13. Frankfurt Türk Film Festivali’nin En İyi Filmi: Küf

13. Frankfurt Türk Film Festivali, 02 Kasım Cumartesi akşamı Frankfurt’un tarihi sineması Cine Star’da yapılan ödül töreniyle sona erdi. Festival kapsamında bu yıl ilk kez gerçekleştirilen Uzun Metraj Film Yarışması’nda büyük ödülü Ali Aydın’ın yönettiği Küf filmi kazandı. Küf ayrıca En İyi Yönetmen ve En İyi Erkek Oyuncu (Ercan Kesal) ödüllerini de aldı. En İyi Kadın Oyuncu ödülünü Şimdiki Zaman ile Sanem Öge, En İyi Senaryo ödülünü Elveda Katya ile Nalan Merter Savaş, En İyi Müzik ödülünü Mar ile Can Erzincan, En İyi Görüntü Yönetmeni ödülünü ise yine Mar ile İlke Berke ve Canan Özcan kazandı.

13. Frankfurt Türk Film Festivali’nin En İyi Filmi: Küf yazısına devam et

Hasankeyf ve Amazon’un Ortak Belgeseli Portekiz’de Ödül Aldı

19 – 26 Ekim 2013 tarihlerinde, Portekiz’de gerçekleştirilen Uluslararası CineEco Çevre Filmleri Festivali kapsamında düzenlenen yarışmada, Ilısu Barajı projesi nedeniyle yok olma tehdidi ile karşı karşıya olan Hasankeyf ve Amazon’u konu alan Damocracy belgeseli ödül aldı. 1996 yılından bu yana her yıl ekim ayında gerçekleştirilen CineEco Festivali, çevre temalı filmlere adanıyor. Her sene 40’tan fazla ülkeden 600’ün üzerinde çevre konulu filmin katıldığı festivalde jüri 10 filmi ödüle layık görüyor. Yarışmanın en prestijli ödüllerinden biri olan Çevresel Antropoloji ödülünü bu sene Damocracy filmi aldı. Doğa Derneği adına Kanadalı ünlü yönetmen Todd Soutgate’in hazırladığı film, Amazon ve Hasankeyf halkının baraj karşıtı ortak mücadelesini konu alıyor.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Uluslararası Boğaziçi Film Festivali Kısa Metraj Filmlerin Yarışma ve Gösterim Seçkileri Belirlendi

    14 – 30 Kasım 2013 tarihleri arasında düzenlenecek olan Uluslararası Boğaziçi Film Festivali’nin Kısa Metraj Yarışma ve Gösterim Seçkileri belirlendi. Yarışma seçkisinde Amok Koşucusu (Baki Erdi Mamikoğlu), Buhar (Abdurrahman Öner), Sessiz (Rezzan Yeşilbaş), Şeref Dayı ve Gölgesi (Buğra Dedeoğlu), Yüksük (Enes Yurdaün), Zamanı Öğütmek (Yusuf Cinbulak); gösterim seçkisinde ise Adem’in Kuyusu (Veysel Cihan Hızar), Canım Benim (Ahmet Baturay Tavkul), Elmayı Yemek (Mustafa Mert Güler), İstirahat Odası (Hakan Burcuoğlu), Leke (Nafi Ayvacı) gibi filmler var.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Tarlabaşı ve Savaş Ay ve Aziz Ayşe

    Siz hiç çöplerden yiyecek artıkları toplayıp karnınızı doyurdunuz mu?

    Hiç çorba parasına adamların altına yattınız mı?

    Sokaklarda aç kalıp dilendiniz mi?

    Renginizden, cinsel yöneliminizden, ayrıksı dış görünüşünüzden dolayı şiddete uğradınız mı?

    Gece ayazda hayatınızı riske atıp yol kenarlarında fuhuş yaptınız mı?

    Hiç karakollarda copların tadına baktınız mı?

