Stanford Üniversitesi’nin 2015 yılı mezuniyet törenindeki konuşmasını ‘Stay Hungry, Stay Foolish’ deyişiyle sona erdirir şeref konuğu Steve Jobs. Dilimize ‘Meraklı Ol, Çılgın Kal’ şeklindeki çevirebileceğimiz bu özdeyişin ardındaki adam kısa ömründe teknoloji dünyasını ya da kendi deyişiyle gezegenimizin yörüngesini değiştirecek buluşlarıyla bilişim endüstrisinde birçok yeniliğe imzasını atacaktır.
Bu haftadan itibaren sinemalarımızda gösterime girecek olan ‘Steve Jobs’ çağımızın fenomen yaratıcısı üzerine çekilmiş ikinci kurmaca yapım. Joshua Michael Stern imzasını taşıyan 2013 yapımı ‘Jobs,’ tam adıyla Steven Paul Jobs’un özel hayatına ilişkin detaylardan büyük ölçüde arındırılmış sade bir başarı öyküsüyle yetinen orta karar bir çalışma idi. Yaratıcı dehanın çocukluk yıllarına ilişkin travmalar ve kişilik sorunlarıyla ilgilenmemeyi tercih eden ‘Jobs’ karaktere hayat veren Ashton Kutcher’ın üstadın sesi, jestleri ve kambur postürüne bürünebilme gayretiyle de hatırlanır.
Tanınmış İngiliz sinemacı Danny Boyle’un yönettiği ‘Steve Jobs’un teknoloji dünyasının çağdaş ikonuna yaklaşımı daha farklı, daha özel. Film, Stanley Kubrick’in ortalığı ayağa kaldırmış bilimkurgu başyapıtı ‘2001: A Space Odyssey’in 1968 yılında gösterime girişinin ertesinde esere kaynaklık eden ‘The Sentinel / Nöbetçi’ adlı öykünün yazarı ve senaryo ortağı Arthur C. Clarke ile yapılmış bir söyleşiden görüntülerle açılıyor. Yazar ’21. yüzyılda kutu gibi küçük cihazlarla insanların oturdukları yerden işlerini halledeceklerinden, böylelikle herkesin şehirlerden uzakta kırsal alanda dilediği şekilde yaşayabileceğinden’ söz etmektedir. 2010 yapımı ‘The Social Network / Sosyal Ağ’ ile Facebook mucidi Mark Zuckerberg’in başarı hikâyesini ustalıkla kaleme dökmüş yazar Aaron Sorkin imzasını taşıyan ve bu kehaneti gerçekleştirecek olan kişiyi konu alan ‘Steve Jobs’un senaryosu üç ana bölüm ya da tiyatro terminolojisiyle söylersek üç perdeden oluşuyor. Her biri yaklaşık kırk dakika uzunluğunda gerçek zamanlı çekilmiş bölümlerde sırasıyla 1984, 1988 ve 1998 yıllarında Jobs’un yeni buluşlarına ilişkin sunumların perde arkası yansıyor beyazperdeye. Üç ayrı dönemin giderek gelişmekte olan farklı teknolojiler kullanılarak filme alınmış olması Hollywood’un alışılagelmiş biyografi denemelerinden farklı bir kulvarda ilerleyen ‘Steve Jobs’un parlak görsel sürprizlerinden. 1984 yılında piyasaya sürülen Macintosh’un sunum faslı 16 mm grenli görüntülerle, 1988 yılının NeXT markası parlak 35 mm ile ve nihayet 1998’in iMac’i yüksek çözünülür dijital teknolojiyle kaydedilmiş.
