Hayatının son üç-dört ayını, bir gün böylesi bir yazıyı kaleme alma olasılığı nedeniyle kâbuslar görerek geçiren biri için, onu anlatabilmek çok ama çok zor… Evet, Veysel Hoca yok artık! Saatlerin nasıl geçip gittiğini anlayamadığımız, hemen her gece koca bir ülkeyi, siyaseti, sanatı, sinemayı ayağa kaldırıp yeniden yerine oturttuğumuz o doyumsuz sohbetler yok! Kim bilir, belki de ikimizin de “hayatımın filmi” dediğimiz, varlığından habersiz olanları, onu küçümseyenleri tabir-i caizse “adam hesabına koymadığımız”, -diğer bütün Kubrick filmleriyle birlikte- “Barry Lyndon”ın da bir anlamı yok…
*****
Hoca ile ilk karşılaşmam, ezber bozan bir derleme olan “Şiddetin Mitolojisi” ile tanışıklığımdan çok sonraya rastlar. 2006 sonlarıydı yanlış hatırlamıyorsam; Taşrada bir sinema dergisi projesi olan Modern Zamanlar için tartışmaya başladığımız ilk günlerdi. Yayın Kurulu’ndan bir arkadaşımız, ağabeyi aracılığıyla tanıştığı Atayman’ın dergi için özel bir yazı kaleme alabileceğini söylemişti. Temelleri 25. Kare’de atılan o muhteşem yazıda, Şarlo’dan Şaban’a sinemanın ölümsüz komikleri masaya yatırılıyordu. Hoca’nın her zamanki mütevazı tavrıyla, hakkında en küçük bilgi sahibi olmadığı bir dergiye imzasını koymasının anlamı çok büyüktü bizim için; hele bir de, adı sanı duyulmamış “büyük” sinema akademisyenlerinin, “yazılarınızı bir inceleyeyim, projede yer alıp almayacağıma öyle karar vereceğim!” dedikleri bir ortamda. Hemen sonrasında derginin yayın danışmanlığını üstlenen Veysel Hoca, bir taraftan birbirinden önemli yazılara imza attı, diğer yandan da yerinde uyarılarda bugüne ulaşmamızı sağladı. Coppola övgüsü yaptığı için sağlam bir zılgıt yiyen dostlarımız da oldu aramızda, hiç beklemediği anda onun övgüsüne mazhar olanlar da! Hepsi bir yana, 36 sayı ve on yıla yakın bir zamana yayılan dostluğumuzda benim için gerçek bir okul oldu Veysel Hoca.
Sözünü ettiğim mütevazı tavır dışında en çok çalışkanlığı ve paylaşım duygusuna hayran oldum. Oyunlarının çevirisinde dahi büyük noksanlıklar bulunan Tennesse Williams, 60’ların karşı kültür hareketinin gerçek birer örneği olan Arthur Penn ve Marlon Brando, “biçimsel” bir çerçeveye hapsedilmesine şiddetli bir itiraz olarak da okunabilecek Angelopoulos yorumları ve elbette Stanley Kubrick derlemeleri, -bir araya getirdiğimizde henüz okuyamamış dostları da şaşırtacak biçimde- sinema literatürümüz için birer ilk oldular. (2009’un bahar aylarında, tam da sinema yazınında 40. yılı geride bıraktığı bir anda, kendisi için özel bir sayı yapma teklifimizi “kibarca” reddetmiş ve bütün bir dergiyi kapsayan Kubrick Özel Sayısı’nın kendisi için yeterli olacağını söylemişti. Görevimizdir; bu çalışma da bir gün okurla buluşacak.)
*****
Sadece yarım saatlik bir sohbetin sonunda, hayatınıza giren en keyifli adamlardan biri olduğunu hemen anlardınız Veysel Hoca’nın. Evet, sevgili Enis Rıza’nın da dediği gibi filmlerle yaşar, onları yaşamının bir parçası haline getirirdi. (Daha birkaç ay önce, film üzerine düşündüğü günlerde, gittiği yayınevindeki sekreter kızın ayağındaki halkaya uzun uzun bakıp “Lolita’nın taktığına çok benziyor”, dediğini anlatmıştı. Etraftakilerin şaşkın bakışlarının ardından “70’imden sonra beni yanlış anlayacaklar” deyişini ve bu duruma dakikalarca güldüğümüzü hüzünle anımsıyorum bugün.) Ama onu sadece bu yönüyle anlatabilmek olanaksız olur. Her şeyden önce sokaktan biriydi, “dışarıyı” çok iyi tanıyordu. Yakınından bile geçmediğiniz hipodromları kırk yıldır tanıyormuş gibi ayrılırdınız yanından. Futbola ilişkin analizlerine kulak misafiri olsanız, yorumcuları dinlemek için televizyonun düğmesine basmaya dahi yeltenmezdiniz. Kusursuz bir Türkçenin yanında, tamamen haklı olduğu durumlarda çok da iyi küfrederdi!
