Uluslararası Eleştirmenler Jürisinden Sinemacılara ve Festivale Tam Destek

34. İstanbul Film Festivali’nin Fipresci Jürisi festival kapsamındaki bir filmin gösteriminin engellenmesiyle ilgili açıklama yaptı. Açıklama şöyle: “34. İstanbul Film Festivali jürisi olarak, T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından uygulanan sansüre maruz kalmış olan Türkiye sinema camiası ve 30 yıldan fazladır hem ulusal hem uluslararası bağımsız yapımlar için etkin bir gösterim platformu olan, Türkiye’nin en önemli sinema etkinliği İstanbul Uluslararası Film Festivali ile dayanışma içinde olduğumuzu …”

34. İstanbul Film Festivali Günlüğü: 15 Nisan 2015 Çarşamba

İstanbul Film Festivali kapsamında, yapımcı Emine Yıldırım’ın moderatörlüğünde bugün 10:00’da Akbank Sanat’ta gerçekleşecek Ortak Yapım Marketleri ve Eğitim Programları ile Tanışma Paneli’ne birçok ortak yapım marketi yöneticisi ve global endüstrinin önde gelen ismi katılacak. 13:30’da başlayacak bir diğer panel ise Fonlarla Tanışın. Yapımcı Yamaç Okur moderatörlüğündeki etkinlik, film yapım sürecinde gerekli katkıların araştırılmasında önemli rol oynayan film yapım ve proje destek fonlarının kriter ve beklentileri, ile ilgili merak edilenleri masaya yatıracak. Fonların seçici kurullarından yetkililer, takip süreçleri hakkında katılımcılara bilgi verecek.

Ustayla Yolculuk: Nuri Bilge Ceylan

Sinemanın önemli ustalarından yönetmen Nuri Bilge Ceylan’a, “Kasaba” ve “Uzak” filmleriyle saygı göndermek istedik.

“Kasaba…”

Nuri Bilge Ceylan’ın 1997 yapımı siyah-beyaz “Kasaba” bir ilk film. Ceylan, NBC Film’in sunduğu “Kasaba” filmini yönetmiş, senaryosunu yazmış ve kameramanlığını da üstlenmiş. Fransız “Yeni Dalga” akımının büyük yönetmenlerinden François Truffaut’nun hayallerini de gerçekleştirmiş. Truffaut, pek hayata geçiremese de bir yönetmenin senaryoyu yazıp, kameramanlığını yapıp, bir de kurgusunu gerçekleştirdiğinde “yaratıcı yönetmen” olunacağını savunmuştu. Hatta yönetmen filminde oynamalıydı da. Ceylan şu ana kadarki sanat yaşamında hepsini beyazperdeye geçirdi. Ceylan ve Truffaut sinemaları uzaktan bakınca birbirine uzak gibi görünüyor. Öyledir. Alman usta Wim Wenders, “Ne kadar uzak o kadar yakın” der ama. Ceylan’ın estetiği, büyük Rus usta Andrey Tarkovski ruhuyla daha yakın gidiyor. Usta bir de Anton Çehov’u çok sever. “Kasaba” filminde de alıntıları bu büyük Rus yazardan yapmış. Filmin diyalogları da çok iyi yazılmış. Ceylan’ın bu filminde Truffaut, Tarkovski ve Çehov ruhları var. Filmin içinde dolaşmak gerek. Ceylan’ın bu filmi, 1998’de 17. İstanbul Film Festivali’nde “Fipresci Ödülü”nü de almıştı. Yine aynı yıl Berlinale’den de “Caligari Ödülü”ne uzanmıştı. Ama Cannes Film Festivali onu daha çok sevdi. Ceylan, Yılmaz Güney ustadan sonra dünyada en çok tanınan sinema yönetmenimiz. Bu filmde arada bir zurna tınıları duyuluyor.

