Aydın, emekli bir oyuncudur; aktörlüğü bıraktıktan sonra Orta Anadolu’da kendi halinde küçük bir otelde çalışarak günlerini geçirir. Kendisine her anlamda uzak ve soğuk olan genç karısı Nihal ve boşanmış olan kız kardeşi Necla ile yaşamaktadır. Kışın bastırması ve kar yağışının artması bu küçük taşrada en çok Aydın’ın sinirlerine dokunur ve onu uzaklara gitmeye teşvik eder.
Nuri Bilge Ceylan, “Kış Uykusu”nda “emek” kelimesinin ne demek olduğunu ve kullanıldığı zaman nasıl muhteşem sonuçlar yarattığını gözler önüne sermiş. İzleyici, filmden ziyade görsel bir şölen ile karşı karşıya kalıyor. Hangi açıdan değerlendirilirse değerlendirilsin bu film gerek oyunculuk açısından, gerek senaryo ve kurgu açısından Altın Palmiye’yi sonuna kadar hak ediyordu. Özellikle estetik açıdan değerlendirdiğimizde, filmde özensiz tek bir sahne yok. Her sahne, renk, ışık, dekor ve atmosfer bakımından senaryoyla özdeşmiş durumda. İzleyici, filmi izlerken büyük bir keyif alıyor.
Işığın kapalı ortamlardaki “loş” kullanımı izleyiciyi konusuyla bütünleştiriyor. Zaman zaman dikkat dağılma probleminin ortaya çıktığı durumlarda, ışık buna izin vermiyor ve konuya yeniden odaklanmamızı sağlıyor. Gölgeler ise yoğun olarak kullanılmış. Dekor ise karakterlerin hayatlarına uygun olarak dizayn edilmiş. Filmin rengi, konusu, karamsarlığı ve mevsimin insan üzerindeki etkisi açısından, içimizde bir kez daha yoğun bir “yalnızlık” duygusu yaratıyor. Görüntü kalitesi, çekim teknikleri, kamera açıları… Filmin belki de % 70’ini kapsayan kısım. Hüzünlü ve yalnız bir kar manzarası ancak bu kadar güzel gösterilebilirdi. Kapadokya’nın eşsiz güzelliği ise Nuri Bilge Ceylan’ın gözünden yeniden kurgulanmış. Koşan atların görkemli görüntüsü, peri bacaları, zaman zaman flu sahneler, zaman zaman ise karakterlerin karmaşık kişiliklerini, muhteşem bir düzen ve uyum içinde sunan o net kadrajlar… Filmin vermek istediği mesaj adına birçok konuşmanın yanı sıra, çekim açılarından da insan onlarca mesaj çıkarabiliyor. Ancak baştan sona verilen o müthiş kar görüntüleri; bizde mutluluk ve aydınlık hissi uyandırması gerekirken filmin ruhu bakımından hiçbir zaman bu hissiyatı yakalayamıyoruz.
Nuri Bilge Ceylan’ın penceresinden anlatılan film, kültürel açıdan değerlendirildiğinde ise, Kapadokya’nın görsel ziyafetinin altında anlatılmak istenen detaylar, Anadolu’yu yine ve yeniden gün yüzüne çıkarıyor. İç Anadolu Bölgesi’nde geçen film, kadınların acıları, değersizlikleri, geçim zorlukları, modernleşme sorunları, psikolojik sorunlar, gelenekler ve arada kalmışlığı bize hem doğrudan hem de çeşitli metaforlarla aktarıyor. Kadınların erkek işlerine el atması, erkeklerin acizliği veya egemenliği, “delikanlılık” adı altında sürdürülmeye çalışılıyor. Hamdi’nin, baldızına odunları ateşe atmasını söylemesi, ardından ise Nihal’in çayını taşıması veya Hidayet’in ağır vazoları Fatma’ya taşıtması, bize tipik Anadolu’nun köylü kadınlarını çağrıştırıyor.
Dünya’nın, her seferinde bizi bu şekilde tanıması hatta doğrudan kendimizi bu şekilde tanıtmamız ne kadar doğru? Bu kısım tartışmaya fazlasıyla açık. Ülke açısından, Anadolu’nun sorunlarını, “geride kalmışlığını” ortaya seren filmler yaptığımız sürece dünya bizi ayakta alkışlıyor. İşte, Nuri Bilge Ceylan sinemasının en büyük dezavantajı burada ortaya çıkıyor. Hep eksik bir Anadolu, hep geride kalmışlık ve sınıf farkını anlatan aynı zamanda da göz dolduran, muhteşem bir film yaratmayı başarıyor.
Filmde çoğu zaman ülkemizin geleneklerini ve kurallarını tanıtan Ceylan, erkeklerin egemenliğini, delikanlılığını ve hâkimiyetini, misafirperverliği, atalarımızı, ataerkil yapıyı, Anadolu’nun simgesi olan atların değerini ve İslamiyet’i filminde fazlasıyla tanıtmış. Nuri Bilge Ceylan aynı zamanda, olan bir durumu olması gerektiği haliyle tartışmış. Aydın’ın ülkemizdeki din adamlarının yanlışlarına değinmesi bu durumu çok net ifade ediyor.