*****
Sevgili İlkin ile birlikte iteleye kakalaya, “Popüler Sinema’nın Mitolojisi”ni tamamlamaya ikna ettiğimiz günlerdi. Bir akşamüstü beni arayıp “kapağına imza atmazsan hayatta kabul etmem” deyişiyle hayatım bir kere daha yön değiştirdi, aylar süren yazma sürecimiz başladı. Gün içinde sayfalar dolusu yazıyor, birbirimize ödevler veriyor, sonra akşam saatlerinin gelmesini ve birbirimize “günün raporunu” sunmayı iple çekiyorduk. Birbirini canlı olarak sadece iki saat görmüş olan iki insanın günlük telefon konuşmaları, ortalama iki saat sürüyordu. Hayattan kopmuş gibiydik; bazen “Kahraman Şerif” gibi yalnız, bazen Harold Lloyd’un teknolojiyle imtihanındaki gibi sakar, geçip gidiyorduk yaşamın kıyısından. Bu dönemde, iki gün üst üste bankamatikten para almayı unuttum; o da, Açık Radyo’daki söyleşisine -tarihleri karıştırıp- bir hafta önceden gitmiş, kimseyi bulamayınca çalışanları bir güzel azarlamıştı! Aklımız Bogie ve Renault’da kalmıştı bir kez!
Haziran coşkusunun suskunluğa dönüştüğü bir yerlerde, -o, arada “yaramazlıklar” yapsa da- gündelik siyaseti konuşmayı yasaklamıştık birbirimize. Arada bir, en çok da kitabın “Korku” bölümünü yazarken, bütün bu yaşananların hiç de şaşırtıcı olmadığına ikna ediyorduk kendimizi, hepsi o kadar! Woody Allen gibi kaçmanın hiç de kolay olmadığını; Capra’nın, Ford ve Hawks’un farkına varmadan kendinizi sinema entelektüeli olarak tanımlamanızın ne kadar boş olduğunu; kitsch’in sinemasal karşılığını bulmanın o derin anlamını konuşmak, her şeyden önemliydi! Bir gece geç saatlerde beni arayıp; Maggio’nun, Prewitt’in kollarında can verdiği sahneyi bütün gün aklından çıkaramadığından söz etmiş (“İnsanlar Yaşadıkça”) ve o anın ne kadar etkili olduğu üzerine dakikalarca sohbet etmiştik. Melodram’ın alt sınıfların intikamı anlamına geldiğini bana öğrettiğinde, olasılıkla tüm sinemasal bilgilerime reset atmanın zamanının geldiğini kavramıştım!
Son bir projemiz daha vardı Hoca’yla: Aralarında Enis Rıza, Hüseyin Kuzu, Ahmet Soner ve Engin Ayça gibi “eskimeyen dostların” bulunduğu isimlerle bir araya gelip Türkiye’de sinemanın tarihini; Muhsin Ertuğrul’u, Erksan ve Refiğ’i, -aslında yanlış bir yere oturttuğunu düşünerek öfkelendiği- Sinematek’i (“İtalyan yeni gerçekçiliğinin yolunu izleyeceğimize Yeni Dalga’ya takılıp bok ettik!!!”), birilerinin “Yeni Türkiye’sine” benzettiği son dönemin “sanat” sinemasını tartışacaklar ve ben de çalışmanın editörlüğünü üstlenecektim.
