Nefesim Kesilene Kadar, Berlin’de En İyi İlk Film Ödülü İçin Yarışacak 18 Film Arasına Seçildi

Emine Emel Balcı’nın ilk filmi Nefesim Kesilene Kadar, bu yıl Berlin Film Festivali’nde En İyi İlk Film Ödülü için yarışacak 18 film arasına seçilme başarısı gösterdi. Festivalde her yıl, Yarışma, Panorama, Forum, Generation ve Perspektive Deutsches Kino bölümlerinde yer alan ilk filmler arasından, festival başkanı Dieter Kosslick ve bu bölümlerinin ana programcıları tarafından aday gösterilen ilk filmler, ayrı bir jüri tarafından değerlendiriliyor. Festivalin bu yılki En İyi İlk Film ödülü, yönetmen Fernando Eimbcke, belgesel yönetmeni Joshua Oppenheimer ve Ukraynalı oyuncu Olga Kurylenko’dan oluşan jüri tarafından verilecek.

Meltem Cumbul’dan Oyunculuk Araçları If’te

14. If İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nin sinema atölyelerinden biri de Meltem Cumbul ile Oyunculuk Atölyesi olacak. Sinemamızın önemli kadın oyuncularından Meltem Cumbul, düzenleyeceği atölyede Eric Morris Metodu’ndan yola çıkarak karakter oluşturmaya vgiden yolun keşfi için yöntemler sunacak. Eric Morris Metodu’nun İstanbul eğitmeni olan Meltem Cumbul, Alt Kişilik Çalışmasıyla katılımcıların içlerindeki sese ve olan bitene kulak vermelerini kullanarak farkındalıklarını esnetmeyi öneren bu yöntemi kullanarak karakter oluşturmaya yönelik çalışmalar sunacak.

11. İstanbul Japon Filmleri Festivali

11. İstanbul Japon Filmleri Festivali, Japonya İstanbul Başkonsolosluğu, Japan Foundation ve Akbank Sanat’ın işbirliği ile 04 – 07 / 13 – 14 Şubat 2015 tarihleri arasında gerçekleşiyor. Festivalde  Rikyu’nun Yolunda (Rikyu Ni Tazuneyo),Tomurcuklar Açarken (Sakurasaku), Kaligrafinin Gücü (Shodo Girls), Kelime Bahçesi (Kotonoha No Niwa), Ruhların Kaçışı (Sen To Chihiro No Kamikakushi) ve Miyori’nin Ormanı (Miyori No Mori) adlı filmler gösterilecek. Masashi Sada tarafından yazılan ve aynı adlı kitaptan esinlenerek filme çekilen Tomurcuklar Açarken (Sakurasaku), 38. Montreal Uluslararası Film Festivali’nin Dünya Sineması’na Bakış bölümünde gösterildi.

11. İstanbul Japon Filmleri Festivali yazısına devam et

Halit Ergenç, Sinema Senfoni Orkestrası Eşliğinde İş Sanat’ta

İş Sanat’ta 06 Şubat Cuma günü İstanbullu müzikseverleri sürpriz bir konser bekliyor. Sevilen oyuncu Halit Ergenç, bu kez klasik müzikallerden sevilen film müziklerine uzanan eserler seslendireceği bir konser için İş Sanat sahnesine çıkacak. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Operet ve Müzikal Tiyatro Oyunculuğu Bölümü mezunu olan Ergenç, bugüne kadar aralarında The Adventures of ZAK-New York, Kiss Me Kate, Tatlı Charity, Beni Seviyor, Kral ve Ben, Amphitrion, Evita, Hayalet ve Ötekiler ve Şarkılar Susarsa’nın bulunduğu önemli projelerde yer aldı. Konserde Halit Ergenç’e alanında Türkiye’de bir ilk olan Sinema Senfoni Orkestrası eşlik edecek.

Ülkü Duru, Settar Tanrıöğen’i Affedebilecek mi?

İki usta oyuncu Ülkü Duru ve Settar Tanrıöğen, Hayalet Dayı filmi için bir araya geldi. Duru ve Tanrıöğen, son derece zıt karakterli, kavuşmaları asla mümkün olmayan ama birbirine çok aşık karı-kocayı canlandırıyor. Karısının ahını aldığı için arafta kalan ve bu dünyayı terk edemeyen “Hayalet Dayı”yı canlandıran Settar Tanrıöğen’in bütün kaderi, karısının iki dudağı arasına sıkışır. Caner ile Ozan ise dayıya yardımcı olmaya çalışırlar.

Sanatı Dönemlere Ayrılan: Ingmar Bergman

Sinemanın çok değerli ve büyük yönetmenlerinden İsveçli Ingmar Bergman’ın iki farklı döneminden gelen “Yedinci Mühür” ve “Yüzyüze” filmleriyle anmak istedik.

İsveçli büyük usta Ingmar Bergman, 14 Temmuz 1918’de Uppsala’da doğdu. 30 Temmuz 2007’de Farö’de vefat etti. Temmuzda doğdu, temmuzda öldü. Ustanın sanat hayatı dönemlere ayrılmıştı hep. Babası Protestan papazıydı. Stockholm Üniversitesi’nde edebiyat ve sanat tarihi okudu. Bergman duygusal bir insandı. Sanat yaşamı tiyatroyla başladı üniversite yıllarıyla beraber. 1945 yılında sinema macerası senaryo yazarlığıyla başladı. Yönetmen olarak 1950’lerin ortalarında fark edilmeye başlandı. 1957 yılında senaryosunu kendi yazdığı siyah-beyaz “Det Sjunde Inseglet-Yedinci Mühür” filmiyle uluslararasında da tanındı. Yine aynı yıl siyah-beyaz “Smultronstallet-Yaban Çilekleri” filmiyle tam anlamıyla sineması tanındı.