Sakin bir kasabada geçiyor her şey. Film, karlar üstünde eğlenen çocuklar üstüne açılıyor. Onlar eğlenirken, oradan geçen Deli Ahmet’le de eğleniyorlar. Deli Ahmet (Muzaffer Özdemir), kasaba kadar sakin biriydi. Hikâyeye nadiren dâhil oluyor Deli Ahmet. İlkokulun bahçesinde önce ant içiliyor. “Türküm, doğruyum, çalışkanım…” diyen. Sonra sınıftaysa, öğretmen beklenirken, havada uçan tüyle eğlenerek vakit geçiriyor öğrenciler. Dışarıda da lapa lapa kar yağıyor. Öğretmen (Latif Altıntaş) sınıfa geldiğinde yoklamayı yapıp, “Toplum hayatını düzenleyen kurallar” üstüne okumalar yaptırıyor öğrencilere. Sınıf ve öğrenciler yoksulluğun simgeleri gibi yansıyor. Bizim sinemamızda yoksulluk pek görünmez. Derse geç kalan bir öğrenci bu ülkenin belleği gibiydi. Sobanın yanındaki sandalyenin arkasına yoksul ceketini asıyor, sonra da ıslak çoraplarını kurutuyor. Öğretmenin burnuna da tuhaf kokular gelmeye başlıyor. Beslenme için getirilen yiyecekler sıranın üstüne konduktan sonra kokunun nereden geldiği anlaşılıyor. Asiye’nin (Havva Sağlam) yiyeceğini dışarı attırıyor öğretmen. Karla kuşatılmış kasabadan anlar yaşarken, işsiz Saffet de (Mehmet Emin Toprak) zaman zaman anların arasına giriyor kederleriyle beraber.

Zaman geçiyor. Bahar… Asiye’nin küçük kardeşi Ali (Cihat Bütün), bahar güneşi altında uyuklayan yaşlı insana taş fırlatıyor. Ali, bir şeyler atmaya meraklı bir çocuk. Ali ve önlüklü ablası, arabaların geçip gittiği yol kenarında yürürken, yönetmen anlar da yansıtıyor kasabadan. Kuzular kesiliyor, kuzular şişlere takılıyor. Saffet, panayırda dolaşıyor aylak aylak. Fotoğraf sanatından etkileyici siyah-beyaz fotoğraflar yansıyor panayır anlarında. Asiye ve Ali, mezarlık kenarında erik ağacından erik toplayıp yiyorlar. Ali, meraklı olsa da kaplumbağayla dans etmeye başlıyor. Tek istediği başını çıkarması ve onun canını yakmak. Biliyorsunuz, o yaşlarda çocukların içinden faşist duygular dışarı çıkar. Hep bir şeylerin canını yakmak isterler. Kaplumbağayı ters çevirdikten sonra yakında duran eşekle ilgileniyor Ali. Eşeğin gözlerine takılıyor bir an. Sanki onun duygularını keşfediyor. Kaplumbağa güçlü bir simgeydi. Küçük kasabada akıp giden zamanın yavaşlığını çağrıştırıyor. Çocuklarla geçen bu anlar yakından veya uzaktan insana Tarkovski ruhunu hissettiriyordu.

