Işığıyla perdeyi hep kuşatmış Debra Winger, filmleriyle beyazperdede iz bırakan oyunculardan. Şimdi küskün. Filmlerden uzak. Bu büyük oyuncuya “Şehir Kovboyu”, “Subay ve Centilmen”, “Çölde Çay” filmleriyle saygı sunuyoruz özlemle.
Debra Winger sinemanın özel oyuncularından. Yokluğu her zaman fark edilen muhteşem bir oyuncu o. Bizim için, 1980’lerde sinema perdesinden kalan Julie Andrews ve Zühal Olcay’la beraber en unutulmaz oyuncu. Bu büyük oyuncunun sadece dört filmini sinema perdesinde görebildik. Bu yazıda dokunduğumuz üç filmini İzmir’de Konak Çınar Sineması’nda gördük. Karel Reisz’ın “Everybody Wins-Kaybeden Yok” filmini Eylül 1990’da Kemeraltı Konak Sineması’nda gördüm. Bu filmin özel hatırası vardı. Üniversiteyi kazanmıştım bu film vizyona girdiğinde. Fakültenin ön kayıt sınavının son gününde, sabah son sınava girdim. Öğleden sonra sonuçlar belli olacaktı. Boşluğu Debra Winger’la değerlendirdim. Dönüşte sinema okuluna girmeyi başardım. Bu muhteşem ve özel oyuncunun James L. Brooks’un 1983 yapımı “Terms of Endearment-Sevgi Sözcükleri”, Bob Rafelson’ın 1987 yapımı “Black Widow-Kara Dul”, Costa-Gavras’ın 1988 yapımı “Betrayed-İhanet”, Richard Attenborough’un 1993 yapımı “Shadowlands-Gölge Topraklarda” filmleri de çok değerli. Winger, 1955 yılında Cleveland-Ohio’da doğdu. Küskünlüğü var. Zaman zaman yardımcı rollerde görünüyor, televizyon dizilerinde oynuyor. O muhteşem ve özlenmeyi hak eden bir insan.
“Şehir Kovboyu…”
Hollywood, 1980’li yıllara havalı bir filmle, “Urban Cowboy-Şehir Kovboyu” filmiyle giriş yapmıştı. James Bridges’in yönettiği bu film, Hollywood’un büyük stüdyolardan Paramount’a da nefes aldırmıştı. “Şehir Kovboyu”, seyirci tarafından ilgiyle karşılanmasaydı, bugün Paramount yoktu. Yeni yetme devirlerimizde Paramount’a katkı için bu filmi 1983 yılında İzmir’deki Konak Çınar Sineması’nın perdesinde iki defa görmüştük. İstanbul’da 1982 Aralık ayında vizyona girmişti film. O zamanlar filmler İzmir’e gecikmeli geliyordu. Paramount’un, Tony Scott’a yönettirdiği 1986 yapımı “Top Gun” propaganda filmini gördükten sonra hayal kırıklığına uğradık elbette. TRT, Nisan 1985’te bu filmi göstermişti. Eski zamanlardaki, hatta 12 Eylül’deki TRT, şimdinin
TRT’sinden çok çok iyiydi. Geçmişin o muhteşem siyah-beyaz ve sonradan renklenmiş devirlerinin TRT’sini paylaşmak isterdik. Şimdinin TRT’si insana keder veriyor sadece. Türkçeleri de kötü. “Oldukça”, “aynen öyle” gibi uyduruk lâfları bolca kullanarak da dilimizin hızla bozulmasına katkıda bulunuyorlar. Maalesef… “Oldukça” kelimesi Türkçede asla tek başına kullanılmaz. TRT Radyo 1’deki “Radyo Tiyatrosu”nda şair-yazar Lorca’nın “Bernarda Alba’nın Evi” eserinde bu kelime tam karşılığıyla kullanılıyordu. Abla, en küçük kız kardeşine, “Ben oldukça bunu asla yapamayacaksın” diyordu. “Oldukça” kelimesi sadece olumsuz cümlelerde kullanılıyor dilimizde. “Çok” anlamına da gelmiyor. Eskiden “hayli”, “bir hayli”, “gayet”, “son derece” ifadelerini kullanırdık “oldukça” yerine. “Aynen öyle” ifadesini de rahmetli Barış Manço nakarat için uydurmuş 1990’larda. Eskiden bu ifade yerine “kesinlikle öyle”, “tamamiyle öyle” gibi benzeri ifadeler için kullanırdık. Evet, John Travolta kurtarıcıydı. Onun yanında da Debra Winger vardı.
