Oscar… Oscar…

Kış Uykusu (Nuri Bilge Ceylan) Cannes Film Festivali’nde Büyük Ödül’ü aldı, film ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, bu büyük bir başarıdır, hele bizim sinemamız için. Daha önce 1982’de Şerif Gören’in Yol filmi de aynı başarıyı göstermiş, aynı festivalde -ortaklaşa da olsa- altın palmiyeyi almıştı. Şimdi Kış Uykusu Oscar adayı, Yalnız, Cannes uluslararası bir festivaldir, Oscar ise Amerikan Sinema Akademisi’nin ağırlıklı olarak Amerikan filmleri arasında yaptığı bir değerlendirme sonucu verilen bir ödüldür, ödüller dizisidir, bu dizinin içinde “En İyi Yabancı Film” ödülü de vardır, bizim Kış Uykusu bu “En İyi Yabancı Film”ler içinde şimdilik aday adayıdır. Son değerlendirme beş film üzerinde yapılacakken, bizim filmimiz şu anda -içlerinden dördünün eleneceği- dokuz film arasındadır, elenecek dört film arasına girmez ise, son beş film içinde akademi üyeleri tarafından değerlendirilecektir, isterse beş film arasına girip son değerlendirmeden de galip çıksa, benim için Cannes’da alınan ödül daha önemlidir.

Tüm bunları niçin yazdım? Bizim bir kısım oyuncularımız, daha çevrilmeyi bırakın, senaryosu dahi yazılmamış, çekileceği söylenen filmlerdeki rolleri ile Oscar almaktan dem vururlar da, onun için… Öyle bir şey olamaz Çünkü böyle bir filmimiz ancak “En İyi Yabancı Film” dalında Oscar adayı olabilir, Kış Uykusu’nun olduğu gibi. Böyle bir filmden de, “En İyi Oyuncu” adayının çıktığını ben bilmiyorum. Olmaz demiyorum, -Oscar’ın fazla meraklısı değilim- benim bildiğim yok diyorum, hele de yabancı bir dil konuşan (İngilizce dışında bir dil) bir oyuncunun aday olması?

Aslında ödülün adı “Amerikan Sinema Akademisi Ödülü”dür. Verilmeye başlanıldıktan bir süre sonra, Oscar heykelciğini gören bir çocuk (?) “Ne kadar Oscar Amcama benziyor” deyince, ödülün adı Oscar’a dönüşmüş! Bizim Antalya’da verilen Altın Portakal ödülleri için böyle bir benzetme yapılmamıştır ama -sanırım medyanın başlattığı bir deyişle- Altın Portakal’a “Bizim Oscar’ımız” denir. [O zaman bende derim ki her yıl Amerikan Sinema Akademisi’nin verdiği ödül de Amerika’nın Altın Portakal’ıdır. (Fazla mı abartılı oldu?)]

Sinemada çokça film izlediğim yıllarda, makinistlerin (ark’ı kapatmayıp) izin verdiği ölçüde final jeneriklerini görebildiğim zaman, hep bir Türk ismi arardım, ben bulamadım. Her milletten demeyeyim ama (aslı) Japon, Rus, Lâtin Amerikalı isimlerine benzeyen (bir yerden sonra Amerikalı olan) çok isme rastladım. Yalnız TV.de izlediğim (sadece jeneriğini) bir filmin (?) müziğini yapanın isminin “İbrahim” (soyadı da Türk adı idi) olduğunu hatırlıyorum. Üzerinden yıllar geçti, o zaman ismini tam olarak, sinema çevresinden tanıdığım kişilere sormuştum, duyduklarını söylemişlerdi fakat şundan eminim, o kişinin Türk Sinemasında çalışmışlığı yok idi. Yani şu veya bu nedenle Amerika’ya gitmiş, (belki de orada doğmuş?) -başka bir filmde çalışmış mı?- bir filmin müziğini yaparak adını jeneriğe yazdırmış idi! (Kimdi?)