Abla kardeş eve dönüyorlar. Asiye’nin dedesiyle (Mehmet Emin Ceylan) terzi üzerine konuşmaları insana sıcaklık veriyor. Dede, “İki çıt çıt, elli lira” diyor. Ya berberler? Onların da bir farkı yok. Safiye dedesiyle konuşurken, ağaca yaslanmış ve ergenlik sancıları yaşıyordu sanki. Ali’yle Asiye’nin gözlüklü babası (Sercihan Alioğlu) ve annesi de (Semra Yılmaz) orada. Elbette nineleri de. Nine (Fatma Ceylan) hep bir şeyler soyup doğruyor bu filmde. Çocukların babası Amerika’ya gitmiş. Zor koşullarda okumuş, İngilizce öğrenmiş. Ama, hep kurtulmak istediği bu kasabaya dönmüş. Saffet de geliyor. Hatıralar ve hesaplaşmalar yavaş yavaş bu akşamüzerine çöküyor. Dede, 1. Dünya Savaşı’nda Irak’ta bulunmuş. Acıları, yoksullukları ve açlıkları görmüş. Hindistan’a kadar da gitmiş. Aynı acıları oralarda görmüş. Saffet, bu kasabadan kurtulmak istiyor, ama başaramamış. Askerden geldikten sonra dedesi onu birçok işe sokmuş, ama o her defasında işsiz kalmayı başarmış. “İnsan doğduğu topraklarda değil, doyduğu topraklarda ölmeli” diyor. Babası da hep uzaklara gitmiş Saffet’in. Çocukların babası, Saffet’in amcası tarihi hikâyeler de anlatıyor. Çocuklar çok seviyor bu hikâyeleri. Mezopotamya’dan, Babil’den, Büyük İskender’den. Mısırlar soyuluyor, yanan ateşte pişiriliyor. Sohbetler ediliyor. Televizyon olmayınca insanlar birbirleriyle konuşabiliyorlar. Konuşurlarken ürkekçe bakışlarını birbirlerinden kaçırmıyorlar.
Rüyalar ve gerçek anlar birbirine karışıyor Tarkovski gibi. Mezarlıkta ters çevrilmiş kaplumbağanın doğrulma çabaları yansıyor. Ali yatakta uyanıyor, annesini görüyor. Pencerede tavuk fark ediliyor. Anne pencerenin kenarına oturuyor. Ali, “İn oradan” diyor. Anne pencereden düşüyor. Ali kâbusla uyanıyor. Akşam sürüyor. Babası savaşları ve istilaları anlatıyor hâlâ. Sabah çocuklar okula gittikten sonra Saffet, sırtında çantasıyla yola düşüyor. Saffet rüya görüyor. İç sesiyle kasaba ve uzaklar hakkında konuşuyor. Akşam sürüyor. Çocukların babası köyde kanal yaptırmış ama köylüler onun arkasından konuşuyormuş Saffet’in deyişiyle. Kasabayı bir hapis gibi görüyor Saffet. Amcası Saffet’e, babasının zengin insanların peşine takıldığını, kendisinin okuyup Amerika’ya gittiğini söylüyor. Ali uykudan uyandıktan sonra babasının, dedesinin, diğerlerinin yakından gözlerine bakıyor. Eşeğin gözlerinde keşfettiği duyguyu görebilmek için belki de. Yönetmen bu anlarda kamerayı çarpıcı açılara yerleştirmiş. Çocukların annesi, “Allah, neden çocukların canını alıyor” diyor. Dedeyse, “Allah bilir. Allah’ın takdiri” diye cevaplıyor. Hatıralarına gidiyor. O askerdeyken nişanlısı beklemekten umutsuzluğa düşmüş, başkasıyla evlenmiş. Kader. Hayatın kime ne hazırladığı bilinmiyor. Yirmi yıl daha yaşamak istiyor dede. Oğlu, “Amerikalılar gibi sağlıklı yaşamak gerek” diyor. Çocukların babası uzaklara bakıyor sisler içinde. Çobanları ve koyunları görüyor. Asiye de okul önlüğünü giyinmiş rüyasında. Yönetmen, kır evini dışarıdan hiç göstermiyor.

Yatma vakti herkes yatağına gidiyor. Asiye, yatağında ağırlaşan gözkapaklarını açık bırakmak için çabalarken, uykuya dalıveriyor. Mısır tarlasında sınıftan bir oğlanı görüyor. Gök gürüldüyor, yağmur yağıyor. Asiye derin uykusuna dalıyor. Asiye, suyun içinde bir erkek gömleği görüyor, alıyor, suyunu sıkıyor. Saffet, yarı çıplak görünüyor. Asiye büyüyor. Asiye, su kenarına çömeliyor, kamera aşağıya tilt yapıyor. Asiye, elini suya uzatıyor ve görüntü donuyor. Truffaut’nun 1959 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “Les Quatre-Cent Coups-400-Darbe” filminin son karesinden ilham alınmış gibiydi. Bu “Kasaba” filmi, bir nostalji, bir yaşanmışlıklar filmiydi, Truffaut’nun filmi gibi. “Kasaba” filminin son bölümlerinde gerçeküstücülük öne çıkıyor. Usta, bu filmini saygıdeğer annesiyle babasına adamış bir de.