    Bakmayın, gazete köşelerinde keyif çatan yazarların insan hakları vurgularına… Bir davet, gala, konser çıkışı yanlarına sokak çocukları yanaştığında oradan hızla uzaklaşırlar. Toplumun en dibine itilmiş ve sadece yaşamaya devam edebilmek için çırpınan, sokaklarda sürünüp bir umut ışığı arayan insanlara, gazetecilerimizin / sanatçılarımızın ilgisi hep sınırlı kalmıştır.

    Tüm eksikliklerine karşın iyi ki bir “Ağır Roman” sinema filmi olarak çekildi… 9 Kasım’da yitirdiğimiz Savaş Ay, 1990’lara “A Takımı” ile iyi ki damga vurdu. Ve iyi ki, Elfe Uluç (her ikisi de aramızdan ayrılmış olan, Türkiye’nin en iyi birkaç öykü yazarlarından Sevim Burak ile ressam Ömer Uluç’un kızları) “Aziz Ayşe”yi çekti… Çünkü alt sınıfların nefes alıp verdikleri son yer olan Tarlabaşı, parça parça yok ediliyor. Yerine ‘her türden’ kapitalistin para basacağı yapıların olduğu bir ruhsuz bölge oluşturuluyor.

    Tarlabaşı’na dair görsel hafızamıza katkı niteliğinde belgeler daha fazla olmalıydı kuşkusuz. Fakat bunun için orada yaşamaya çalışan insanların içine sızan, onlardan biri gibi davranan, onlar gibi kokan gazeteciler ve sanatçılar pek çıkmadı. ‘Savaş Abi’, 90’larda, gece-gündüz o sokaklarda rastladığımız ve keşlerin, eşcinsellerin, seks işçilerinin, ayyaşların, trans kadınların, hayranı olduğu Çingenelerin de çok zengin öykülere sahip olduğunu gündeme getiren tek televizyon programcısıydı. ‘Korkunç sansür organizasyonu’ RTÜK’ün olmadığı dönemde stüdyosunu onlara açmış, dramatik hikâyelerini ekranlarda paylaşmalarını sağlamıştı. Hiç kimse bu insanlara onun gibi yaklaşamamıştı; Savaş Ay’ın yaydığı güven benzersizdi.

    Elfe Uluç ise, ‘doku drama’ olarak çektiği “Aziz Ayşe”de, besin zincirinin en altında yer alan ve gençlik yıllarını geride bırakmış, travestimsi bir çöp toplayıcısının insani özüne ulaşmaya çalışmış. Bunu yaklaşık 5 yıllık bir zamanda ve Tarlabaşı’nın ara sokaklarını belgeleyerek gerçekleştirmiş. Asıl adı Melikşah Yardımcı olan Aziz Ayşe’nin belgeselini çekmek için onunla birlikte bu ‘çöp dünyanın’ içine giren genç kadın Elif’i ise, karakterinin tekâmülündeki yükselişine seyirciyi inandıran Feride Çetin oynamış (mükemmel seçim).

    Peki, “Aziz Ayşe”, biz ikiyüzlülere ne söylüyor: “İlk Taşı en günahsızımızın atmasını mı?”… İnsan suretinde hırs ve açgözlülükle dolaşmanın kolay, ancak gerçekte insan olmanın / hissetmenin zor olduğunu mu? Çöplerden beslenmenin, harabede yaşamanın, kötü görünmenin, sınırları çizilmiş ahlâk normlarının dışında davranmanın, evet, bunların hiç birinin iyi bir yüreğe sahip olmaya engel olmadığını mı, olamadığını mı? Kendisi muhtaç durumdayken eline geçen paraları yardım için harcamanın asıl erdem olduğunu mu?