Bu arada Reise Der Hoffnung’dan (Umuda Yolculuk) söz etmek gerekir. 1991’de “En İyi Yabancı Film” Oscar’ı alan film. Senaryo yazarı Feride Çiçekoğlu, oyuncuları Nur Sürer, Necmettin Çobanoğlu, Emin Sivas, Yaman Okay… Fakat yönetmen Xavier Köller. Film İsviçre-İtalya ortak yapımı. Feride Çiçekoğlu’nun sanırım ilk senaryosu. (Başlangıçta öykü olarak yazdığını sanıyorum.) Çiçekoğlu’nun sonradan yazdığı bir takım senaryoları sinemamızda filme çekildi ama adı bu filmle duyuldu (en azından ben öyle duydum.) Sürer, Çobanoğlu, Okay sinemamızın bilinen isimleri idi, peki ya Emin Sivas’ı daha önce bilen var mıydı? Reise Der Hoffnung, Özgüç’te 1990 yılı yapımı olarak görülüyor, Emin Sivas’ın oynadığı Piano Piano Bacaksız (Tunç Başaran) filmi de 1990 yapımı. Acaba, Başaran, Sivas’ı Köller’den önce oynatmış olabilir mi filminde? Her neyse, Umuda Yolculuk’un -“Oscar” alması nedeni ile- bizde hayli heyecana neden olduğunu hatırlıyorum ama film bir İsviçre-İtalya ortak yapımı idi. Kahramanlarının Türk olması ve oyuncularının da (senaryo yazarının da) Türk olması bir rastlantı değildi şüphesiz ama bir Türk Filmi “Oscar” almamıştı.

Bu yıl Oscar’ı alan Gravity (Alfonso Cuaron) filmi aldı. Filmin Oscar’larından biri de görsel efekt dalında verilen ödül. Bu efektleri hazırlayan firma ise Fromstore. Bu firmanın -bu filmde çalışan- ekip lideri ise Selçuk Ergen. Yeditepe Üniversitesi Görsel İletişim Tasarım Bölümü mezunu, G.O.R.A. (Ömer Faruk Sorak / 2003) filminde staj yapmış. Daha önce A.B.D.de çalıştığı filmler: Iron Man 3″, “Jupiter Ascending”, “Sherlock Holmes”, “Wanted”, “47 Ronin”, “Warth of the Titans”… Sonrası ise “Gravity” ile gelen Oscar, adı Selçuk Ergen, film A.B.D. filmi, bundan, Fromstone firması ile çalışmış olmasına rağmen, kendimize (ülkemize) pay çıkarabiliriz. Artık bizimde bir Oscar’ımız, Oscar’lı bir sinemacımız var diyebiliriz.

Her ne kadar düşlerinde Oscar’ı hayal eden (düş’de bile hayal) oyuncularımızdan biri almamış olsa da, alınmış (kazanılmış / hak edilmiş) bir Oscar’ın çok fazla meraklısı değilim. Oscar ödülleri ile ilgili -şimdilik, bildiğim- iki kitap yayınlanmış ise de benim için çok daha önemli Cannes, Venedik, hatta Berlin Festivalleri ile yayınlanmış bir kitap yoktur (yoksa var mı?).

Tartışılması gerekli bir konu da, bence, görsel efekt dalında -aday olmak için- uzaya çıkıp çıkmamak. Bir oda içinde geçen Hitchcock’un Rope (İp) filmi özel efektin neresinde durur. Film tek mekânda geçtiği gibi, -o günün teknik olanakları ölçüsünde- tek çekim olarak düşünülmüş ve -öyle olmasa bile- o duyguyu uyandıracak şekilde çekilmiştir. (Yıl: 1948.) Filmde, albeni uyandıracak hiç bir görsel efekt yoktur ama kameranın (alıcının) hiç kesme (cut) yapmaması -yapma/mış şekilde seyirciye ulaştırılması- o günün koşullarında, en azından düşünüş ve uygulayış bakımından bir görsellik başarısı (dikkat edilirse “harikası” demedim) değil midir?

Oscar-lı bir filmimiz, bir (-den çok talipli var, sanıyorum) oyuncumuz yok ama ne derseniz deyin, -adını “görsel efekt sihirbazı” diye ananlar var- bir Selçuk Ergen’imiz var.