Bergman için kadınlar önemliydi. Filmlerini ve hayatını kuşatıyordu kadınlar. Norveçli büyük kadın oyunculardan Liv Ullmann’la Bergman ustanın yolları “beşinci dönemi”nde kesişti. Bu beşinci dönem 1965’ten 1968 yılına kadar sürdü. Ullmann, ustanın 1965 yapımı siyah-beyaz “Persona” filminde oynadı önce. 1967’de siyah-beyaz “Vargtimmen-Kurtların Saati” ve 1968’de siyah-beyaz “Skammen-Utanç” filmlerinde oynadı peş peşe. Kadın yüzleri yakın planla yansıyordu çoğunlukla bu filmlerde. Sonra Bergman’ın, 1969’da renkli ve siyah-beyaz “En Passion-Anna’nın Tutkusu” filmi de geldi. 1972’de renkli “Viskningar och Rop-Çığlıklar ve Fısıltılar”, 1975’te renkli “Ansikte mot Ansikte-Yüzyüze”, 1977’de renkli “Das Schlangenei-Yılanın Yumurtası”, 1978’de renkli “Höstsonaten-Sonbahar Sonatı” filmlerini de yaptılar. Ullmann usta, Bergman’ın kadınıydı.

Bergman, 1970’lerde yoğunlukla televizyona ağırlık verdi. 1982’de çektiği “Fanny ve Alexander” son sinema filmi oldu.

“Yedinci Mühür…”

Ingmar Bergman usta, 1957 yapımı siyah-beyaz “Det Sjunde Inseglet / The Seventh Seal-Yedinci Mühür” filmiyle, psikolojik dışavurumunu seyirciye gönderiyor sanki. Çocukken ve ilk gençliğinde, rahip olan babasının baskılarından hep boğulan Bergman, bu filminde Şövalye’nin kelimeleriyle Tanrı’yı arıyor. Filmin senaryosunu da yönetmenin kendi oyunu “Tramalnig”den yazmış. Fonda duyulan ve ilahi bir çığlığa dönüşen müzikleri Erik Nordgren bestelemiş. İlham verici kamera kullanımı ve siyah-beyaz estetik fotoğrafları kameraman Gunnar Fischer yansıtmış. Bergman bu filminde, hareketli kamera kullanırken, sıkça da zincirlemeli geçişler yapmış zaman değişimlerinde. Muhteşem oyunculuklar ve diyaloglar da etkileyiciydi. Kelimelerin etkileyiciliği, filmin Türkçe dublajının da muhteşem olduğunu gösteriyor. Bu filmi seyrederken, Türkçenin gücünü de hissediyorsunuz. Sanatın ve felsefenin dili miydi bu?

14. yüzyılın ortalarında. Ortaçağ… Engizisyon devirleri… Şövalye Antonius (Max von Sydow), on yıl kutsal topraklarda, Kudüs’te Haçlı Seferleri’nde savaşmış ve yorgun olarak İsveç’e Jöns’le (Gunnar Björnstrand) dönmüş. Ülkede kıtlık ve veba salgını var. Deniz kıyısında dinlenirken, siyahlar içinde Ölüm (Bengt Ekerot) geliyor Şövalye’nin yanına. Canını almaya gelmiş. Satranç oynamayı seven ve ustalık katındaki Şövalye, Ölüm’ü satranç oynamaya davet ediyor. Şövalye yenerse Ölüm onu bağışlayacak. Ölüm bu oyunu kabul ediyor. Ölüm’ü siyahlar içinde gördüğünüzde dördüncü mührü hatırlıyorsunuz. Yuhanna, dördüncü mührün açılmasını şöyle anlatıyordu: “Kuzu, dördüncü mührü açınca, solgun bir at belirdi. Binicisinin adı Ölüm’dü. Ölüler ülkesi de onu izliyordu. (…) İnsanları kılıçla, kıtlıkla, salgınla ve yerin yırtıcı hayvanlarıyla öldürsünler diye…” Filmde, Ölüm göründüğünde dünya, kıtlık ve salgınla savaşıyordu. İlk oyun, ilk hamle deniz kıyısında başlıyor. Ama oyun sürecekti. Şövalye, uşağıyla beraber atlarının üzerinde şatoya doğru yol alıyorlar. Aşkın soğuk algınlığı olduğunu düşünen Jöns, filozof gibi ve ağzından düşen kelimeler derin. Jöns, keşişi andıran birine hanı soruyor. Ölüm ondan önce gelmiş oraya. Şövalyenin üzerindeki elbisede büyük haç resmi de fark ediliyor.

Sonra gezici tiyatrocular hikâyeye dâhil oluyor. Genç sarışın kadın, bebeği ve iki aktör at arabasının içinde uyurken filme katılıyorlar. Mia’nın (Bibi Andersson) kocası Jof (Nils Poppe) uyanıyor, atla konuşuyor ve sanatının değerinin bilinmediği için yakınıyor. Çocuğunun akrobat olmasını hayal ediyor. Aktör Jof, uzakta bir kadınla bebeği yürürken görüyor. Jof, karısı Mia’yı uyandırıyor, ona Kutsal Bakire Meryem’i gördüğünü söylüyor. Bebeğin de İsa olduğunu iddia ediyor hemen. Sonra kumpanyanın başı diğer aktör Jonas (Erik Stranmark) uyanıyor, sevgiyle birbirlerine sarılmış karı-kocayı görünce yalnızlıktan ve kadınsızlıktan sıkıldığını hatırlıyor. Neden karşısına Mia gibi bir kadın çıkmıyordu ki? Şövalye ve Jöns köye ulaşıyorlar. Çanlar çalıyor. Jöns, kiliseyi resimleriyle süsleyen ressam Albertus’la (Gunnar Olsson) karşılaşıyor. Duvar resimleri, eski zamanların sanatını hatırlatıyor. Bir hikâyeyi anlatıyor resim. Ölüm’ü çiziyor duvarlara ressam. Yoksulluk sürerken, veba salgını soykırım trajedisini de savuruyor her yana. Çoğu insan vebayı, Kilise’nin ayinleriyle Tanrı’nın cezası olduğunu inanıyor. “Günahkârlar” cezasını bulmalıydı. Ortaçağ’da Kilise, kedileri şeytan olarak görmüş ve katlettirmiş Avrupa’da. Büyük fareler nüfus patlaması yaşıyor ve veba Avrupa’da 300 milyondan fazla insanı soykırıma uğratıyordu. Kedilere, yılanlara, çakallara, tilkilere, baykuşlara, Habeş kurtlarına insanlık minnettarlık duymalı, her zaman.