    “Aziz Ayşe”, yukarıdaki soruların hepsine dair bir film: Bazı teknik yetersizlikleri olabilir ama insan kalbine dokunma anlamında, çoğu kibirli filmi ezer geçer. Bu Tarlabaşı’nın ruhu üzerine de bir film. Metin Kaçan’ların; kötü lokantaların masalarında, berbat barların kuytu köşelerinde ruhu üşümüşlerin; Savaş Ay’ların; ispirto içip kafa bulmaya çalışanların; Dolapdere tamirhanelerindeki bıyıkları yeni terleyen çırakların; sidik kokulu sokaklarda ‘koli kesen’ lubunyaların…

    Yürekli bir sinemacı Elfe Uluç’a bravo.

    Huzur içinde yat Savaş Ay.

    Not: Elfe Uluç’un şu görüşlerine de yer vermek istiyorum: “Ben bu proje üzerinde 2005’ten beri uğraşırken, Tarlabaşı ve Ayşe’nin, Fellini’nin ‘Ginger ve Fred’ filminde yaşlanan figüran oyuncuları gibi yavaş yavaş çöküşlerine ve silinişlerine şahit oldum. Ayşe ilk gördüğümde ve filmini çekmek istediğimde 52 yaşındaydı ama Tarlabaşı’nda bir yıl, 3 yıl gibi yaşanıyor. Filmi bitirene dek genç bir insan yaşlı bir insana dönüştü. Tarlabaşı da yıkıldı, evi de yıkıldı. Bu bir hayatta kalma savaşının hikâyesi oldu. Filmin kendi prodüksiyon macerası da öyle.”

    (10 Kasım 2013)

    Ali Ulvi Uyanık

    ali.ulvi.uyanik@gmail.com

    Sağ Salim 2: Sil Baştan

    Ersoy Güler’in yönettiği ve Burçin Bildik, Ezgi Asaroğlu, Murat Akkoyunlu ile Hüseyin Avni Danyal’in oynadığı Sağ Salim 2: Sil Baştan, 10 Ocak 2014’de Chantier Films dağıtımıyla Gülen Adam Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Salim’in kimsesiz bir cenazeyi memleketine götürmeyi kabul etmesiyle başlayan macera, yol arkadaşı Nihal’in annesinin intikam için rehin alınmasıyla yeniden başlıyor. Her yerde 11 kötü adamın seri katili olarak aranan kahramanlarımız yakalanmamak için kılık değiştirirler. Ancak işler düşündükleri gibi gitmez. Salim belâdan kurtulmak için eline silâh alınca da serüven yeniden başlar.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman: 1 / 2
  • IMDb
  • Sağ Salim 2: Sil Baştan yazısına devam et

    Arka Pencere Dergisi 4 Yaşında

    Her Cuma yayımlanan haftalık online film kültürü dergisi Arka Pencere, 01 – 07 Kasım 2013 tarihlerini kapsayan 210. sayısıyla 4 yaşını bitirip 5 yaşına basıyor. Yeni sayıda Çok Bilen Adam köşesindeki vizyon eleştirileri şöyle: Behzat Ç. Ankara Yanıyor, Thor: Karanlık Dünya (Thor: The Dark World), Sen Aydınlatırsın Geceyi, Frances Ha, Son Durak (Fruitvale Station), Last Vegas, Kahraman İkili (Free Birds), Aziz Ayşe ve Acemi Gladyatör (Gladiatori Di Roma). Tunca Arslan, Trendeki Yabancı köşesinde Yaşar Kemal’li bir anıyı naklediyor. Klasik bir başyapıtın incelendiği Aşktan da Üstün köşesinde Andrey Tarkovski’nin Ayna’(Zerkalo) yer alıyor.

    Benim Dünyam mı, ya da Bizde Helen Keller’ler Var mı?