(05 Ekim 2014)

Orhan Ünser

New York’a Hoşgeldiniz

Abel Ferrara’nın yönettiği ve Gerard Depardieu, Jacqueline Bisset, Marie Moute ile Pamela Afesi’nin oynadığı New York’a Hoşgeldiniz (Welcome to New York), 31 Ekim 2014’de M3 Film dağıtımıyla Bir Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Bay Deveraux, milyon dolarlarla haşır neşir olan, dünya üzerindeki birçok ülkenin ekonomik kaderini elinde bulunduran, politik olarak da ayrıca çok güçlü bir konumdadır. Ancak dizginleyemediği bir seks tutkusu ve eğilimi vardır. Bay Deveraux, dünyayı kurtarmayı hayal eden, ancak kendini kurtaramayan bir adamdır. Parçalanmış, kayıp gitmiş bir adamdır. Şimdi Bay Deveraux’un düşüşünü seyredin.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Fragman
  • IMDb

1. Marmaris Uluslararası Kısa Film Festivali Sona Erdi, Ödüller Açıklandı

Marmaris Belediyesi ve MARTAB işbirliği ile 24 – 27 Eylül 2014 tarihleri arasında düzenlenen 1. Marmaris Uluslararası Kısa Film Festivali sona erdi. Festival kapsamında yapılan yarışma neticesinde Kurmaca dalında Arzu Görgülü’nün Lina, Belgesel dalında Halil Aygün’ün Dom, Canlandırma dalında Gözde Sukmenyıldız’ın Yalnızlığın Dayanılmaz Ağırlığı, Deneysel dalında Umut Subaşı’nın Ü. N. K. (Üç Noktanın Kullanımı) adlı filmleri birincilik ödülü kazandı. Yarışmanın Jüri Özel Ödülü Serkan Ocak’ın Resist adlı belgeseline, Martı Otel Özel Ödülü ise Engin Çetinkaya’nın Renklerin Kardeşliği adlı animasyonuna verildi.

1. Marmaris Uluslararası Kısa Film Festivali Sona Erdi, Ödüller Açıklandı yazısına devam et

Hacer Buluş’u Kaybettik

Seslendirdiği Türk halk müziği eserleriyle tanınan 88 yaşındaki Hacer Buluş, 30 Ağustos 2014 Çarşamba günü hayatına kaybetti. Buluş’un cenazesi 01 Eylül 2014 Pazartesi günü Ankara Hacı Bayram Camii’nde kılınan ikindi namazının ardından, Cebeci Mezarlığı’nda toprağa verildi. Uzun yıllar Ankara Radyosu’nda Türk halk müziği sanatçısı olarak görev yapan Buluş, 1947 yılında Baha Gelenbevi’nin yönettiği Yanık Kaval adlı filme, Müzeyyen Senar ve Mustafa Çağlar ile birlikte sesiyle katkıda bulunmuş 1948 yılında ise Şadan Kâmil’in yönettiği Dümbüllü Macera Peşinde adlı filmde oynamıştı. Merhumeye tanrıdan rahmet, kederli ailesine sabırlar dileriz.
Hacer Buluş’u Kaybettik yazısına devam et

Drakula Efsanesine Alternatif Başlangıç

İrlandalı yazar Bram Stoker’ın klâsikleşmiş gotik romanına ilham kaynağı olan vampir miti sinemanın ve popüler kültürün gündeminden düşmüyor. 1897 yılında ilk kez yayımlanan ‘Drakula’nın baskısı hiç tükenmemiş ve gerek edebiyatta gerekse sinemada bir altkültür yaratmıştır. Drakula’nın beyazperdeyle ilk flörtü Wilhelm Murnau’nun 1922 tarihli ‘Vampir Nosferatu’ filmiyle başlar. Etkileyiciliğini hiç kaybetmemiş bu sessiz klâsik, Alman dışavurumcu sinemanın paha biçilmez hazinelerindendir. Bu parlak başlangıcın ardından önce Hollywood’a daha sonra farklı diyarlara uğrayan karanlıklar prensi, rahmetli Atıf Kaptan’ın personasında 1953 yapımı Mehmet Muhtar filmi ‘Drakula İstanbul’da’ ile ülkemiz sinemasını da ziyaret etmiştir. Ellili yılların sonlarından başlayarak korku filmleriyle marka olmuş İngiliz kökenli Hammer Films’in kotardığı Kont Drakula filmleri birkaç kuşağın korkulu düşlerini işgal edecek, vampirlerin şahını canlandıran Christopher Lee’yi yıldız mertebesine yükseltecektir.