Şövalye, İsa’nın çarmıha gerilmiş heykeli karşısında duruyor bir an kilisede. Sonra biriyle konuşuyor. Ölüm’le konuştuğunu hemen anlayamıyor. Küçük pencerenin demirleri hapishaneyi çağrıştırıyor. Şövalye, “Kalbim boş” diyor. Hayallerinde tutsak kalmış Şövalye. Ölmekten korkmuyor. Tanrı’yı bulabilecek miydi Şövalye? İçindekileri dışarı çıkartıyor kelimeleriyle. Bilgi istiyor Şövalye. İnanç veya varsayım değil. Ama Tanrı’dan istiyor. Ama ses yok. Hiçlikle ölüm karşısında insan ne yapabilirdi? Zihinde bir imge yaratılıyor, ona Tanrı deniliyor, diyor Şövalye. Kutsal topraklarda on yıl boyunca savaş Tanrı adına yapmış Şövalye. Sanki ironi var burada.

Kilisenin önünde, rahibin “günahkâr”, cadı ve vebanın sorumlusu diye suçlayıp çarmıha gerdirdiği genç bir kızı (Maud Hansson) görüyor. Muhafızlar hazırlık yapıyorlar kızı yakmak için. Şövalye ve Jöns oradan ayrılıyorlar. Jöns bir eve giriyor. Yerde yatan bir kadını görüyor. Sonra içeri bir hırsız giriyor ve ölü kadının bileziğini alıyor. Hırsız bileziği alırken bir genç kız (Gunnel Lindblom) ona bakıyor. Jöns, hırsızı tanıyor. Raval (Bertil Anderberg), bir zamanlar ilahiyatta okurken, on yıl önce Şövalye’yi zehirlemeye çalışmış. Şimdiyse hırsız olmuş eskinin ilahiyatçısı Raval oradan kaçmayı başarıyor. Jöns, evdeki kıza kendisiyle gelmesini söylüyor kuyudan su içerken. Evdeki işleri yapacak birine her zaman ihtiyaç olurdu işte. Tiyatro kumpanyası da oyunlarını köyde sahneliyorlar. Kumpanyanın başı Jonas, sahnedeyken hayatının kadını sarışın Lisa’yla (Inga Gill) göz göze geliyor. Aralarında şimşek çakıyor. Arka tarafta heyecanlı buluşma gerçekleşiyor çok geçmeden. Lisa, bu aşk anını pikniğe dönüştürse de Jonas’ın sabrı çalılıklara taşıyor. Sonra da kaçıyorlar. Tiyatrocu karı-koca sahnedeyken, keşişler de genç kızı çarmıha germişler yakmak için taşıyorlar ilahi söylerken.

Handa. Demirci, kaybolan karısı Lisa için ileniyor. Aktör Jof handa yemek yerken, onun yanına geliyor Demirci (Ake Fridell) kederler içinde. Çaldığı bileziği satmaya çalışan Raval, Jof’un Lisa’yla kaçan Jonas’ın arkadaşı olduğunu ispiyonluyor. Sonra da Jof’u aşağılıyor Raval. Hana Jöns de geliyor ve Jof’u Raval’dan kurtarıyor. Ortalarda dolaşan Şövalye, gezici tiyatrocuların yanına gidiyor oyunu beğendiği için. Sadece Mia ve çocuğu var orada. Sıcak konuşmalarla dostlukları ilerliyor. Çok geçmeden Jof da geliyor. Ardından Jöns ve yanındaki genç kız tiyatrocuların mekânına geliyor. Kumpanya “Azizler Bayramı” için yollara düşmüş. Şövalye, onların gideceği yerde vebanın insanları kırdığını söylüyor ve onları şatosuna davet ediyor. Önce ormanı geçmeleri gerekiyor. Yola çıkmadan önce Ölüm de geliyor birkaç hamle oynamak için. Bu mekânda yaban çileklerinden bahsediliyordu. Usta, gelecek filmini müjdeliyordu sanki.

Ormanda. Demirci, yanındakilerle yürürken, Jonas’la karısı Lisa’yı görüyor. Onu kovalıyor. Lisa, kocasıyla gitmek istemiyor başta. Tiyatrocular ve Şövalye’nin yanındakiler ormanda mola vermişler. Lisa, Jonas’ı öldürmek isteyen Demirci kocasına yaklaşıyor, onunla gitmek istiyor birden. Yoksa bir rol müydü bu? Jonas, sahnedeymiş gibi bıçakla intihar yapıyor Demirci’yi etkilemek için. Jonas’ı öldü diye bırakıyorlar geride. Jonas, onlar gittikten sonra takma bıyık ve sakalını çıkartıyor, mutlulukla ağaca tırmanıyor. Ama Ölüm, Jonas’ın tırmandığı ağacı testereyle keserek rol yapmadığını gösteriyor “Zaman doldu” diyerek. Gecenin içinde ay bulutların arasında görünüyor. Yoğun bir sessizlik etrafı kuşatıyor. Tedirgin oluyorlar. Askerler, ormanın içinden atlı arabayla “cadı” kızı yakılacağı yere götürüyorlar. Araba yol almakta zorlanınca Jöns de onlara yardım ediyor. Meydanda askerler kızın yakılacağı yere odunlar atıp ateşi çoğaltıyorlar. Şövalye kıza yaklaşıyor, ondan bir şey öğrenmek istiyor eğer gerçekten cadıysa. Kız, şeytanla konuştuğunu söylüyor. Onun Tanrı’yı görüp görmediğini anlamaya çabalıyor Şövalye. Kız, “Gözlerime bak” diyor. Gözlerinde korkudan başka bir şey görülmüyor. Şövalye aradığı cevapları bulamıyor. Vince takılı kamera, öne kayarak bayılan kızın korkusunu anlamlaştırıyor ateşler yükselirken. Bu kaydırmalı sahne, sinemanın özel anlarındandı.