    Helen (Adams) Keller (1880 -1968), Kör ve sağır kişilerin eğitimlerinde önemli bir örnek olarak tanınan ABD’li yazar ve eğitimci. Ağır bir hastalık nedeni ile 19 aylık iken “kör ve sağır” oldu. … Bir süre sonra konuşma yetisini yitirdi. … 1904’de Cambridge’deki Raddcliffe College’i üstün başarı ile bitirdi. Bu eğitiminde (ve başarısında) katkısı olan öğretmeni Anne Mansfield Sullivan’da önceleri kör iken, gördüğü tedavi sonucu kısmen iyileşmiştir. (Ana Britannica Ansiklopedisi, 18. cilt 343. sayfa)

    ABD’de, hep yapıldığı üzere Keller’in (mücadeleli ve mucizeli) yaşamı tiyatro sahnesine taşınmış ve Broadway’de çok tutulmuş bir oyunu oluşturmuştur. Oyun, “melodrama kayması çok kolay ve olası bir gerçek yaşam öyküsünden, duygusallığı son derece denetlenmiş bir yaşam dilimi” (Dorsay – 100 Yılın 100 Yönetmeni, s. 415 – 418) olarak -televizyon kökenli- Arthur Penn tarafından Miracle Worker (1962) adı ile sinemaya uyarlanır. (Filmdeki eğitimci kadın öğretmen rolü ile Anne Bancroft, Oscar ödülü alır, Helen Keller’in küçüklüğündeki oyunu ile de Patty Duke başarı kazanır. (Film bizde Karanlığın İçinden adı ile gösterilmiştir. -Ben TV gösterisini hatırlıyorum, sinemalara çıktı mı???-)

    Bu yaşamı, oyunu ve Penn’in filmini belirttikten sonra bizim, Benim Dünyam’a gelirsek, öncelikle şunu söyleyelim ki, gerek filmin afişlerinde (ve yazılı basın tanıtımlarında) ve jeneriğinde Sangay Leela Bhansali’nin Black’inden (2005) esinlenildiği (“uyarlandığı” diyebiliriz) belirtiliyor. Garip olan Bhansali’nin -senaryoyu da yazmıştır- filminin (filminin öyküsünün) özgünlüğünden söz edilmesidir. Gerçi, Black’i bilmiyorum ama bizim Benim Dünyam, bir Miracle Worker uyarlaması değildir. Hem jeneriğine bile Black uyarlaması olduğu yazıldıktan sonra, filme -bu nedenle- her hangi bir şey söylemek mümkün değildir. Filmi beğenir veya beğenmezsiniz, “ağlatma” özelliğini öne çıkarıp eleştirirsiniz. O zaman Yeşilçam’ın tarihine bir göz atın derim. Ayrıca bu (ağlatma) özelliği de -özellikle- vurgulanmış değildir, -Elâ’nın durumunun hiç de normal olmadığı için- konunun gereğidir.

    Bir “sinema filmi” niçin ve nasıl yapılır? Ansiklopedik bilgiye göre Keller’in öğretmeni bir kadındır, Miracle Worker’da da bu öğretmen kadındır (Anne Bancroft), Benim Dünyam’da ise erkek (Uğur Yücel). Bhansali’nin Black’inde de böyle mi, yani değişikliği Bhansali mi yaptı, yoksa bizim değiştirmemiz mi? (Black’i seyretmemiş olmak herhalde ayıp değil.) Biz de Helen Keller var mı? Olup olmaması önemli mi, -başka fakülteleri bilmem ama ben okurken Hukuk Fakültesi’nde (hatta bizim sınıfta) kör öğrenciler vardı, şimdi İstanbul Barosu’na kayıtlı kaç kör avukat var. Bunlar sayılacak şeyler değildir- bana göre önemli de değil.

    Uğur Yücel bir film yapmaya karar vermiş -belki bunda başkaları etken olmuş olabilir- ve yapmış, Beren Saat, zor bir rolün altına girmiş, başarmış da. (Bu arada küçük Elâ’da Melis Mutluç’u da unutmayalım.) Filme giden seyirci ister Saat için gitsin, ister Yücel için, isterse “ağlamak” için… Yücel’in Benim Dünyam öncesinde yaptığı, dış festivallerde boy göstermiş filmi Soğuk, gösterim için Aralık ayını beklerken, Benim Dünyam sinemada (pardon sinemalarda) boy gösteriyor… Filmin uyarlama olması kimseden saklanmıyor, sonra -yine bir bakın bakalım- Yeşilçam tarihinde ne uyarlamalar yapılmış. Film, Yeşilçam sineması özellikleri taşıyormuş. Burada bir yanlışlık var, Yeşilçam düzeni bir üretim biçimi idi, değişen odur, yoksa Yeşilçam tarzı film yapmak (ne demekse?!) bir eleştiri konusu olamaz.