Hikâye Teksas-Pasadena’da geçiyor. Houston’a yakın. Petrol rafinerisinin olduğu yerde bir hikâye seyircilerin kalbine doğru akıyordu. Bud’la Sissy’nin aşkıydı bu. Spur’dan siyah Ford pikap arabasıyla çalışmak için amcası Bob’ın (Barry Corbin) kasabasına gelen sakallı genç Teksaslı Buford Uan Davis, isimlerinin baş harfleriyle Bud (John Travolta), petrol rafinerisinde amcası Bob’ın yardımıyla işe giriyor. Bir süre amcasının evinde kalıyor. Yengesi Corene (Brooke Alderson) kafa dengi bir insan. Rafinerinin çevresinde işçi sınıfının bir dolu karavan-evi var. Rafineride çalışmak için gelen işçiler bunlardan satın alıp hayatlarını kuruyorlar. Kasabada bir şey daha var. O da Gilley’nin Yeri. Bu barda mekanik boğa da var rodeo yapmak için. Pisti de alabildiğine geniş. İnsanlar için buluşma yeri de orası. Aşkı buldukları yer de. Sakalını kesen Bud, barda kırmızı Ford Mustang’i olan hayatının aşkı Sissy’yle (Debra Winger) tanışıyor. Hayatı anlam kazanıyor. Çıkmaya başlayan işçi sınıfından bu iki güzel insan çok geçmeden evleniyorlar ve onların da karavanları oluyor hemen. Ama bir sorun da var. Birbirlerine âşık bu iki genç birbirlerini hiç tanımıyorlar. Sevişmeler ve eğlenmeler yolunda giderken başka dertler çıkıyor çok geçmeden. Sissy, ne yemek yapıyor ne de temizlik. Kirli çamaşırlar ve bulaşıklar dağ gibi. Ama Sissy de çalışıyor. Hayat müşterek değil miydi?
Kasabalılar için bardaki mekanik boğa her şeyden çok ilgi görüyor. Bud’ın da. Hikâyeye rodeocu Wes (Scott Glenn) girince her şey değişiyor ve fırtınalar da başlıyor. Wes, sert ve karizmatik biri. Üstelik usta bir rodeocu Wes. Hikâye derinleştikçe Wes’in gizemi de dağılıyor. Banka soyguncusu Wes, şartlı tahliye olmuş ve her an her şeyi yapabilecek biri. Dağınık Sissy’den annesi gibi bir kadın olmasını uman Bud’la Sissy kavga ediyor. İnatçı Sissy kendini Wes’in yatağında bırakıyor öfkeyle. Wiston sigarası içen sert kovboy Wes, sakin kovboy Bud’a hiç benzemiyor. Beraber yaşadıkça Wes’i daha iyi tanımaya başlayan Sissy’nin kafası karışsa da ondan kurtulması imkânsız gibi. Bud’ın da hayatına Pam (Madolyn Smith) giriyor Sissy’nin kederi sürerken. Pam, kovboyunu arayan petrolcü kızı. Her şey melodram çizgisinde akıp giderken, finaldeki ödüllü rodeo yarışı yola ışık düşürüyor. Sissy’yle Meksika’ya gitme plânları yapan Wes, eski alışkanlığını hatırlayınca mutluluk kaldığı yerden devam ediyor Sissy ve Bud için.
Film, Aaron Latham’ın hikâyesinden uyarlanmış. Senaryoyu da yazarla beraber yönetmen Bridges ortak yazmışlar. Muhteşem sinemaskop görüntülerse Rey Villalobos’un. Gerçekten fotoğraflar etkileyiciydi. Ülkemizin en özel ve en güzel sinema salonu olan Çınar’ın perdesi inanılmaz büyüktür ve sinemaskop filmleri hakkını vererek belleğinize yazarsınız. Bridges, sadece kasabada değil, bardaki sahnelerde de alabildiğine geniş objektifler kullanarak o atmosferin içine alıyordu seyirciyi. Bud’ın, amcası Bob’ın trajik ölümünden sonra düştüğü boşluğu hissettiren açılar gerçekten büyüleyiciydi. Elbette sinema perdesinde daha da etkileyiciydi. Amcasının evinin önünde kederini yaşayan Bud’ın, üzerinde devasa gri gökyüzü, önünde de sonsuz yeryüzü uzanıyordu. Ruhani bir şey gibiydi. Bud’ın sakalını kestikten sonra, kovboy şapkasıyla Amerikan barın önünde ayakta durduğu an, sinemada az bulunur ikonik fotoğraflardandı bir de. Sissy de, ışığa gelen pervaneler gibi bu ikonik görüntüye doğru yürüyordu askılı kırmızı elbisesinin içinde. Filmi seyredince Amerika’yla ülkemiz arasındaki sosyokültürel farklılar da hemen kendini fark ettiriyor. Filmde bunu görüyorsunuz.