Olmadı…
*****
Sırt ağrılarından şikayet ettiği; ama tüm ısrarlarımıza rağmen bilgisayar masasından kalkmaya razı olmadığı (“vasiyet kitabı gibi bir şey bu kitap, tamamlamadan olmaz!”) günlerden birinde, Western bölümü için uzunca bir Clint Eastwood yazısı kaleme almıştım. Şiddetle karşı çıktı. Bu, yalnızca kitabın değil, yaşamımızın son on yılının da ilk tartışmasıydı. Eastwood’un temsiliyeti ve muhafazakârlığına öfkeyle tepki vermiş, kitaba dahil olmaması gerektiğini uzun uzun anlatmıştı. Telefondaki öfkeli sesin, Fritz Lang veya Riefenstahl hakkında günlerce konuştuğumuz Veysel Hoca’ya ait olmadığını hemen anlayıp, sevgili eşi Zeynep Abla’yla konuştuğumu anımsıyorum. Zorlayarak da olsa hastaneye götürme vaktinin geldiğine hemfikir olmuştuk; ama sonraki dönemde, bir dostun da dediği gibi “nasıl yaşadıysa öyle gitmeyi” tercih etti. Son günlerinde yeterince vitamin almadığına, beslenmediğine yönelik eleştirilerimize, ilaçlarını düzenli kullanmayışına olan sitemimize tebessüm etti sadece, hepsi o kadar. (Sözün bu kısmında, Rekin Teksoy’umuzun son döneminde olduğu gibi her an yanı başımızda olan ve tedavi sürecini elinden geldiğince yönlendirmeye çalışan değerli dostumuz, Modern Zamanlar’ın Yazı İşleri Müdürlüğü’nü de üstlenen Prof. Dr. Akın Yıldız’a teşekkürü borç bilirim.)
Son günlerin en güzel yanı, son sohbetlerimizden birinde de söylediğim gibi, aslında ne kadar sevilip sayıldığını “dünya gözüyle görmesi” olmuştu. Şöyle yazmıştı 14 Aralık 2015 tarihli mesajında: “Ne yaşadığımızdan çok, o şeyleri nasıl yaşadığımız önemli… Son iki üç hafta içindeki ilgiler, samimi kaygılar (saymakla bitmez lisansüstü ve seksenli yıllar lisans öğrencilerim -hepsi öğretmen şimdi-), zincirleme bilgi aktarışları, bastırmaya çalıştıkları endişeler vb. Hepsi bir yana, insan dünyayı kurtarma ütopyalarının rafa kaldırıldığı şu son otuz yılda ‘söylemek istediğimiz ne kaldı?’ diyor.”
Daha çok şey vardı söylenecek, kuşkusuz ve bu tarihi yük şimdi bizim omuzlarımızda. Cenazesinde gözyaşlarıyla onu uğurlayan meslektaşları ve öğrencileri, yalnızca büyük bir akademisyen ve yazarı değil, hayatlarını değiştiren ender insanlardan biri olarak çok sevdikleri bir dostlarını da uğurlamanın hüznü içindeydiler. Bu, “insan ne için yaşar?” sorusuna öyle güzel bir yanıt anlamına geliyordu ki…
Eline alamamış olmasına karşın, tamamlanmış ve baskıya yollanmış olmasından büyük mutluluk duyduğu “Popüler Sinema’nın Mitolojisi”nin ilk cildi önümüzdeki günlerde okurla buluşacak. Modern Zamanlar’ın Mart sayısında o güzel yazılarından özenle hazırlanan bir seçkiyi bulacaksınız. Sırada diğer dosyalar ve projeler var. Bunlar, yazının başlığında da belirttiğim gibi Veysel Atayman için söylediğimiz henüz ilk sözler.
Sonsözü söylemek için katetmemiz gereken daha çok yol var.
NOT: Geçtiğimiz Aralık ayında, 52. Altın Portakal’da karşılaştığım SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) Yönetim Kurulu’ndan bir arkadaşa, sinema yazınına neredeyse 50 yıl boyunca emek vermiş Veysel Hoca’yı Onursal Üye olarak derneğe davet etmek için sınırlı bir zaman kaldığı uyarısını yapmış ve ondan da konuyu birkaç gün içinde yapılacak Yönetim Kurulu toplantısında gündeme getireceği yanıtını almıştım. Bu ülkede felsefe, dil, spor ve sinema üzerine düşünen birçok insanın yaşamına derin izler düşürdü Veysel Atayman. Dernek içinse vakit kalmadı ne yazık ki…
(25 Şubat 2016)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com