    Ben hiçbir film için “gidin” veya “gitmeyin” demem, burada Benim Dünyam filmi hakkında da bir şey söylediğimi zannetmiyorum. Film hakkında -bence bilinmesi gerekli- ön bilgiler verdim. Bunların seyirciyi olumsuz etkilemesini de istemem. Yine de gidip gitmeme kararı seyircinindir ama film -ne de olsa- bir Uğur Yücel filmi.

    (09 Kasım 2013)

    Orhan Ünser

    Komedi Paketi 08 Kasım’da Açılıyor, Hükümet Kadın 2’de Kadro Aynı

    İlkinin kahkahaları damaklarda kalan Hükümet Kadın, maceralarına kaldığı yerden değil, geldiği yerden devam ediyor. Demet Akbağ’ı, Güneydoğu’nun ilk kadın belediye başkanı “Xate” karakteri ile beyazperdeye taşıyan filmin ikincisi 08 Kasım’da vizyona giriyor.
    İlk filmde eşinin vefatıyla kendini belediye başkanı olarak bulan Xate, devam filminde de Faruk ile beklemediği bir mücadeleye girişiyor. Demet Akbağ ve Sermiyan Midyat’ın başrollerini paylaştığı filmde, Mahir İpek, Gülhan Tekin, Burcu Gönder, Ayberk Atilla ve konuk oyuncu olarak katılan Ercan Kesal bu kez ilk filmden 7 yıl geriye gidiyor.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • İstanbul Modern’de Hitchcock Şöleni

    Sinemateklerin varolmadığı şehrimizde bu ihtiyacı karşılamak üzere birbirinden ilginç retrospektifler düzenleyen birkaç kurumdan biri ‘İstanbul Modern’. ‘Hitchcock 9’, D-Smart sponsorluğunda faaliyet gösteren müze sinemasının British Council işbirliği ile gerçekleştirdiği paha biçilmez son etkinliği.

    Program, auteur yönetmenlerin en verimlilerinden Alfred Hitchcock’un sessiz sinemanın altın çağı olarak kabul edilen 1925-1929 yılları arasında ülkesi İngiltere’de çekmiş olduğu ilk dönem filmlerinden 9’unu kapsıyor. Nadir görülmüş bu filmlerin pırıl pırıl dijital kopyaları, İngiliz Film Enstitüsü (British Film Institute) tarafından onarılmış, arşivler taranarak eksik bölümler ilâve edilmiş. Hitchcock’un halen izi sürülmekte olan bu dönemden tek kayıp filmi olan ikinci uzun metrajı ‘The Mountain Eagle / Dağ Kartalı’ (1926) haricindeki tüm yapıtlarından oluşmuş retrospektif, İngiltere ve Şangay’dan sonra üçüncü ayağında bizde gösteriliyor. Sinefiller ve sinema öğrencileri için gerçekten kaçırılmaz bir fırsat bu.

    Programdaki filmlerin üç tanesi müzik eklenmiş kopyalardan izlenirken, altı tanesi, sessiz sinema döneminin ritüeline uygun olarak canlı piyano eşlikli olarak gösteriliyor. 07 Kasım Perşembe günü programda yer alan ilk film 1928 yapımı ‘Champagne / Şampanya’, İngiliz sinema tarihçisi Ian Haydn Smith’in sunumu ve İngiliz piyanist John Sweeney’nin mükemmel doğaçlama eşliğiyle sunuldu. Sinema dilini geliştirme yolunda sürekli yeni buluşlar peşindeki genç Hitchcock’un bu sekizinci filminin açılış sekansındaki büyütülmüş şampanya kadehinin içinden yansıyan görüntüler, sinemacının ilk dönem yenilikçi deneyleri arasında en ünlülerinden. Hollywood usulü kamera hareketleri eşliğinde screwball tarzına yakın bir deneme ‘Şampanya’. En dramatik sahnelerde Chaplin tarzı mizahtan geri durmayan ve kariyerinde giderek pişen genç ustanın diyalog ve ara yazıları çok aza indirdiği bir çalışma bu.