“Şehir Kovboyu” filminde duyulan müzikler de çoğunlukla bardaki country çalan müzisyenlerin. Fonda da Ralph Burns’ün tınıları da duyuluyor filmde. Debra Winger, filmin ışığıydı. Alabildiğine dingin haliyle oyunculuğunu sinemaya armağan etti bu filmle. Filmdeki son sahne üzerine derinlikli düşünebilir insan. Pikaba binip bardan uzaklaşan Sissy ve Bud’ı takip etmeyen kamera, barın önünde park halindeki arabaların üzerinde kalıyordu. Sanki Amerikan rüyası ve aşk kazanıyor diyordu yönetmen perdeden sıcaklık gönderirken. Büyük yönetmenlerden Tarantino, 1980’lerde Hollywood’un inanılmaz katı kuralcı olduğunu ve bu yüzden 1980’lerde film çekebilmeyi istediğini belirtmişti “Iconoclast” belgeselinde. 1981’de Ronald Reagan iktidara gelmişti Cumhuriyetçi Parti’den. Reagan eski Hollywood aktörüydü. Reagan döneminde, hepsi olmasa da çoğu film Hollywood’da stüdyolar tarafından aşırı denetimcilikle üretiliyordu. Reaganizm her yeri kuşatmıştı. Hollywood, 1950’lerde yaşadığı korkunç deneyimleri hatırlamıştı belki de. 1980’lerin Hollywood filmlerini politik açıdan incelemek gerekecek. Reagan yönetimi, Soğuk Savaş gerilimini en üst noktada tuttu ve de Hollywood birbiri ardına şaşırtıcı sağ politik filmler üretti. Ama, Hollywood’da liberal yönetmenler de vardı. Yoksa 1980’ler cehennem olarak anılacaktı sinema için.
“Subay ve Centilmen…”
Taylor Hackford’un 1982 yapımı “An Officer and a Gentleman-Subay ve Centilmen”, Paramount’un döneme uygun kuralcılığı hissettiren filmlerden. Hackford, stüdyonun baskılarına rağmen yer yer özgürlüğünü koruyabilmiş. Belki de bu yüzden “Subay ve Centilmen” filmi sıcaklığını hâlâ hissettiriyor. Filmin senaryosunu Douglas Day Stewart yazmış. Müzikler Jack Nitzsche’ye, görüntülerse Donald Thorin’e aitti. Bu filmi 1986 yılında Konak Çınar Sineması’nda görmüştük ve seyretmeye doyamamıştık. O zamanlar sinemalar ucuzdu. Seyretmeye doyamadığınız filmleri üç defa bile görebiliyordunuz. O hafta vizyona çıkan tüm filmlere de gidebiliyordunuz 1980’lerde. Şenlik bitiverdi 1988’de birden, çünkü Amerikalılar gelmişti. Bilet fiyatları yükselince çoğu filmin afişlerine bakar olduk çok geçmeden. Dünyanın en pahalı sinema bileti ülkemizde satılıyordu çünkü.
Pasifik kıyıları. Washington eyaleti. Hikâye Seattle şehrine yakın kasabada geçiyor. Sağ kolunda kartal dövmesi olan motosikletli serseri Zack Mayo (Richard Gere), hayatındaki büyük karar öncesi denizci çavuş babası Byron’ı (Robert Loggia) ziyarete gelmiş. Babası, çocukluğundan pek değişmemiş. Hâlâ çapkın. İtalyan-İrlandalı karışımı Zack, yatakta uyuyan babasını seyrederken çocukluğunu hatırlıyor. Görüntü soluklaşıyor. Annesi, hep uzaklarda olan Byron’ın çapkınlığından yorulmuş ve sonunda intihar etmiş. Çocukluğunda Filipinler’deki babasının yanına gitmiş Zack, genelevlerin yakınında büyüyen bir serseriye dönüşmüş. Şimdiyse 28 yaşında ve kayıp giden hayatını yakalamak için denizci pilot olmaya karar veriyor Zack. Babası karşı çıksa da bir saat ötedeki okula katılıyor Zack. Yeni insanlar, yeni hayat ve aşkla tanışan Zack’in önüne mutluluk seriliyor. Deniz Topçu Çavuş Foley’nin (Louise Gossett Jr.) insanı ezen talimlerini irade savaşıyla aşıp denizci pilot teğmen olmayı başarıyor Zack. Çünkü gidecek başka yeri yok onun.