Bram Stoker’ın İngiliz gezgin Emily Gerard’ın Transilvanya folkloruna ilişkin çalışmalarından esinlenerek kurguladığı rivayet edilen romanı, yazıldığı Viktoryen döneminin bastırılmış kadın cinselliğinin hapsedildiği yerden kurtularak baskıcı toplumu cezalandırmasının metaforu olarak okunagelmiştir. Nitekim bu noktadan hareketle yola çıkan Paul Morrissey’in ünlü camp’i ‘Blood for Dracula’ (1973), Werner Herzog’un 1979 yapımı çağdaş Nosferatu uyarlaması ve nihayet Francis Ford Coppola’nın barok fantezisi ‘Bram Stoker’s Dracula’ (1992) eserin kadın cinselliğini özgürleştiren özgün temasını ön plâna çıkarmıştır.

Coppola’nın filmi jenerik öncesi giriş bölümünde gölge oyunu marifetiyle efsanevi kontun tarihsel bağlarını seyirciye aktarmayı dener. Karanlıklar prensinin yeni gösterime giren taze hikâyesi ‘Drakula: Başlangıç / Dracula: Untold’ Coppola’nın bu prologundan yola çıkarak oluşturmuş hikâyesini. Vampirlerin dünyası, efsaneye ilham veren batıl inançlar ya da bastırılmış cinsellik gibi temaların ötesinde Stoker’ın tarihi esin kaynağı Eflak prensi Vlad Tepeş ya da bizde bilinen adıyla Kazıklı Voyvoda’nın kurgusal serüvenini anlatan bir film bu. Asırlar boyu Avrupa ve Asya imparatorluklarının saldırıları arasında sıkışıp kalmış (günümüz Romanya’sının sınırları içinde yer alan) huzursuz Eflak ülkesinin bir kahramanı olarak ele almış efsanevi kişiliği. Osmanlı’nın Eflak beyliği ile ilişkisini tarihsel açıdan yeniden kurgulamış, tarihi adeta yeni baştan yazma fantezisine girişmiş. Osmanlının elinde devşirme olarak savaş meydanlarında çocukluğunu ve ilk gençliğini tüketmiş olan prens Vlad yıllar sonra ata yurduna dönerek huzur ve barışı sağlamıştır. Lakin Osmanlı tehdidi devam etmektedir. Çocukluk arkadaşı Fatih Sultan Mehmet’in aralarında kendi oğlunun da olduğu 12 yaşından büyük erkek çocukları savaşçı olarak yetiştirilmek üzere yeniçeri ocağına teslim etmesi talebi onu çılgına çevirir. Tepelerde bir mağarada izini bulduğu şeytanın elçisiyle Faustvari bir pazarlığa oturur. Ruhunu karanlık güçlere teslim edecek ancak karşılığında ulusunu ve ailesini kurtaracak üstün güçlere kavuşacaktır.

Süper kahramanların üç boyutlu alemde döne döne savaştığı son dönem Hollywood aksiyonlarının, vampir hikâyelerinin büyük ilgi gördüğü bir gündemde Drakula’nın kapısını çalması bekleniyordu. Universal stüdyolarının Alex Proyas ile işbirliği içinde ta 2007’den beri Drakula: Sıfır Yılı adlı bir projeye hazırlandığını biliyorduk. Kısmet taze yönetmen Gary Shore’unmuş. İrlandalı genç sinemacı 1950’li yılların bilim kurgu hikâyelerine öykünen siyah beyaz kısa filmi ‘The Draft’ ile dikkatleri çekmiş ve Hollywood’da ilk işini almış bu sayede.

Kuzey İrlanda’da çekilmiş olan ‘Drakula: Başlangıç’ Gary Shore adına başarılı bir ilk deneme. Aksiyon sinemasının bildik klişelerini yerli yerinde kullanmış, bir avuç vampirin Osmanlı ordusunu bozguna uğrattığı ya da prens Vlad ile Fatih’in gümüş paraların gözalıcı ışığında düello sahneleri gibi etkileyici bölümlerden yüzünün akıyla çıkmış. Kazıklı Voyvoda rivayet edildiğinden farklı olarak daha insaflı, günümüz Romanya’sında ifade edildiği üzere halkını kurtarmak için şeytanla işbirliği yaparak kendini feda eden bir halk kahramanı olarak sunulmuş. Son dönemin karizmatik oyuncularından Galli Luke Evans ‘Titan’ların Savaşı’nın Apollo’su, ‘Üç Silahşörler’in Artemis’i ve son Hobbit serisinin Bard’ının ardından prens Vlad rolüyle parlıyor. Evans’ın Stephen Frears filmi ‘Tamara Drewe’da (2010) rakip aşıkları oynadıkları Dominic Cooper’ın Fatih’i, emektar İngiliz oyuncu Charles Dance’in görmüş geçirmiş usta vampiri canlandırdığı filmin sürpriz finali, hınzır bir devam filmini müjdeliyor gibi.

