Sinemanın propaganda ve “bıyık” ile ilişkisini masaya yatırdığımız yazının üzerinden çok da zaman geçmedi; ama bu kez kılık ve kıyafetin festivallerle bağı üzerinden nur topu gibi bir gündem sahibi olduk!
Kökleri hayli önceye giden bir tartışma bu ve niyetimiz, konuyu “haklılık” zeminide incelemek değil. Hoş, böyle bir kavram üzerinde gezinseydik, önce olgunun taraflarını tespit etmek zorunluluğu doğardı ve bunu da “belgeselciler / kısa filmciler” ile “kıyafetçiler (ya da onun ardında bekleyenler)” şeklinde sıralardık. Ama neyse, amacımız yakın tarihten bir hatırlatmada bulunmak.
*****
Yer: Aspendos, 1999. Kılık ve kıyafet sorununun sinemamızın gündemine -bu yoğunlukla- geldiği muhtemelen ilk tarih. 36. Altın Portakal’ın kazananları sahnede boy göstermeye başladığı ilk andan itibaren bir tartışmadır kopar gider. Gazeteler günlerce konuyu ele alır; Jack Nicholson’un Oscar törenindeki smokini, Uğur Polat’ın tişörtüyle kıyaslanır.
Konuyu magazincilerin dışında ele alan ilk yazarlardan biri, dostumuz Burak Göral’dır. Yazar, haklı olarak bu tartışmalardaki eksikliğe işaret eder ve Oscar’lardaki sahne ve oturma düzeninin Antalya’dakiyle karşılaştırılmadığını söyler. Gerçekten de, Göral’ın dediği gibi oyunculara ayrılan protokol bölümlerinin Antalyalı sinemaseverler tarafından doldurulduğundan, oyuncuların ayakta kaldıklarından ya da sonradan getirilen sandalyelere sıkıştırdıklarından kimse bahsetmez.
Aynı günlerde, o yıl . “Salkım Hanım’ın Taneleri” ile En İyi Film Ödülü’nü kazanan Tomris Giritlioğlu, konuyla ilgili eleştirilere yanıt verir ve kınamaları doğru bulmadığını, törenin Oscar’la alakası olmadığını söyler. Biçimci olan her şeye karşı olduğunu söyleyen yönetmen, festivalin bir tatil beldesinde yapılmasından dolayı insanların en doğal halleriyle geceye katılmalarının sorun edilmemesi gerektiğini söyler.
“Duruşma” filminin yönetmeni Yalçın Yelence ise kişisel olarak belli bir disiplinden yana olduğundan söz ederek, belli kurallara uymanın gerekliliğinin altını çizer: “Altın Portakal için yazılı bir kural konulmamış; ama dünya çapında bir centilmenlik anlaşması gibi düşünülürse, adı konmamış kurallara da uymak gerekir. En ufak bir resepsiyonda bile davetiyenin altında kostüm belirleyici bir ibare vardır. Herkesin gözü önünde olan görsel bir şenlikte insanların bir gelenek içinde uymaları hoş olurdu.”
Eleştirilerin odağında bulunan isimlerden Nuri Bilge Ceylan ise, Antalya’nın Oscar ya da Cannes ile kıyaslanmasını azgelişmiş ülke tepkisi olarak yorumlar. Oscar ödül töreninde ya da Cannes’da kıyafet zorunluluğu olduğunu, bu zorunluluğun olmadığı Berlin, Venedik, Tokyo gibi saygın festivallerde ise blucin, tişört ya da gömlekle ödül alanlar bulunduğunu açıklar. İlk uzun metrajlı filmi “Kasaba” ile Altın Portakal’da Jüri Özel Ödülü kazanan, o yıl ise En İyi Yönetmen seçilen sanatçı, Gazete Pazar’a verdiği 17 Ekim 1999 tarihli demeçte, piyasadan uzak ve geleneksel anlayışın dışında film üreten biri olarak, gelenekçi, farklılıktan hoşlanmayan, uluslararası bir boyutu olmayan Antalya Film Festival’nin hiçbir zaman fazla ilgisini çekmediğini de sözlerine ekler. Muhtemelen artık görüşleri değişmiştir.
Zeki Demirkubuz da festivallere katılmasının son derece pratik sebeplerle, para ödülleriyle ilgili olduğunu açıklayacak ve “Bugüne kadar her ödül töreninden yarım inançsızlıkla ayrıldım. Ödül meselesi bir bütün olarak Türkiye’de devleti memnun etme üzerine kurulduğu için bugüne kadar beni heyecanlandıracak bir ödül almış değilim.” diyecektir.
Demirkubuz’un kıyafet meselesine yorumu ise şöyledir:
“İnsanların sinemanın anlamıyla değil popüler ve ideolojik tarafıyla ilgilendiği açık. Sinema Türkiye’de sadece bir üst kimlik olarak var. O yüzden bunların olması da doğal. Sinemayla ilgili olan insanları da korkak buluyorum. Sinema ya da hayatımızdaki diğer değerler gerçeklik olarak üretilse işte o zaman her şey ortaya çıkacak. Gerçeklik bildiren, yabancı bir duruş gösteren kişiden nefret ediliyor bu ülkede.”
Sonrasında, dönemin festival yönetimi, kamuoyundan gelen baskılar üzerine, katılımcıların daha özenli olması gerektiğini vurgulayan ifadeler kullanır; hatta sonraki birkaç yıl bu tavrını resmileştirir! Buna karşın, yaklaşımı “dayatma” olarak kabul eden bir kısım sinemacı, ödül törenine katılmayı reddedecek ve sorun bir başka platforma taşınacaktır.
*****
Başta da vurguladığımız gibi, amacımız sadece küçük bir hatırlatmada bulunmaktı; ama dilin kemiği yok işte. O dönemde böylesi bir tartışmanın belli bir altyapısı vardı. Bugün ise en temel sorunları kapısında beliren bir sinemanın, uğraşacak başka alan kalmamış gibi lügatine eski veya yeni, içi boş maddeler eklemesinin bir anlamı var mı?
Bilerek ya da istemeyerek böylesi bir gündeme kendi penceremizden küçük bir katkı sunduk. Tarih bizi affetsin!
(14 Kasım 2015)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
[email protected]