Sonra ormanda. Vebaya yakalanmış adam acılar içinde onlardan yardım dileniyor. Yanlarına yaklaştırmıyorlar. Jöns’le gelen kız adama su vermek istiyor. Jöns, iyi yürekli kıza “Faydası yok” diyor. Çok geçmeden Ölüm, Şövalye’nin yanına geliyor oyunu bitirmek için. Ölüm’ü diğerleri göremiyor. Hayal gücü yüksek Jof, Şövalye’nin biriyle, Ölüm’le satranç oynadığını hissediyor. Karısını ve çocuğunu da alarak at arabalarıyla oradan uzaklaşıyor Jof. Şövalye onlar giderken dikkati dağılıyor ve taşları deviriyor. Ölüm son hamlesini yapıyor. Yakında geleceğini söylüyor Ölüm. Rüzgâr çıkıyor, fırtına kopuyor, şimşekler çakıyor, yağmur yağıyor. Ölüm, onların mı peşinde? Şövalye, Jöns, Jöns’ün yanındaki kız, Demirci ve karısı Lisa şatoya varıyorlar. Şövalye, şömine başında karısı Karin’i (Inga Landgre) görüyor. Veba yüzünden herkes burayı terk etmiş. Yemek masasında Şövalye’nin karısı İncil’in “Vahiy” bölümünden yedinci mührü okuyor. Yuhanna’nın yazdığı “Vahiy” bölümde “Yedi Mühür” anlatılıyor. Bu bölümü İncil’de bulabildim. İncil’de, dirilip göklere yükselen Mesih, Anadolu’daki (Ege’deki) yedi kilisenin meleğine (vaizine) yedi bildiri gönderiyor. İlk beşi uyarı, son ikisi de övgü. Yedi mühürle bunlar açılıyor. İncil, eski çağlarda “Vahiy” bölümündeki simgelerin herkes tarafından anlaşıldığını, ama günümüzde bunun zor olduğunu yazıyor. Gerçekten öyle. Fantastik korku eserine benziyordu. “Vahiy”de “Yedinci Mühür”ün anlamı “Sessizlik…” Yuhanna anlatıyor: “Kuzu yedinci mührü açınca, gökte uzun sürmeyen sessizlik oldu. Tanrı’nın önünde yedi meleği gördüm. Kendilerine yedi boru verildi. Başka bir melek geldi. (…) Melek buhurdan alıp içine sunaktaki ateşten doldurdu ve yeryüzüne fırlattı. Gök gürlemeleri, sesler, şimşek parıltıları ve deprem oldu…” Ölüm sessizce içeri, şatoya giriyor.

Sabah… Jof ve ailesi hâlâ yaşıyorlar. Jof uzağa bakıyor. Tepede gölgeler içinde Ölüm’ü ve onları gördüğünü söylüyor. Final bölümü sisli Jof’un hayal gücüyle.

Bergman ustanın bu filmi distopya yüklü. Geçmişten geleceğe karamsar bir bakış bu. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya iki kutba ayrılmıştı. Soğuk Savaş, 1950’lerde en yoğun ve tehlikeli dönemlerini yaşattı insanlığa. Felaket adına her an her şey olabilirdi. Vebanın neyle metafor yapıldığını hissedeceksiniz belki.

“Yüzyüze…”

Ingmar Bergman ustanın 1975 yapımı renkli “Ansikte mot Ansikte / Face to Face-Yüzyüze”, bir kadının ruhundaki yaralar üzerine bir film. Senaryoyu yönetmen yazmış. Soğuk, zaman zaman kasvetli fotoğraflarıysa kadim kameramanı Sven Nykvist yansıtmış. Ustanın bu filmi, aralık 1978’de ülkemizde vizyona “Yüzyüze” adıyla vizyona çıkmıştı. Türkçede filmin adı ayrı yazılması gerekiyor. İmla hatası yapmışlardı sinema üstatları işte. Bu film, sarsıcı bir psikolojik dramdı. Bir insanın ruhunda gerçeküstü bir yolculuktu ayrıca bu film.

Filmin hikâyesi Stockholm’de geçiyor. Ön jenerikte deniz yansıyor. Dr. Jenny Isaksson (Liv Ullmann), hastanede psikiyatr olarak çalışıyor. Jenny, tadilat için boşaltılmış şehir dışındaki evinde babaannesiyle telefonla konuştuktan sonra hastaneye gidiyor. Tedavi gören Maria Jacobi (Kari Sylvan), yine bunalıma girmiş. Şehvetli davranışlarla Jenny’yi etkilemeye çalışıyor. Maria, Dr. Tomas Jacobi’nin ayrıldığı eşi miydi? Jenny, akşamüstü küçük siyah arabasıyla büyüdüğü eve gidiyor valiziyle. Babaannesi (Aino Taube) ve büyükbabası (Gunnar Björnstrand), artık hayatın sonbaharındalar. Büyükbabası, yaşlılığın verdiği yorgunluktan olmalı hep hasta. Büyükannesiyse her zamanki gibi dinç ve her şeye koşuyor. Kilise de çok yakın ve çan sesleri evin içindeymiş gibi duyuluyor. Jenny’nin kocası psikiyatr Erik de (Sven Lindberg) şehir dışında. 13 yaşlarındaki kızları Anna’ysa (Helene Friberg) yaz kampında. Ev tadilatta olunca, kocası ve kızı da şehir dışındayken Jenny, zihninin derinliğinde travmalar yaşatan büyükannesinin evinde yine.

İlk gecesinde eski odasında hemen uykuya dalamıyor Jenny. Hayalet kadın görünüyor. Acaba bu kadın kimdi? Jenny’nin bilinçaltından gelen kâbusu muydu? Hastanede başka bir doktor Helmut’un (Ulf Johansson) ayrıldığı eşi Elsabeth’in (Sif Ruud) partisine gidiyor. Orta yaşlı Elisabeth, genç erkeklerle olarak orta yaş bunalımını aşmaya çalışıyor sanki. Jenny partide tanıdığı Dr. Tomas Jacobi’yi (Erland Josephson) görüyor. Karısından boşanmış Tomas onu restorana davet ediyor. Kısa bir zaman sonra sokağa çıkan Jenny, onunla buluşma konusunda ikilem yaşıyor. Sonra Tomas’ın şehir dışındaki evine gidiyorlar. Bir kadınla bir erkek evde yalnız olunca ne yaparlardı? Jenny, sevişme gelince karşı duramayacağını biliyor. Ama Tomas anlayış gösteriyor gibi görünüyor. Jenny taksiyle eve dönüyor. Yaz aylarında gecenin ikisinde şafağın söktüğü an gibi Stockholm’de. Eve geldiğinde içine hüzün ve boşluk çöküyor Jenny’nin. Büyükbabası uyurgezer gibi salonda dolaşıyor. Gonglu saati ayarlamaya çabalıyor. Büyükanne de uyanıyor ve şefkatli sözlerle yaşlandığını düşünen büyükbabayı yatağa götürüyor. Onlar yatağa gittiğinde telefon çalıyor. Jenny, arabasıyla tadiattaki evlerine gidiyor. Evin içinde bir şey arar gibi dolaşan Jenny, tanımadığı iki adamı (Birger Malmsten ve Göran Stangertz) görüyor. Odanın birinde yarı çıplak Maria baygın yatıyor. Üstü çıplak genç olanı diğer odaya geliyor ve Jenny’ye tecavüz etmeye çalışıyor, ama başaramıyor. Bergman, tecavüz anını soğuk ve tek bir açıdan yansıtmış. Diğer odada Maria var.