    ‘Downhill / Yokuş Aşağı’ (1927) yine Haydn Smith sunumu ardından müzik eklenmiş bir kopyayla gösterildi. Hitchcock’un bu dört numaralı opus’unda, daha önce ‘Der Letzte Mann’ filminin setinde bulunmuş olduğu ‘Nosferatu’ yönetmeni F. W. Murnau ve ışık / gölge kullanımıyla Alman ekspresyonizminin etkileri özellikle finaldeki düş sekansında açıkça belirgin. Hitchcock, sonraki kariyerinde öne çıkacak olan ‘yanlışlıkla suçlanmış adam’ temasına ilk kez bu filmde yer vermiş. Başrolde sonraları daha çok müzisyen olarak ünlenecek çok yetenekli şarkı sözü yazarı ve film müzikleri bestecisi Ivor Novello’nun yer alması ‘Downhill’in bir diğer özelliği.

    Hitchcock’un çok zengin kişilerden pek hazzetmediği bilinir. Yukarda sözünü ettiğim ilk dönemine ait her iki film de parasını kaybetmiş ya da kaybetmiş süsü veren Wall Street’in varlıklı karakterleri üzerine kurulu. Bu filmlerin büyük mali bunalımın hemen öncesi çekildiği düşünüldüğünde, Hitchcock’un hınzırca bir öngörüde bulunduğunu düşünüyorsunuz ister istemez.

    Haydn Smith ile Hitchcock’un 50 yıllık muhteşem kariyeri üzerine çok keyifli bir söyleşi sonrası günün son filmi olarak, ustanın sessiz döneminin son filmi olan ‘Blackmail / Şantaj’ (1929) gösterildi. John Sweeney’nin canlı piyano eşliğinde izlenen ‘Şantaj’ın kısmen sesli çekilmiş bir ikinci versiyonu da mevcut. Yine programda yer alan 1926 yapımı ‘The Lodger: A Story of the London Fog / Kiracı: Sisli Bir Londra Hikayesi’ ile birlikte Hitchcock’un ilk döneminin en parlak ürünleri, üstada cinayet ve gerilim filmlerinin ustası ünvanını kazandırmış filmlerinin atası sayılıyor bu iki yapım.

    Retrospektifte yer alan ilk Hitchcock filmi ‘Pleasure Garden / Zevk Bahçesi’ (1925) ile ‘The Manxman / Aşk Üçgeni’ne (2009) Hasan Ali Toker; ‘Easy Virtue / Hafif Meşrep’e (1928) Erdem Helvacıoğlu; ‘The Farmer’s Wife / Çiftçinin Karısı’na (1928) John Sweeney piyano ile eşlik ediyor. Programın bir diğer yapımı ise, üstadın özgün senaryosunu bizzat kaleme aldığı tek filmi (retrospektifte yer alan filmlerin önemli bölümünün senaryosu Eliot Stannard‘a aittir) 1927 yapımı ‘The Ring / Ring’.

    İnsanoğlunun gri alanlarını didikleyen büyük ustanın olgun döneminin ipuçlarını ve kendine özgü deneysel tarzının evrimini incelemek isteyenler 17 Kasım’a kadar devam edecek gösterimleri kaçırmasın. Programın ayrıntıları ve gösterim çizelgesine sitemiz arşivinin 05 Kasım tarihli haberinden veya istanbulmodern.org adresinden ulaşabilirsiniz.

    (08 Kasım 2013)

    Ferhan Baran

    ferhan@ferhanbaran.com