında teknik direktör olarak görev aldı. Turgay Şeren, diğer efsane Metin Oktay’ın başrolünü oynadığı Taçsız Kral adlı sinema filminde kendini canlandırdı. Cenazesi, 09 Temmuz 2016 Cumartesi günü Teşvikiye Camii’nde kılınacak ikindi namazını müteakip Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verilecek olan merhuma tanrıdan rahmet, kederli ailesine sabırlar dileriz.

Mars Cinema Group’un Sony 4K Dijital Sinema Teknolojili İlk Sinema Salonu İstanbul’da Açıldı

Mars Cinema Group, en yeni sinema salonunu Haziran’da İstanbul Ümraniye’deki Modern East Alışveriş ve Eğlence Merkezi’nde açtı. İstanbul’daki Modern East Sinema Salonu, Ankara’dan Van’a, Mardin’den İzmir’e kadar uzanan bir coğrafyada müşterilere en son teknolojiye sahip dijital 4K projeksiyon sağlamak üzere Sony 4K Dijital Sinema Teknolojisi ile donatılacak olan toplam 10 yeni Mars Cinema Group Sinema Salonu’nun birincisi oldu.

Mars Cinema Group’un Sony 4K Dijital Sinema Teknolojili İlk Sinema Salonu İstanbul’da Açıldı yazısına devam et

Sinema Terspektif’in Temmuz 2016 Sayısı Çıktı

Sinema Terspektif Dergisi, Türkiye’nin nadide kadın oyuncu, Ayla Algan’ın evine konuk oldu. Georges Melies ve Edwin Stanton Porter, Basın Bayramı’na özel film seçkisi ve Kieslowski sinemasında yaşamın döngüselliği ve Üç Renk Üçlemesi derginin sayfalarında yer buldu. Fransa’nın La Rochelle Festivali bu yıl Keşif bölümünü son dönem Türkiye sinemasına ve Yeşim Ustaoğlu filmlerine ayırıyor. Dergde, La Rochelle’de  gösterilecek olan Ustaoğlu’nun Pandora’nın Kutusu, Temmuz’da izleyeceğimiz Midnight Special, Spielberg imzalı The BFG ve Atom Egoyan gerilimi Hatırla (Remember) filmlerinin analizini okuyabilirsiniz.

Gaggenau Sıcak Yaz Akşamlarını Boğaz’da Sinema Keyfiyle Serinletiyor

Gaggenau ile Boğaz’da Sinema Keyfi Etkinliği, bu yıl da sinemaseverlerle buluşuyor. 13 Temmuz’da başlayıp Eylül sonuna kadar sürecek olan ve bu yıl ikincisi gerçekleşen etkinlikte, Yeniköy’de bulunan tarihi Sait Halim Paşa Yalısı’nın rıhtımına kurulan nostaljik açık hava sinemasında vizyon filmleri seyirciyle buluşacak. Gösterimlerden önce, sinemaseverleri zengin bir açık büfe ve müzik eşliğinde lezzetli bir akşam yemeği bekliyor.

Gaggenau Sıcak Yaz Akşamlarını Boğaz’da Sinema Keyfiyle Serinletiyor yazısına devam et