Jenny, Tomas’la beraber piyano resitaline gidiyor. Piyanoda Mozart’ın “Fantasy in C-Minor K 475” eseri duyuluyor. Resitalden sonra Tomas’ın evine gidiyorlar. Jenny burada Tomas’a tecavüz olayını anlatırken, bilinçaltındakiler de dışarıya çıkmaya başlıyor. Adamın tecavüz etmesini istemiş Jenny. Ama kasıldığı için adam başaramamış. Jenny, histeri de yaşamaya başlıyor. Gülerken birden ağlamaya başlıyor. Tecavüz olayı altta kalanları sanki dışarıya çıkartıyor. Tomas onu eve götürüyor. Bir gün gözünü açmadan uyuyor Jenny. Uyandığında büyükannesi ve büyükbabası ziyarete gitmeye hazırlanıyorlar. Onlar gittikten sonra evde yalnız kalıyor Jenny. Pazar günü. Kilisenin çan sesleri duyuluyor. Yüzünü yıkadıktan sonra kahvaltı yapıyor. Tomas’a telefon ederken, o yaşlı kadın hayaleti yine görünüyor. Jenny, yatak odasında uyku haplarını içiyor. “Korkmuyorum. Yalnız değilm” diyor, yatağa uzanıyor, parmağını duvar kâğıdının üstünde gezindiriyor. Komidinin üstünde de Erik’e yazılmış mektup fark ediliyor. Rüyasında, kırmızlar içinde Jenny, tuhaf ölü kokularının ortasında büyükannesinin kitap okuyan sesini duyuyor. Yaşlı hayalet kadın da bu rüyanın içinde dolaşıyor. Jenny, intihar ettiğinin farkında. Bir kapıya yöneldiğinde bir erkek sesi, o kapıdan girmemesini söylüyor. Nedenini de bilmiyor. Jenny o kapıdan giriyor elbise gardırobundan çıkıyor. Evin içinde, salonda Jenny. Hayalet kadın da geliyor peşinden. “Üşüyor musun”, diyor Jenny’ye. Jenny’nin saçını okşuyor, “Artık korkmuyorsun” diyor.

Hastane odasında. Tomas, Jenny’yi hastaneye getirmiş. Kocası Erik de ziyarete geliyor. Kocasına kötürüm gözükmek istemiyor Jenny. Filmin sarsıcı anları hastane odasında yaşanıyor. Yine kırmızılar içinde benzer rüya görüyor Jenny. Anne (Marianne Aminoff) ve babasına (Gösta Prüzelius) “Döndüm” diyor. Jenny geçmişine dair birçok şeye karşı suçluluk duygusu yaşıyor. Anne-babasına karşı da aynısını hissediyor. En çok da babasına karşı duyuyor. Babası küçükken severmiş. Okşamaları sevgi dolu şefkatin ötesinde miydi? Hayat boyu yaşadığı frijitlik, cinsel soğukluk bundan mıydı? Kocası Erik, bu soğukluğundan ve yalancı orgazmlarından yorulmuş. Jenny, Tomas’la konuşarak içini kuşatmış kendisiyle yüz yüze geliyor. Her şeyi dışarı atıyor. Öfkelerini, nefretlerini ve korkularını dışarı çıkartıyor. Jenny, anne-babası, o henüz dokuz yaşındayken otobüs kazsında ölmüş. Kilise çanlarının evin içindeymiş gibi gelen sesi olan büyükannesi ve büyükbabasının evinde büyümüş. Büyükannesinden çok korkuyormuş Jenny. Çünkü onu gardıroba sokuyormuş büyükanne. Sonra bir rüya daha görüyor Jenny kırmızlar içinde. Kilise çanı duyuluyor. Tabuttaki kendi ölüsüne bakıyor. Sonra tabut çakılırken Tomas da orada. Tabutun içinden ses duyuluyor. Çocukluğunda ölümden çok korkuyormuş Jenny. Anne-babasının ölülerini görmüş morgda. Tomas, Jenny’ye eşcinsel olduğunu itiraf ediyor. Jenny de, 14 yaşındayken kuzeniyle masanın altında ilk defa öpüştüğünü anlatıyor. Çocuk çok geçmeden ölmüş. Kızı Anna’ya karşı da tarif edemediği nefreti ve sevgisi var Jenny’nin. Anna’nın bebekliği de başka bebeklere benzemiyormuş. Ağlaması bile. Zihninden görüntüler akıp gidiyor. Tomas’la konuşması bir terapi gibi onun için. Tomas’la konuşurken, kişiliği gelgit yaşıyor hep. Histeri gibi. İçindeki kendiyle savaşıyor sürekli.

Sonda, Anna da ziyarete geliyor. Anna, annesinin bir daha intihar etmeyeceğinden emin değil. Annesinin kendinden nefretinin de farkında sanki. Hastaneden çıkan Jenny, eve geldiğinde hayatlarının sonbaharını yaşayan büyükannesinin ve büyükbabasının yıllar boyu süren sevgisine bakıyor hüzünlü bakışlarla. Sonra da işine dönüyor. Her şey şimdi bambaşka olabilirdi. Yeni hayat, yeni bir başlangıçtı tadilatı yapılan evleri gibi. Önce kızının ve kocasının sevgisini kazanmalıydı ama…

(03 Şubat 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

İçimdeki Ses’e Ekipli Basın Gösterimi

Engin Günaydın’ın senaryosuna imza attığı ve başrolünde oynadığı, hem komik, hem romantik, hem de sempatik İçimdeki Ses’in basın gösterimi Esentepe Cinemaximum Zorlu Sineması’nda gerçekleşti. Filminin basın gösterimine Engin Günaydın, Leyla Lydia Tuğutlu, Ersin Korkut, Onur Buldu, Füsun Demirel, Feriha Eyüboğlu, Hamdi Kahraman, Nazlı Tosunoğlu, Güzin Usta, yönetmen Çağrı Bayrak ile yapımcılar Mahmut Kayımtu ve Ahmet Kayımtu katıldı.