(05 Ekim 2014)

Ferhan Baran

[email protected]

Reis Çelik: Sinemamızın 100. Yılında Bunlar Yaşanmamalıydı

Altın Portakal’da Reyhan Tuvi’nin Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek belgeselinin merkezinde bulunduğu “sansür” tartışmalarının tam ortasında, sosyal medyada paylaşılan ve Reis Çelik’e ait olduğu öne sürülen bir yazı gündeme gelmişti. “50 Yıllık Altın Portakal Film Festivali, Portakal Kadar Aklı Olanlara Harcatılmamalı” başlıklı yazıda, filme yapılan müdahale eleştirilmekle birlikte, “Kriz iyi yönetilememiş ve bunun üzerinden ucuz popülasyon meraklılarının ağzına ‘FESTİVALDE SANSÜR VAR’ sakızı verilmiş” olduğu ileri sürülüyordu.

Uzun bir sürece yayılan dostluğumuzdan aldığımız cesaretle ve bu biçimde gelişen olaylara tutumunun “net” olduğu varsayımından hareketle, durumu yönetmenle konuşma olanağı bulduk. Yazının kendisi tarafından kaleme alındığını belirten Çelik, kısaca şu görüşlere yer verdi:

Yazınız, sinema çevrelerinin hiç değilse bir bölümünde küçük çaplı bir fırtına kopardı ve bir ölçüde de, sansüre karşı ortak hareket eden çevrelerde hayalkırıklığına yol açtı. Ne dersiniz?

Yazım, olaylara doğru bir yönden bakılması gerektiğine işaret ediyordu. Ucuz ve hesapsızca yapılan, popülist ve sorundan ziyade festivali hedef aldığını düşündüğüm yaklaşımlara itiraz manasına geliyordu.

Konuya en başından yaklaşalım. Ortada bir sansür olduğunu düşünüyor musunuz?

Elbette, bunun tartışması bile olmaz. Ortada hepimizin itiraz etmesi gereken bir müdahale var; ancak sürecin yönetilme biçimini yanlış bulduğumu da söylemeliyim.

Dilerseniz bunu açalım biraz…

Öncelikle sansürün devletin işine gelen bir mekanizma olduğunun altını çizelim, dahası çok da beklemediğimiz bir süreç yaşamadığımızı hatırlatalım. Ama son noktada da görüldüğü gibi bu durum aşılabilirdi. Çözümü hiç de karmaşık değilken, konu birden ‘festivalin yapılıp yapılamayacağı’ tartışmalarına dayandı. Gelinen noktada devlet mekanizmasının ne yapacağını zannediyorsunuz, nasıl bir geri adım bekliyorsunuz? İtirazlarımızı ortaya koyarken bazı gerçeklerden habersiz davranamayız. Festivallerin ne kadar zor koşullarda organize edildiğini, bir yığın bürokratik dayatmanın ortasında sinemamızı halkla buluşturabilme adına hangi fedakârlıklara göğüs gerildiğini unutamayız. Yazıda da en çok altını çizdiğim konu buydu.

Doğal olarak, böylesi bir durumda ‘ne yapılabilirdi’ sorusu gündeme geliyor.

Kuşkusuz Festival Yönetimi ve Yürütme Kurulu, -ki, her birisinin ne kadar değerli insanlar olduğunu siz de çok iyi biliyorsunuz- konuya daha dikkatli yaklaşabilirdi, filmin yaratıcısıyla daha titiz bir süreç yönetilebilir ve olayların bu noktaya gelmesinin önüne geçilebilirdi. Niyetleri yasakları hortlatmak olmasa da, ortada krizi yönetememe hali olduğu belli oluyor.

Konuya popülist yaklaştığını iddia ettiğiniz çevrelerin nasıl bir hata yaptıklarını düşünüyorsunuz?