Altı yıllık eğitimin ilk dokuz ayı Çavuş Foley’nin cehenneminde geçiyor başta. Onu aşanlar, geriye kalan yılları daha da sıkı bir eğitimden geçerek denizci pilot oluyorlar. Zack, okulda Sid’le sıkı dost oluyor. Sid (David Keith), duygusal bir insan. Abisi subay olmuş ve ölmüş. Babası da subaymış. İçinde ezilmişlik duygusu yaşıyor Sid. Bir şeyleri kendisine değil de babasına kanıtlamak istiyor sanki. Bu iki arkadaş, kasabada ambalaj fabrikasında çalışan işçi sınıfından Polonya kökenli Paula (Debra Winger) ve Lynette (Lisa Blount) onların aşkı oluyor. Fabrikada çalışan kızların da tek umudu pilot adaylarını kendilerine âşık edip iyi bir gelecek kurmak. Onlar için de tek çıkış yolu bu. Paula Polonya göçmeni. Paula’nın annesi Esther (Grace Zabriskie) yıllarca önce bir subay adayıyla ilişkiye girmiş ve kendisi doğmuş. Babası da ortadan kaybolmuş. Anne, kızının yanlış karar vermesini istemiyor. Öte tarafta Lynette hamile kalıyor. Sid de telâşa kapılıyor. Hamileliğin gerçek olmadığı anlaşıldığında her şey için çok geç oluyor. Programdan çekilen Sid, Lynette’in hayal kırıklığıyla karşılaşıyor ve motel odasında kendini asıyor. Bu, Zack için büyük bir yıkım oluyor. Paula’ya dönmeli mi, yoksa haber vermeden çekip gitmeli miydi? Ama aşk çok güçlüydü.
Yönetmen Hackford’un bu filmi bir başyapıt. Belki de bu filmi Amerikan rüyasına övgü olarak değerlendirenler olabilecek. Görünüşte öyle. Amerikan sisteminde, az veya çok bir çıkış bulma ihtimaliniz olabiliyor. Bu ülkemiz için çok uzak bir ihtimal. Çünkü birçok şeyde gerilerde kalmış bir ülkeyiz. Hayatta hiçbir yere ulaşamamış insanlara bizim ordunun fırsat verebileceğini düşünebiliyor musunuz hiç? Bizdeki sistem daha acımasız ve de adalet duygusundan yoksundur belki de. Amerika, demokrasi kültürü gelişmiş bir göçmenler ülkesi.
“Subay ve Centilmen” filminin estetiği de çarpıcıydı. Foley’nin yaşattığı aşağılayıcı eğitim anlarında o atmosferin içine düşüyorsunuz. Adeta pilot adayları gibi savaştan çıkmış gibi yoruluyorsunuz. Yönetmen Hackford, gerçek talimlerin belgeselini çekmiş gibi sanki Oyuncuların yorgunlukları yüzlerine yansıyor çoğu anda. Foley’yi canlandıran Louise Gossett Jr, bu filmindeki başarısıyla Akademi’den “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında Oscar almıştı. Filmin şarkısı “Up Where We Belong” Oscar’a uzanmıştı. “Subay ve Centilmen”, sinemanın unutulmaz modern klâsiklerinden. Debra Winger için de bu film önemli bir yerde. Onun sakin oyunculuğu büyülüyor her daim.