İçimdeki Ses’e Ekipli Basın Gösterimi yazısına devam et

Unutma Beni

Wash Westmoreland ile Richard Glatzer’in yönettiği ve Julianne Moore, Alec Baldwin, Kristen Stewart ile Kate Bosworth’un oynadığı Unutma Beni (Still Alice), 13 Şubat 2015’de Bir Film dağıtımıyla Bir Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Columbia Üniversitesi’nde dil bölümünde profesör olan Alice Howland hayatta istediği her şeye sahiptir. Ona sadık bir kocası ve üç çocuğu vardır. Hayatı işiyle ailesinin arasında gidip gelmektedir. UCLA’de yaptığı bir konuşma sırasında konuşma için çok önemli bir kelimeyi bir türlü hatırlayamaz. Ailesinden gizlice göründüğü nörolog, çok kötü bir haber verir. Alice, Erken Başlangıçlı Alzheimer’a yakalanmıştır.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Fragman
  • IMDb
  • Ferhan Baran Yazıyor

Unutma Beni yazısına devam et

Özlem Tekin’in Sonsuz Bir Aşk Klibi İnternette Tıklanma Rekorları Kırdı

Ünlü rock yıldızı Özlem Tekin’in, Sonsuz Bir Aşk filmi için özel yazıp bestelediği şarkıya çektiği klip, kısa sürede müzikseverlerin ilgi odağı oldu ve internette tıklanma rekorları kırdı. Sonsuz Bir Aşk şarkısını youtube’dan indiren ve sosyal medyadan paylaşan Özlem Tekin hayranları, film için şimdiden bilet rezervasyonları yaptırmaya başladılar. Yapımcılığını Dama Medya‘nın, yönetmenliğini Ozan Uzunoğlu’nun yaptığı Sonsuz Bir Aşk’ta başrolleri İsmail Hacıoğlu, Özlem Tekin, Ferhat Gündoğdu ve Süleyman Turan paylaşıyorlar. Galası, 09 Şubat Pazartesi günü TİM Maslak Show Center’da yapılacak film, 13 Şubat 2015’de tüm Türkiye’de vizyona girecek.

Aslıhan Güner, Selam: Bahara Yolculuk İçin Stüdyoya Girdi

2013 yılında izleyiciyle buluşan ve 2,5 milyon kişi tarafından izlenerek büyük ses getiren Selam filminin devamı niteliğindeki Selam: Bahara Yolculuk sinema filminin başrol oyuncusu Aslıhan Güner film için stüdyoya girdi. Güzel oyuncu, Yücel Arzen’in “Söz Vermiştin” şarkısını film için seslendirdikten sonra duygularını söyle paylaştı: “İlk kez film için hazırlanan yeni bir besteyi seslendirdim. Şarkıyı okurken oldukça heyecanlandım. İnşallah tüm dinleyenler beğenir.” Yönetmenliğini Hamdi Alkan’ın yaptığı, başrollerini Aslıhan Güner, Mert Yavuzcan, Merve Sevi, Gürol Güngör ve Mıktıbek Apazov’un paylaştığı Selam: Bahara Yolculuk 13 Mart 2015’te gösterime girecek.

Türk Sinema Tarihi’nde Tüccar ve Ticaret Adlı Eser Yayınlandı

Türk Sineması’nın 100’üncü kuruluş yıldönümünün kutlanmakta olduğu bir dönemde, ülkemizin en köklü sivil toplum örgütlerinden İstanbul Ticaret Odası da ulusal sinemamızı doğuşundan günümüze kadar büyük bir özveriyle sırtlayanlara adanmış bu saygı zincirine parlak bir halka eklemenin coşkusunu yaşıyor. Sinema yazarı Ali Murat Güven’e sipariş edilen Türk Sinema Tarihi’nde Tüccar ve Ticaret başlıklı özgün eser, sinemamızın 100 yaşına bastığı 14 Kasım 2014 tarihi itibarıyla sinema yayınları literatüründeki yerini aldı.

Türk Sinema Tarihi’nde Tüccar ve Ticaret Adlı Eser Yayınlandı yazısına devam et

Amerikan Rüyasının Koyu Karanlığında

Milyarder John du Pont ile güreşçi Schultz kardeşlerin tuhaf ilişkilerinden yola çıkan ‘Foxcatcher’ son dönemin en önemli Amerikan yapımlarından. Bizde gösterildiği ismiyle ‘Foxcatcher Takımı’ on yıl içinde çektiği üç filmle çağdaş sinemanın ‘auteur’ isimleri arasında sayılan Bennett Miller’ın imzasını taşıyor.

Klasik spor filmi referanslarının ötesinde Amerikan toplumu üzerine yaman bir gözlem niteliğindeki ‘Foxcatcher’ yönetmenin önceki işleri gibi gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkmış. Üç erkek karakter arasındaki değişen güç dengeleri üzerine kurulu öykü Miller’in daha eğlenceli bir beyzbol draması olan önceki uzun metrajı ‘Kazanma Sanatı / Moneyball’ benzeri bir sporcu filmini çağrıştırmakla birlikte, soğukkanlılıkla işlenmiş bir cinayetin izini süren 2005 yapımı çalışması ‘Capote’nin karanlık atmosferini ödünç almış.

Silah endüstrisi üzerine kurulmuş dev kimya imparatorluğunun varisi ile orta alt sınıftan sporcu kardeşleri buluşturan güreş tutkusudur. Charles Foster Kane’in Xanadu adını verdiği şatosunun bir benzeridir ‘Foxcatcher’ malikânesi. Yurttaş Kane misali sınırsız bir zenginliğe doğmuştur John du Pont. Babasız büyümüş, annesi paha biçilmez atlarını oğlundan üstün tutmuştur. Alt sınıfların uğraşı olarak görülen güreş sporuna annesinin otoritesine inat derin bir tutkuyla bağlıdır. Sevgi arsızı bu eksantrik kişiliğin her ikisi de hem dünya hem olimpiyat şampiyonu olmuş güreşçi kardeşlerle er geç biraraya gelmesi kaçınılmazdır.