“Uzak…”

Nuri Bilge Ceylan’ın 2002 yapımı “Uzak”, yabancılaşma üstüne güçlü filmlerimizden. NBC Film’in sunduğu filmin senaryosunu da yönetmenin kendisi yazmış. Elbette kameramanlığını da yapmış. Bu film, 2003’te Cannes Film Festivali’nde “Büyük Ödül”le beraber iki başrol oyuncusu, Mehmet Emin Toprak ve Muzaffer Özdemir’e “En İyi Erkek Oyuncusu” ödüllerini de getirdi. Ayrıca 2002’de 39. Antalya Film Festivali’nden de film, yönetmen, senaryo ve oyuncu (Mehmet Emin Toprak) ödüllerini almıştı. Mehmet Emin Toprak, elim bir trafik kazasında vefat etmişti, hatırlatalım. Usta, bu filmini saygıdeğer eşi Ebru Ceylan’a adamış. 2005 yapımı “İklimler” filminde de eşiyle karşılıklı oynamışlardı beraber.

Film, kasabada karlar üstünde yolcu çantasıyla yürüyen Yusuf’un (Mehmet Emin Toprak) görüntüsüyle açılıyor. Yusuf geride kalan kasabaya bakıyor yol kenarında. Dolmuş yaklaşıyor, köpek havlaması duyuluyor. Sonra ön jenerik yazıları okunuyor. Ardından fotoğraf sanatçısı Mahmut’un (Muzaffer Özdemir) dairesinden anlar yansıyor. Yatakta bir kadın (Nazan Kesal) striptiz yapar gibi soyunuşuyla açılıyor derinlikte. Görüntü bulanık. Kadın, kışkırtıcı hareketlerle çağırıyor onu. Gecenin derinliğinde kadın apartmandan dışarı çıkıyor, sokakta park edilmiş arabasına gidiyor. Kapıcı Kamil de kadını arkasından izliyor. Kadının vizite ücreti yüksekti. Fotoğrafçı yataktaki ıslaklıkları peçeteyle siliyor tiksinerek. Telefon çalıyor. Telesekreteri dinliyor. Annesinin (Fatma Ceylan) sesi duyuluyor. Mahmut, sevişme sonrası mutfakta bir şeyler atıştırıyor. Dairesinin bir bölümü de stüdyo. Hatta bir odasını da ofis gibi kullanıyor. Yatak odasıyla salonu da aynı mekândaydı Mahmut’un. Sabah. Boğaz kıyısında sabah çayını yudumluyor. Sonra yayımcısıyla buluşuyor Mahmut. Kasabadan İstanbul’a gelen Yusuf, Mahmut’un dairesinin sokağına geliyor. Kapıcı Kamil’le iletişim kurmaya çabalıyor. Zaman geçmek bilmiyor Yusuf için. Sokakta arabaya yaslanıp bir sigara yaktıktan sonra sokağın derinliğinde mavili bir kıza (Ebru Yapıcı) gözü takılıyor Yusuf’un. Belki de ilk defa içinde bir sıcaklık hissediyor. Ebru Yapıcı sonra yönetmenle evlenip Ebru Ceylan olacaktı. Yusuf, kapıcının masasında uyuklarken Mahmut geliyor. Yusuf’u gördüğüne pek mutlu olamıyor Mahmut. Çünkü Yusuf işsiz ve iş bulma umuduyla İstanbul’a gelmiş. Kendi konformist yaşamında Yusuf’un sıkıcılığında ne yapacaktı?