Dekorun kullanımında ise, tipik topraktan, bakırdan vb. yapılma Anadolu eşyaları fazlasıyla kullanılıyor. Örme şallar, eski koltuklar, minderler, çay, kurabiye vb. detaylar kültürümüzün bir parçası olarak hemen hemen filmin tüm sahnelerinde yer alıyor. Dış mekânda ise, doğayı ön plana çıkaran detaylar, avlanma, tüfek, Kapadokya’ya özgü taş evler vb. kullanılmış. İsimlere dikkat ettiğimizde, Yan Karakterlerde; “Hamdi”, “Fatma” vb. Anadolu’ya özgü isimler kullanılırken, Başkarakterlerde , “Necla”, “Aydın” ve “Nihal” gibi modern isimler tercih edilmiş.
Aydın’a baktığımız zaman, kendi yalnızlığında kaybolmuş, mutsuz, yorgun, çabasız ve acı duymaktan zevk alan bir adamla karşı karşıya kalıyoruz. Haluk Bilginer’in canlandırdığı Aydın kimliği ancak bu kadar doğal anlatılabilirdi. Karakteriyle o kadar güzel bir hava yaratıyor ki, izleyici de onunla birlikte aynı duyguları yaşayabiliyor. Düşüncelerini dışa vurduğunda ise, günlük hayatta hepimizin hissettiği ancak bu filmde farkına varabileceğimiz ayrıntıları gözler önüne seriyor. Baştan sona edebiyat kokan filmde, birçok ünlü düşünürden (Çehov, Shakespeare, Tolstoy vb.) alıntılar var. Özellikle Aydın’ın yaptığı alıntılar, filmi daha da sürükleyici bir hale getirmiş. Aynı zamanda o kadar etkileyici ve heyecan verici konular seçilmiş ki, insan izlerken bir yandan da kendi zihniyle o tartışmalara katılabiliyor. Haluk Bilginer’in muhteşem oyunculuğu, filmin başarısında ve renginde en büyük etkenlerden biri. Aynı şey Melisa Sözen ve Demet Akbağ için de geçerli. Yüz mimikleri, diyalogları, tiradları ve kimlikleriyle özdeşleşmeleri, izleyiciyi filmde ki tüm atmosfere hayran bırakıyor. Ve tabii ki Nuri Bilge Ceylan, her zamanki gibi bu konuda da kusur bulmamıza izin vermiyor.
Film, durağan gibi görünse de öykülerin birden fazla oluşu ve muhteşem bağlantıları, insanın her seferinde kendinden bir şeyler bulmasını sağlıyor. Aynı zamanda metaforların kullanımı çok zekice ve etkileyici. Haluk Bilginer’in kendi hayatı, oteli ve misafirleri için ısmarladığı atın bağlanması, ardından da kendi bulunduğu ruhsal durumunun ve kararının sonucunda atı özgürlüğüne kavuşturması, filmin bize dolaylı olarak sonucunu söylüyor.
Her hafta vizyona giren onlarca Türk filmini düşündüğümüzde, insan Kış Uykusu’yla karşılaştırmaya çekiniyor. İşte tam burada “gişe” filminin ve “sanat” filminin ne demek olduğunu ve ne gibi farkları ortaya çıkardığını görüyoruz. Her açıdan düşünülmüş, emek verilmiş, seçilmiş ve iz bırakmayı başarmış bir filmin, sırf kâr amacını düşünerek çekilmiş olan ve her anlamda eksik bir film ile karşılaştırılınca, insan böyle filmleri izlemek için 4-5 sene beklemeyi bile göze alıyor.
Son olarak, Kış Uykusu’nda karşımıza çıkan en önemli özelliklerden biri, Katarsist yapının olmaması. Film, baştan sona durağan bir şekilde ilerlerken ve aynı şekilde sona ererken, aslında hiçbir sorunun bu kadar kolay çözülemediğini ve hiçbir şeyin bu kadar sıradan olmadığını bize anlatıyor. Aynı zamanda bir sorunun anlatılabilmesi için onun sonuçlanması da gerekmiyor. Kış Uykusu’nda yaşanan her sorun hemen hemen günlük hayatımızda hepimizin karşılaştığı ve hiçbir zaman sonuçlanmayan sorunlar. Ceylan, beklentilerimizi minimuma indirmiş ve yaşadıklarımızı “olması gerektiği” şekilde bizlere sunmuş. Sonunda ise, film birçok kapıyı açık bırakarak izleyicilere veda ediyor. Avrupa Sineması’nın en çok kullandığı sistemi, yani “yorumu izleyiciye bırakmak” söylemini biz de, Nuri Bilge Ceylan Sineması’nda görüyoruz.
(01 Şubat 2015)
Nihan Boyar