Aile kurarak yerleşik düzene geçmiş ağabey David zengin adamın teklifine sıcak bakmaz. İki yaşından itibaren abisinin kol kanat gerdiği özgüven sorunlu tedirgin küçük kardeş du Pont’un çağrısına uyar ve 1988 Seul olimpiyatlarına hazırlanmak üzere kendini bir baba figürü, bir akıl hocası olarak gördüğü zengin milyarderin kollarına teslim eder. Amerikan sağının bu kanlı canlı temsilcisi ile aynı şeyleri düşünmektedir üstelik. Ülke ahlaki değerlerini kaybetmiştir. İkilinin işbirliği ya da baba oğulun çabasıyla kazanılması hedeflenen olimpiyat madalyası Amerikan ulusunun itibarı için çok değerlidir. Mark’ın bu sahte Amerikan düşünden uyanması, başkalarının emeğiyle kendini ispat etmeye çalışan zengin malikane sahibinin beyaz Mandingo’su haline gelmesi uzun zaman almayacaktır. Yeni bir oyuncak peşindeki muktedirin abisini zengin vaadlerle malikânesine çağırmasıyla Mark bunalıma girer. İki kardeş arasında kelimelere dökülmeyen ancak güreş tuttuklarında patlayan kıyasıya rekabete dayalı öfke bir kez daha açığa çıkar. Bundan sonrası üç erkek karakter arasındaki güç dengesinin sürekli yer değiştirdiği sonu trajediye varacak tekinsiz bir yolculuktur.

‘Foxcatcher’ derin karakter analizi ve zengin tema çeşitliliğinin hakkını veren ustaca yazılmış senaryosuyla hayranlık uyandırıyor. Sınıf temelli çok katmanlı sporcu hikâyesini beklenmedik bir sakinlik ve mesafeyle anlatan Miller’in becerisi, farklı disiplinlerden gelmiş yıldız oyuncuları yönetmekteki ustalığı olağanüstü. 40 yaşındaki bakir adamdan milyarder du Pont’a uzanan kariyerinde Steve Carell’in çabası, Channing Tatum’un ve ağabey Dave’de harikalar yaratan Mark Ruffalo’nun performansları övgüye değer. Amerikan rüyasının koyu karanlığında izleyiciyi allak bullak eden filmlerden ‘Foxcatcher’. Kaçırmayın.

(02 Şubat 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yalnızlık Döngüsü

Aydın, emekli bir oyuncudur; aktörlüğü bıraktıktan sonra Orta Anadolu’da kendi halinde küçük bir otelde çalışarak günlerini geçirir. Kendisine her anlamda uzak ve soğuk olan genç karısı Nihal ve boşanmış olan kız kardeşi Necla ile yaşamaktadır. Kışın bastırması ve kar yağışının artması bu küçük taşrada en çok Aydın’ın sinirlerine dokunur ve onu uzaklara gitmeye teşvik eder.

Nuri Bilge Ceylan, “Kış Uykusu”nda “emek” kelimesinin ne demek olduğunu ve kullanıldığı zaman nasıl muhteşem sonuçlar yarattığını gözler önüne sermiş. İzleyici, filmden ziyade görsel bir şölen ile karşı karşıya kalıyor. Hangi açıdan değerlendirilirse değerlendirilsin bu film gerek oyunculuk açısından, gerek senaryo ve kurgu açısından Altın Palmiye’yi sonuna kadar hak ediyordu. Özellikle estetik açıdan değerlendirdiğimizde, filmde özensiz tek bir sahne yok. Her sahne, renk, ışık, dekor ve atmosfer bakımından senaryoyla özdeşmiş durumda. İzleyici, filmi izlerken büyük bir keyif alıyor.

Işığın kapalı ortamlardaki “loş” kullanımı izleyiciyi konusuyla bütünleştiriyor. Zaman zaman dikkat dağılma probleminin ortaya çıktığı durumlarda, ışık buna izin vermiyor ve konuya yeniden odaklanmamızı sağlıyor. Gölgeler ise yoğun olarak kullanılmış. Dekor ise karakterlerin hayatlarına uygun olarak dizayn edilmiş. Filmin rengi, konusu, karamsarlığı ve mevsimin insan üzerindeki etkisi açısından, içimizde bir kez daha yoğun bir “yalnızlık” duygusu yaratıyor. Görüntü kalitesi, çekim teknikleri, kamera açıları… Filmin belki de % 70’ini kapsayan kısım. Hüzünlü ve yalnız bir kar manzarası ancak bu kadar güzel gösterilebilirdi. Kapadokya’nın eşsiz güzelliği ise Nuri Bilge Ceylan’ın gözünden yeniden kurgulanmış. Koşan atların görkemli görüntüsü, peri bacaları, zaman zaman flu sahneler, zaman zaman ise karakterlerin karmaşık kişiliklerini, muhteşem bir düzen ve uyum içinde sunan o net kadrajlar… Filmin vermek istediği mesaj adına birçok konuşmanın yanı sıra, çekim açılarından da insan onlarca mesaj çıkarabiliyor. Ancak baştan sona verilen o müthiş kar görüntüleri; bizde mutluluk ve aydınlık hissi uyandırması gerekirken filmin ruhu bakımından hiçbir zaman bu hissiyatı yakalayamıyoruz.

Nuri Bilge Ceylan’ın penceresinden anlatılan film, kültürel açıdan değerlendirildiğinde ise, Kapadokya’nın görsel ziyafetinin altında anlatılmak istenen detaylar, Anadolu’yu yine ve yeniden gün yüzüne çıkarıyor. İç Anadolu Bölgesi’nde geçen film, kadınların acıları, değersizlikleri, geçim zorlukları, modernleşme sorunları, psikolojik sorunlar, gelenekler ve arada kalmışlığı bize hem doğrudan hem de çeşitli metaforlarla aktarıyor. Kadınların erkek işlerine el atması, erkeklerin acizliği veya egemenliği, “delikanlılık” adı altında sürdürülmeye çalışılıyor. Hamdi’nin, baldızına odunları ateşe atmasını söylemesi, ardından ise Nihal’in çayını taşıması veya Hidayet’in ağır vazoları Fatma’ya taşıtması, bize tipik Anadolu’nun köylü kadınlarını çağrıştırıyor.