“Çölde Çay…”
Büyük İtalyan yönetmen Bernardo Bertolucci’nin Amerikalı yazar Paul Bowles’ın (1910-1999) 1949’da yazdığı romanından uyarladığı 1990 yapımı “The Sheltering Sky-Çölde Çay”, melankolik bir başyapıt. “Technicolor”un sunduğu sarımsı fotoğraflar, Port’un ruhuyla buluşuyor filmde. Senaryoyu yönetmenle beraber Mark Popleo yazmış. Zaman zaman Port’un, zaman zaman da Kit’in içinde dolaşan müzikleri büyük Japon besteci Ryuichi Sakamoto bestelemiş. Bu büyük besteciyi, Nagisa Oshima’nın 1983 yapımı “Merry Christmas Mr. Lawrence-Furyo” filminde esir kampı komutanı Yüzbaşı Yonoi olarak hatırlayabilirsiniz. Bu büyük besteci, Brian de Palma’nın filmlerine de ruh katmıştı. Sinema perdesinde o etkileyici “Technicolor” fotoğraflarsa, Bertolucci ustanın birçok filminin gözleri olan Vittorio Storaro’ya ait. Bu filmdeki sarı tonların tadına sinema perdesinde ulaşabiliyorsunuz. 1991’de Konak Çınar Sineması’nın perdesinde dokunmuştuk bu muhteşem fotoğraflara vakti zamanında.
Filmin İngilizce adı “Esirgeyen Gökyüzü” anlamına geliyor. Bu ad ruhani bir his veriyor insana. Bowles’ın romanı bizde “Çölde Çay / Esirgeyen Gökyüzü” adıyla 1991’de Simavi Yayınları’ndan çıkmıştı. İtalyanlar bu romanı “Il Te nel Deserto / Çölde Çay” diye yayımlamışlar zamanında. Bu romanı okuduktan kısa bir süre sonra Konak Çınar Sineması’nda gördük bu filmi. Küçük bir hayal kırıklığı yaşamıştık. Çünkü Kit, romanda sarı saçlıydı. Bertolucci, bu filmiyle bir ders de vermişti. Öğrenmiştik, yönetmen romana sıkı sıkıya bağlı kalmayabilirdi. Böyle yönetmenlere yaratıcı yönetmen deniliyor zaten.
Film, New York’tan siyah-beyaz fotoğraflar ve görüntüler üzerine açılıyor mavi ön jenerik yazılarıyla. İkinci Dünya Savaşı sonrasından yansıyan refah toplumu ve zenginlikler. Caddelerden arabalar akıyor, halde bolca balık, mağazalarda elbiseler, metrolar, mikrodalga fırınlar, yolcu gemileri, şehirden huzurlu kış manzaraları fonda duyulan orkestra müziğiyle birbiri ardına yansıyor. Ardından kamera, fonda hocanın Kuran okuyan sesi duyulurken, uyanan Port’u gösteriyor zihinleri karıştırarak. Hikâye, Port’un algılarıyla mı, yoksa Kit’in gezi notlarıyla mı takip ediliyordu? Bertolucci çok geçmeden, liman kahvehanesinde yazar Paul Bowles’ı gösteriyor ve onun iç sesi duyuluyor Port’u (John Malkovich) ve Kit’i (Debra Winger) anlatırken. Anlatıcı olan yazar. Port ve Kit, savaştan iki yıl önce evlenmişler. Ekonomik olarak iyi duruma gelmişler. Şimdiyse savaştan iki yıl sonra Mağrip’e, Kuzey Afrika’ya gelmişler yanlarındaki genç işadamı Tunner’la (Campbell Scott) beraber. 1947 yılı. Kit, Port’la kendisine gezgin diyor. Port ve Kit, otellerde ayrı odalarda kalıyorlar. Port, Tunner’ın peşlerine takılıp gelmesinden pek mutlu değil. Aralarında bir şey olduğundan şüpheleniyor Port. Hikâyeye, beyaz Mercedes arabaları olan gezi yazarı anneyle (Jill Bennett) oğlu Eric (Timothy Spall) katılıyor. Nazi artığı ırkçılar. Eric, annesinin baskısına karşı koyabilmek için sürekli içiyor. İçki için de paraya ihtiyacı var. Arada bir karşılaştığı Port’tan para kopartıp duruyor Eric.
Yolculuklar, şüpheler ve hastalıklarla çöl, bu filmin ruhu ve anlamı. Çölü ve insanları izlerken, ön jenerikteki refah toplumu Amerika’yla çöldeki yoksul insanları zihninizde karşılaştırıyorsunuz. Çölde ne kadar yoksulluk varsa batıda o kadar refah var sanki. Buraların kaynakları oralara, refah ve mutluluk götürüyor. Çölü ve insanlarını gözlemlemek öğreticiydi. Bertolucci, çöl ve insanlarını batılı kibirle yansıtmamış. Filmde Kur’an sureleri, ezan sesi ve Arap müzikleri de duyuyorsunuz. Fransız askerlerinin tutukladığı Cezayirli direnişçileri bile yansıtıyor filminde yönetmen batı emperyalizmini gösterebilmek için.