Öncelikle somut olarak kimseyi hedef almadığımı, tepkilerini birer metinle ortaya koyan kurumları kastetmediğimi belirteyim. Az önce de söylediğim gibi konunun Festival cephesinde ele alınışındaki hatalı yaklaşımın kimi çevreleri etkinliğin yapılmaması noktasına getirmesine itiraz ettim. Ulaşılacak sonuç bu olmamalıydı. Ayrıca Türkiye’deki sinema çevrelerinin ortaya koyabileceği pek çok tepki yöntemi olduğu da unutulmamalı. Örneğin etkinlik, bir belgeseli göstermek istemiyorsa, Antalya’ya gelir, boş bir duvara beyaz perdeyi çeker ve yapımın süresi kadar oraya bakarız. Ama bütün bunları tam da sinemamızın 100. ve ülkenin en önemli sinema etkinliklerinden birinin 51. yılında konuşmaktan üzüntü duyuyorum. İçimden bu yıl yapılacak Altın Portakal’a gitmek de gelmiyor.

Bütün bunları neye bağlıyorsunuz?

Festivaller bürokrasinin elinden kurtulamadığı, yerel yönetimlerin belirleyici unsura dönüştüğü noktada, “Antalya nasıl özgürleşir?” sorusuna yanıt vermek hiç de kolay değil. Yalnızca İstanbul Film Festivali örneğinin düşünülmesi gerektiğine ve organizasyonların bağımsız olması durumunda neleri başarabileceklerine dikkat çekmek isterim.

Yönetmenin ve Festival Yönetimi’nin son açıklamalarına bakıldığında belli bir noktaya ulaşmış olduğu görülüyor. Siz ne dersiniz?

Tartışmanın merkezinde küfür olayı olduğu söyleniyordu. Eserin bir belgesel olduğu hatırlanırsa, yapılan uyarının anlamı olmadığı görülecektir. Arkadaşımız Gezi olaylarını masaya yatırmış ve gerçeklere müdahale etmeden yaşanan ana tanıklık etmiş. Gezi’deki küfürler ayrı bir tartışma konusudur, bunun belgeselde yer alması ayrı… Yine de gelinen noktanın yönetmenin özgür iradesiyle aldığı bir kararın sonucunda ortaya çıktığını düşünerek, -başta olması gerekene sonunda ulaşabilsek de-, bundan sinemamız adına mutluluk duyuyorum.

İsminiz Festival’in danışmanları arasında yer alıyor bu arada…

Evet, öyle yazıyor; ama bir toplantı dışında danışmanlık hizmeti verdiğimi söyleyemem. Yalnızca, “filmlerin başka festivallere katılmama şartı” gündeme geldiğinde, böyle bir karar alınacaksa, bunun bir defaya mahsus olması gerektiği düşüncemi belirtmiştim. Yeni bir ekip kuruldu, başarılı olmalarını diliyorum.

Yazınızı ilk okuduğumda, bir filminize atıfta bulunarak “Yarını bilemem; ama Reis Çelik için Hoşçakal Bugün!” ifadelerini kullanmıştım.

Festivaller sinemamızın kalbinin attığı, üretimlerin halkla buluştuğu yerlerdir. Bu platformların elimizden çıkması sinemaya hiçbir yarar getirmez. Organizasyonları eleştirirken yapıcı olmak tüm sektör için faydalıdır. Sona erdirilen Yeşilçam Ödülleri’ni veya TÜRSAK’ın Altın Portakal organizasyonlarını düşünün.

Söyleşi için teşekkür ederim, karar kamuoyunun olsun.

(05 Ekim 2014)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

4. Bodrum Türk Filmleri Haftası Sona Erdi, Onur Ödülleri Dağıtıldı

Sinemamızın 100. yılına rastlayan 4. Bodrum Türk Filmleri Haftası, dün akşam Bodrum’un gözde mekanı Trafo’da yapılan onur ödülleri töreniyle sona erdi. Bodrum Belediye Başkanı Mehmet Kocadon’un da katıldığı ödül töreninde başta sinemamızın duayen yapımcısı Türker İnanoğlu olmak üzere sinemamızın sevilen yönetmen ve oyuncuları Selda Alkor, Suzan Avcı, Yılmaz Köksal, Erdal Özyağcılar, Murat Şeker, Yüksel Aksu, Yılmaz Atadeniz’e onur ödülleri verildi.

4. Bodrum Türk Filmleri Haftası Sona Erdi, Onur Ödülleri Dağıtıldı yazısına devam et