Dünya’nın, her seferinde bizi bu şekilde tanıması hatta doğrudan kendimizi bu şekilde tanıtmamız ne kadar doğru? Bu kısım tartışmaya fazlasıyla açık. Ülke açısından, Anadolu’nun sorunlarını, “geride kalmışlığını” ortaya seren filmler yaptığımız sürece dünya bizi ayakta alkışlıyor. İşte, Nuri Bilge Ceylan sinemasının en büyük dezavantajı burada ortaya çıkıyor. Hep eksik bir Anadolu, hep geride kalmışlık ve sınıf farkını anlatan aynı zamanda da göz dolduran, muhteşem bir film yaratmayı başarıyor.

Filmde çoğu zaman ülkemizin geleneklerini ve kurallarını tanıtan Ceylan, erkeklerin egemenliğini, delikanlılığını ve hâkimiyetini, misafirperverliği, atalarımızı, ataerkil yapıyı, Anadolu’nun simgesi olan atların değerini ve İslamiyet’i filminde fazlasıyla tanıtmış. Nuri Bilge Ceylan aynı zamanda, olan bir durumu olması gerektiği haliyle tartışmış. Aydın’ın ülkemizdeki din adamlarının yanlışlarına değinmesi bu durumu çok net ifade ediyor.

Dekorun kullanımında ise, tipik topraktan, bakırdan vb. yapılma Anadolu eşyaları fazlasıyla kullanılıyor. Örme şallar, eski koltuklar, minderler, çay, kurabiye vb. detaylar kültürümüzün bir parçası olarak hemen hemen filmin tüm sahnelerinde yer alıyor. Dış mekânda ise, doğayı ön plana çıkaran detaylar, avlanma, tüfek, Kapadokya’ya özgü taş evler vb. kullanılmış. İsimlere dikkat ettiğimizde, Yan Karakterlerde; “Hamdi”, “Fatma” vb. Anadolu’ya özgü isimler kullanılırken, Başkarakterlerde , “Necla”, “Aydın” ve “Nihal” gibi modern isimler tercih edilmiş.

Aydın’a baktığımız zaman, kendi yalnızlığında kaybolmuş, mutsuz, yorgun, çabasız ve acı duymaktan zevk alan bir adamla karşı karşıya kalıyoruz. Haluk Bilginer’in canlandırdığı Aydın kimliği ancak bu kadar doğal anlatılabilirdi. Karakteriyle o kadar güzel bir hava yaratıyor ki, izleyici de onunla birlikte aynı duyguları yaşayabiliyor. Düşüncelerini dışa vurduğunda ise, günlük hayatta hepimizin hissettiği ancak bu filmde farkına varabileceğimiz ayrıntıları gözler önüne seriyor. Baştan sona edebiyat kokan filmde, birçok ünlü düşünürden (Çehov, Shakespeare, Tolstoy vb.) alıntılar var. Özellikle Aydın’ın yaptığı alıntılar, filmi daha da sürükleyici bir hale getirmiş. Aynı zamanda o kadar etkileyici ve heyecan verici konular seçilmiş ki, insan izlerken bir yandan da kendi zihniyle o tartışmalara katılabiliyor. Haluk Bilginer’in muhteşem oyunculuğu, filmin başarısında ve renginde en büyük etkenlerden biri. Aynı şey Melisa Sözen ve Demet Akbağ için de geçerli. Yüz mimikleri, diyalogları, tiradları ve kimlikleriyle özdeşleşmeleri, izleyiciyi filmde ki tüm atmosfere hayran bırakıyor. Ve tabii ki Nuri Bilge Ceylan, her zamanki gibi bu konuda da kusur bulmamıza izin vermiyor.

Film, durağan gibi görünse de öykülerin birden fazla oluşu ve muhteşem bağlantıları, insanın her seferinde kendinden bir şeyler bulmasını sağlıyor. Aynı zamanda metaforların kullanımı çok zekice ve etkileyici. Haluk Bilginer’in kendi hayatı, oteli ve misafirleri için ısmarladığı atın bağlanması, ardından da kendi bulunduğu ruhsal durumunun ve kararının sonucunda atı özgürlüğüne kavuşturması, filmin bize dolaylı olarak sonucunu söylüyor.

Her hafta vizyona giren onlarca Türk filmini düşündüğümüzde, insan Kış Uykusu’yla karşılaştırmaya çekiniyor. İşte tam burada “gişe” filminin ve “sanat” filminin ne demek olduğunu ve ne gibi farkları ortaya çıkardığını görüyoruz. Her açıdan düşünülmüş, emek verilmiş, seçilmiş ve iz bırakmayı başarmış bir filmin, sırf kâr amacını düşünerek çekilmiş olan ve her anlamda eksik bir film ile karşılaştırılınca, insan böyle filmleri izlemek için 4-5 sene beklemeyi bile göze alıyor.

Son olarak, Kış Uykusu’nda karşımıza çıkan en önemli özelliklerden biri, Katarsist yapının olmaması. Film, baştan sona durağan bir şekilde ilerlerken ve aynı şekilde sona ererken, aslında hiçbir sorunun bu kadar kolay çözülemediğini ve hiçbir şeyin bu kadar sıradan olmadığını bize anlatıyor. Aynı zamanda bir sorunun anlatılabilmesi için onun sonuçlanması da gerekmiyor. Kış Uykusu’nda yaşanan her sorun hemen hemen günlük hayatımızda hepimizin karşılaştığı ve hiçbir zaman sonuçlanmayan sorunlar. Ceylan, beklentilerimizi minimuma indirmiş ve yaşadıklarımızı “olması gerektiği” şekilde bizlere sunmuş. Sonunda ise, film birçok kapıyı açık bırakarak izleyicilere veda ediyor. Avrupa Sineması’nın en çok kullandığı sistemi, yani “yorumu izleyiciye bırakmak” söylemini biz de, Nuri Bilge Ceylan Sineması’nda görüyoruz.

(01 Şubat 2015)

Nihan Boyar

Nihan Boyar Yazıyor: Christian Marclay / The Clock

24 saat boyunca kesintisiz devam eden film, aslında adıyla da ironi içindedir. “Zaman” kavramının bütün bir film boyunca ele alınıldığı düşünüldüğünde, gerçekte asla sonlanmayan bir iş ile karşı karşıya kalındığı görülmektedir. Topluma dayatılan programlanmış ve sürekli işleyen “saat” sisteminin insanların hayatında belli başlangıçlar ve sonlandırmalar içerdiği algılanıyor. Ancak bilinçaltında yatan ve 24 saat dolduğunda bir … Devamı… »