Can sıkıntısıyla şehirde kaybolmak ve unutmak için Arap müziği altında dolaşan Port, bir Arap fahişeyle (Amina Annabi) sabahladıktan sonra kederine dönüyor otele. Her şeyden çok sevdiği karısı, kendini Tunner’la aldatıyor muydu? Port, aslında daima karısına yakın olmaya çabalıyor. Ama, uzakta duransa Kit. Bertolucci, Port’un kuşkusunu seyirci için bir yerden sonra ortadan kaldırıyor beklemeden. Port, Eric ve annesiyle arabada yolculuk yaparken, Kit ve Tunner trenle yola çıkıyorlar.Tren tünelden çıktığında zihniniz karışıveriyor bir an. Sinema psikolojisinde tren tünele girdiğinde seviştiklerini anlıyorsunuz. Ya tren tünelden çıkıyorsa? Elbette sonra sevişeceklerini çıkarıyorsunuz. Bertolucci, otel odasında, Kit ve Tunner çırılçıplak uyuyorlarken gösteriyor aynı yatakta. Bortolucci filmlerinde genellikle turuncu renk tonları hep cinselliği çağrıştırıyor. Çöl sarısı, bazen turuncumsu tonlara dönüyor. Filmin son bölümlerinde Sahra Çölü, bir kadını çağrıştırıyor. Sadece kıvrımlarıyla değil, beklenmedik öfkesiyle de. Gerçekten çöl bu filmin ruhuydu. Son bölümdeki çöl şairlere ilham verecek belki. Filmin hikâyesi, Fas ve Cezayir topraklarında geçiyor. Mekânlar gerçekten büyülüyor.
Port, yavaş yavaş hastalanıyor. Cezayir’de Bou Noura’ya otobüsle giderlerken Port’un ateşi artıyor. Sonra da Cezayir’e, El Ga’a’ya gidiyor çift. Hastalığı çoğalan Port, Tunner’ı atlattıkları için mutlu olsa da tifo onu eritmeye başlıyor. Kit, Port’un iyileşmesi için kervansarayda büyük çaba gösterse de trajedi gecikmiyor. Valiziyle tek başına ortada kalan Kit, çölde kervancıların arasına katılıyor. Genç Arap onu devesine alıyor. Köye gelirken erkek kıyafetleri giydiriyor Kit’e. Gözlerden uzaklarda, her tarafı kapalı odada Kit’le de bol bol sevişiyor Arap genç. Arap kadınlarsa bu gizemi çok geçmeden çözüyorlar ve Kit yine yalnız kalıyor. Gözünü hastanede açıyor sonra. Amerikan elçiliğinden bir kadın görevli onu oteldeki Tunner’a götürürken, Kit arabadan iniyor, Fas’ın Tanca (Tangier) şehrindeki pazarın yakınında küçük sinema salonu Cinéma Alcazar’ın önünden geçerek filmin başındaki kahvehaneye geliyor, yazarını görüyor o mekânda. Hikâye ve karakteri yazarına dönmüş oluyor böylece. “Çölde Çay”, bugün modern klâsikler arasında. Unutulmaz bir film. Debra Winger’a doyamayacağınız filmlerden biri ayrıca.
NOTLAR: Bu yazının başlığı, Fransız sinemasının büyük oyuncularından Simone Signoret’nin “La Nostalgie n’est plus ce Qu’elle Etait / Özlemin Eski Tadı Yok” anı kitabından aklımıza düştü. Bu kitap 2007’de Es Yayınları’ndan çıkmıştı. Debra Winger’a da çok yakışıyor.
James Dean üzerine “Lütfen geri dön Jimmy Dean” yazısının başlığının zihnimize nereden yerleştiğini bir türlü bulamamıştık. Robert Altman ustanın 1982 yapımı “Come Back to the Five and Dime, Jimmy Dean, Jimmy Dean” filminden geldiğini sonradan hatırladık. Su, bir yerde yolunu mutlaka buluyor.
(25 Eylül 2013)
Ali Erden