Filmin daha vizyona girmeden birçok eleştiriye maruz kalması, Jobs’u yakından tanıyanlar ve iş arkadaşlarının öyküdeki gelişmelerin doğru olmadığı, bazı karakterlerin yanlış zamanda ve/veya yanlış yerde kullanıldığı iddialarına gelince, gerek yönetmen gerekse senaryo yazarı perdeye yansıyan öykünün Jobs’un yaşamına ilişkin bir dokümanter olmadığını ısrarla vurguluyor. Boyle filminin tamamiyle kurgusal olduğunu saklamıyor, gerçeğin ‘gerçek olaylardan’ ziyade ‘duygularda’ gizlendiğini ifade ediyor. Benzer şekilde -kendini senaryo yazarı olmaya soyunmuş bir oyun yazarı olarak tanımlayan- Sorkin ortaya çıkan ürünü ‘fotoğraf’ olarak değil ‘resim ya da tablo’ olarak yorumlamamızı öneriyor. Dolayısıyla filmde yaratıcı dahiyi canlandıran Michael Fassbender gerçek yaşamdaki Steve Jobs’a benzemiyor ve benzemek için çaba sarfetmiyor. Ancak çağımızın bu yükselen müthiş oyuncusunun yorumu öylesine başdöndürücü ki filmin sonunda Fassbender’in Jobs olduğuna sizler de inanacaksınız.
Peki kimdir Jobs? Bitmez tükenmez enerjisi nereden gelmektedir? Gezegeni dönüştürmeyi kafasına koymuş bu yaratıcı kişilik kendisini çağdaş bir sanatçı olarak tanımlıyor. Apple’ın kurucu ortaklarından kader arkadaşı Steve Wozniak’ın ‘bilgisayarlar tablo değildir’ karşı çıkışına itiraz ediyor. Birlikte çalıştığı mühendis ve tasarımcılarını iyi müzisyenler olarak tanımlıyor, orkestrayı kendisinin başarıyla yönettiğinin altını çiziyor. Macintosh’un finansal bir fiyaskoyla karşılanması, daha sonra yoktan var ettiği Apple’da devre dışı bırakılması benzeri darbeler onu yıldırmıyor. Stravinsky’nin devrimci bale eseri ‘Bahar Ayini’nin ilk sahnelenişinde protesto edilmesine benzetiyor beklenmedik yenilgisini. 1988 ve 98 sunumlarını görkemli San Fransisco Opera Binası’nda gerçekleştiriyor. Bir orkestra şefi edasıyla alkışlar içinde süzülüyor sahneye.
Lakin bir önceki Jobs filminin ıskaladığı asıl büyük hüznü daha derinlerdedir bu fenomen kişiliğin. Bir dışlanmışlık öyküsü yatar Jobs’un geçmişinde. Üniversite öğrencisi biyolojik annesi tarafından evlatlık olarak verilmiş olduğu gerçeği, istenmeyen, doğurulan ama terk edilen çocuk olduğunu öğrenmenin acısıdır bu. Dünyayı değiştirmiş lakin içindeki duygusal boşluğu dolduramamıştır. Sorkin’in Charles Foster Kane’vari bir yalnızlık ve dışlanmışlık öyküsü vaat eden üç perdelik senaryosunun ana temasını Jobs’un başlangıçta kabullenmeyi reddettiği kızı Lisa ile olan bu gelgitli ilişkileri oluşturmakta.
‘Steve Jobs’ bir Shakespeare oyununu, sözgelimi Hamlet’i hatırlatan uzun diyaloglar eşliğinde ilerliyor. Görmediği sevgi ve ilgiyi kendi öz kızından esirgeyen babanın öyküsüyle çağdaş kapitalizmin kaptan köşkündeki gerilimli anlar ustaca kaynaşıyor. Fassbender dışındaki kadro, pazarlama ekibinin başı Joanna Hoffman’da Kate Winslet, Apple’ın eski Ceo’su John Scully’de Jeff Daniels, Macintosh geliştirme takımının mühendislerinden Andy Hertzfeld’de Michael Stuhlbarg ve garajda dünyayı değiştirecek buluşlarına birlikte adım attıkları Jobs’un ‘yağmur adamı’ Apple’ın kurucu ortaklarından Steve Wozniak’da Seth Rogen örnek bir takım oyunu sergiliyor. Sorkin’in Jobs’un başlangıçta kabullenmediği kızı Lisa ile görüşmeleri sonrasında şekillenmiş 180 sayfalık teatral senaryo Boyle’un -iki saatin nasıl geçtiğinin farkedilmediği- soluk soluğa anlatımıyla benzersiz bir sinema deneyimine dönüşüyor.
(10 Aralık 2015)
Ferhan Baran
ferhan@ferhanbaran.com