Yusuf’un babası da işsiz kalmış. Kasabadan umudunu kesmiş. İstanbul’a gemilerde iş bulmak için gelmiş. Belki kuzeni Mahmut yardım eder diye umut ediyor. “Ne iş olsa yaparım” diyor Yusuf. Bu söz, ülkemizdeki çıkışsızlığın ve çaresizliğin sözüydü. “Ne kadar kalacaksın” diyor Mahmut. Ona bir oda veriyor. Kendi kullandığı tuvaleti kullanmamasını tembihlerken, sigarayı da mutfakta içmesini söylüyor. O oda, Anadolu tadı veriyor insana. Bu oda, Mahmut’un, balkondaki koyun-keçi çanı gibi Anadolu’dan hatırladıklarıydı. Mahmut, Yusuf’un ayakkabısını kokluyor, deodorant sıkıyor. Sabah. Mahmut uyanıyor, pencereden karlı dışarıya bakıyor. Yusuf dışarı çıkmış erkenden. Tipi altında aylak aylak dolaşıyor. Parkta kartopu oynayan mutlu insanlara bakıyor. Eminönü’nde limana gidiyor iş bulma umuduyla. Karaköy’e gitmesini söylüyorlar. Usta bu anlarda ikonik görüntüler oluşturmuş. Akşam. Mahmut dairesinde telefonda konuşuyor. Sonra Yusuf geliyor. Islak çoraplarını kalorifer peteğinin üstüne koyunca Mahmut hoşlanmıyor pek. Mahmut, yanına Yusuf’u da alarak fotoğrafçı arkadaşlarını ziyarete gidiyor. Tarkovski gibi filmler yapmayı hayal etmiş Mahmut, “Fotoğraf bitti” diyor. Akşam dönüşte apartman girişinde kapıcı Kamil, mavili kıza elektrikli süpürge hakkında yardımcı oluyor. Yusuf’un kalbi kızı görünce hızla atmaya başlıyor heyecandan. Salonda Tarkovski’nin 1979 yapımı “Stalker-İz Sürücü” filmini izliyorlar. Yusuf bu filmden sıkılıyor, odasına gidiyor. Mahmut, Yusuf gittikten sonra bir erotik video takıyor izliyor. Yusuf, gizlice telefonda annesiyle konuşuyor. Annesinin dişi ağrıyormuş ve parasızlıktan çektiremiyormuş. Bizde sağlık sistemi her daim dibe vurmuştur. İngiltere ve Fransa’da tüm sağlık hizmetleri parasızdır. İster sigortalı olun, ister olmayın. Almanya dâhil, düşük geliri olanlara devlet kira ve gıda yardımı yapar. Hatta çocuk parası da verirler. Ama oy almak için değil, sosyal devlet oldukları için. İktidarlar değişir, bu asla değişmez. Çünkü her şey kurumsallaşmıştır. 2. Dünya Savaşı sonrasındaki o büyük yıkımdan sonra sosyal politikalar geliştirildi ve günümüze kadar da sürüyor bu. Telefonla konuştuktan sonra Yusuf salona gelince yerli diziye dönüveriyor Mahmut birden. Bu dizi de Yusuf’un hoşuna gidiyor elbette.

Karaköy’de… Pazartesi sabahı. Yusuf liman kahvehanesine giriyor. Orada kendi gibi işsiz bir insanla ahbaplık ediyor. Mahmut da sokakta karlar altındaki arabasına bakıyor, binmekten vazgeçiyor. Mahmut bara gidiyor. Mahmut, daireye dönüyor. Yusuf’la Anadolu’ya çıkıp fotoğraflar çekmeye karar veriyor Mahmut. Genç Yusuf da umutsuzca limanda iş arayıp duruyor. Çaldığı kapılar “İş yok” diyor dalga geçer gibi. Mahmut, boşandığı eşi Nazan’la (Zuhal Gencer) telefonda konuşuyor. Nazan, Kanada’ya gidiyormuş. Mahmut’la ayrılırken Nazan kürtaj yaptırmış. Bundan sonra bebeğinin olma ihtimali azalmış. Sonra kıyıya gidiyor Mahmut küçük model arabasıyla. Gece… Mahmut, sokakta arabasıyla park ediyor ve hüzünle Nazan’ın dairesine bakıyor. Mahmut barda birasını yudumlarken, seviştiği kadın yanında başka bir erkekle geliyor bara. Mahmut oradan ayrılıyor. Dairesinde yatağa uzanmış Tarkovski’nin 1975 yapımı “Zerkalo-Ayna” filmini izliyor Mahmut.

Sabah… Kar yağıyor. Yusuf dairenin balkonundan dışarıya bakıyor hüzünle. Mavili kız, annesiyle sokaktan geçiyor. Sonra arabayla Anadolu yollarına düşüyorlar Mahmut ve Yusuf. Köylerde, kasabalarda fotoğraflar çekiyorlar. Yusuf da asistanı onun. Camide cemaat namazını kıldıktan sonra caminin içinde çekimler de yapıyorlar. Otelde de kalıyorlar. Otel odasında yabancı marka sigarası biten Mahmut, Yusuf’un Samsun sigarsına burun kıvırıyor. Biraz dolaştıktan sonra İstanbul’a dönüyorlar. Telesekreterden annesinin hastanede olduğunu öğreniyor Mahmut. Annesini ziyarete gidiyor. Sonra annesi memleketteki evine dönünce bir süre daha orada kalıyor. Yusuf, dairenin balkonundan dışarı bakarken, mavili kızın geçtiğini görüyor. Sonra kızı takip ediyor. Belki konuşmak istiyor, duygularını ona açmak için. Kız birini bekler gibi bekliyor. Sonra bir genç geliyor, beraberce gidiyorlar. Büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor. Yusuf da, teyze oğlu Mahmut’un yokluğunda özgürlüğünü ilan edip seks filmi izlerken biraları da götürüyor. Beyoğlu’nda, İstiklâl Caddesi’nde tramvaya binip özgürlüğün tadını çıkartıyor. Ama nereye kadar? Mahmut dönünceye kadardı hepsi. Sonra mavili kızı takip ediyor yine Yusuf umutsuzca. Kız, kitapçıları dolaşıyor. Beyoğlu Sineması’nda filme giriyor. Mahmut da dönüyor. Titiz Mahmut, her tarafın darmadağın olduğunu görünce çıldırıyor. Yusuf da belediye otobüsünde yanında oturan mini etekli kızın bacaklarını süzüyor çaktırmadan. Belki de ilk defa bir kız bu kadar yakınındaydı. Mahmut’un seviştiği kadın dairede ve banyoda ağlıyor. Sonra kadın gidiyor. Çok geçmeden Yusuf geliyor. Delip geçen kelimeleriyle Yusuf’un üstüne atlıyor Mahmut. Çocuk azarlar gibi azarlıyor onu. Mahmut, İstanbul’a geldiğinde bir otel parası bile yokmuş. Bir insan kendinden örnek verdiğinde ondan ne kendine ne de yakınındakilere pek hayrı dokunmuyor. Kendi bencillikleriyle yabancılaşmalarını yaşayıp gidiyorlar. Vicdan zafiyetine de uğramış kalpleriyle. Hayat böyle söylüyor. Durup dururken köstekli saati arıyor Mahmut. Bulamayınca Yusuf’tan şüphelendiğini hissettiriyor. Aslında o, köstekli saati kaybetmemiş, her şeyi kaybetmiş yapayalnız biri. Saati buluyor, ama söylemiyor. Mahmut’un imasını anlayan Yusuf, onur savaşı veriyor Mahmut’un karşısında.

Mahmut, Nazan’la telefonda konuştuktan sonra kompozisyonlu fotoğraf çekmeyi deniyor yumurtalarla. Yusuf balkona çıkıyor, bir sigara yakıyor. İçinde kederler yüklü. Gece… Banyodan tıkırtılar geliyor. Mahmut’un başına bela olmuş fare yakalanmış. Yusuf fareyi poşete koyup çöplüğe atıyor. Ama orada kediler dolu. Vicdanı kaldırmayan Yusuf, poşeti duvara vuruyor fare ölsün diye. Beyazlaşmış Mahmut, pencereden vicdana bakıyor. Gecenin derinliğinde Mahmut yatağında kâbus görüyor. Televizyonun ekranı bomboş ve birdenbire abajur yere düşüyor. Sabah. Mahmut, arabasıyla Boğaz’a uğruyor. Keder yüklü. Sonra havaalanına gidiyor. Nazan ve sevgilisi Kanada’ya gidiyorlar. Gizlice onları izliyor Mahmut. Bir an Nazan onu fark ediyor. Dairede Yusuf kederle sigara içiyor. Gelip geçen gemilere bakıyor, umudun gelip geçişi gibi. Mahmut daireye geliyor. Yusuf gitmiş. Yusuf’un kaldığı odada sigara paketini görüyor, alıyor. Sonra Boğaz kıyısına gidiyor. Bankta etrafına bakınıyor. Canı sigara çektiğinde cebinden Samsun sigarası çıkıyor, yakıyor. Bir şeyleri hatırlayacak belki de geçmişine dair.

(22 Nisan 2015)

Ali Erden

[email protected]