Batı Ruhunun Karanlık Dehlizleri: Michael Haneke

Avusturya sinemasının içinden gelen yönetmen Michael Haneke, buz soğukluğundaki filmleriyle Avrupa’nın içselleştirdiği şiddeti soğukkanlı bir sinema diliyle beyazperdeye yansıtıyor. Haneke, Fransız sinemasının içinde filmler de yapıyor.

Michael Haneke, sinemanın Almanya’nın Münih şehrinde 1942’de doğmuş Avusturyalı yönetmeni. Onun, birçok filmini sakinlikle seyredebilmek kolay değil. 1989’dan 1994’e kadar “Kent Üçlemesi” filmleriyle sinemada kendine sağlam yer edindi. Bu ve ardından gelen filmlerinden sonra ona “Buz soğukluğunda yönetmen” demeye başladılar. Usta, filmleriyle insanları rahatsız etmeyi sürdürüyor. Özellikle onun filmlerini sinema perdesinde görme şansını bulabilmiş seyircileri. Usta, önce Viyana Üniversitesi’nde okudu. Film eleştirmenliği yaptı. Ardından televizyon için çalıştı. 1989’dan itibaren de sinema filmleri çekmeye başladı. Haneke, kapitalist batı toplumlarındaki şiddete, tüketime, iletişimsizliğe, yükselen ırkçılığa baktı. Bununla beraber yoksulluğa ve göçmenliğe de baktı. Onun filmlerinin içinde dolaşırken kendinizi görünen dünyanın ardındaki soğuk ve sarsıcı gerçekliklerle baş başa buluyorsunuz. Bunda sadece konunun ve karakterlerin yansıyışıyla değil, mekânların ve o mekânlara düşen ışık düzenlemeleriyle de yaşıyorsunuz. Gri mavisi bir atmosfer seyircileri titretirken, tedirgin de ediyor. Şunu diyoruz: Haneke rahatsız eder…

“Kent Üçlemesi…”

2001’de 20. İstanbul Film Festivali’nde Haneke’nin “Kent Üçlemesi” veya “Buzullaşma Üçlemesi”yle televizyon için çekilmiş “Das Schloss-Şato” gösterilmişti. Biz de bu filmleri şimdi kapalı olan Beyoğlu Emek Sineması’nda görmüştük. Haneke, 1989’dan 1994’e kadar üç filmlik şehir üçlemesi çekti. Bu üç filmlerde tüketim toplumunun monotonlaşmış ve iletişimini yitirmiş durumlarını, şiddet toplumuna dönüşünü, yalnızlığını, göçmenlik olgusunu ve birçok şeyi buluyorsunuz. 1989 yapımı gerçek bir olaydan yola çıkan “Der Siebente Kontinent-Yedinci Kıta” filmi, burjuva bir ailenin trajedisini anlatıyor. Kameramanlığını Anton Peschke’nin yaptığı film, kapitalist toplumda bir ailenin kendisini yok edişini, ürpertici ve rahatsız edici bir anlatımla perdeye yansıtıyordu. Haneke, bir ailenin hayatını üç bölümde anlatıyor. Önce yükseliş, ardından yukarıdaki anlamsızlık ve son olarak depresyonla gelen boşluk. Aile topluca intihar ediyor evlerinde. Film şöyle başlıyordu: Yıkanan bir araba. Plâkası, aynası, jantları, camları ayrıntılı çekimle gösterir kamera. Arabanın içinde, ön jenerikle beraber silüeti yansıyor karı-koca Anna ve Goerg Schober’in. Araba oradan ayrılırken “Avustralya’ya Hoşgeldiniz” yazısı okunuyor. Avustralya altıncı kıta. Yedinci kıtaysa aile. Ardından perdede “Birinci Bölüm 1987” yazıyor. Yüzlerini görmediğimiz karı-koca ve küçük kızları evlerindedir şimdi. Dijital saat sabah altıda çalar, ardından radyoda haberleri okuyan spikerinin sesi duyulur. Anna (Birgit Doll) kırmızı terliklerini giyer. Pencerenin perdesini açar. Mutfakta kahvaltıyı hazırlar. Kızları Eva’yı (Leni Tanzer) uyandırır. Georg (Dieter Berner) küvetin üzerine ayakkabılarını bağlar. Film böyle küçük ayrıntıları göstererek başlıyor. Her şey dünkü gibi aynı, sıradan ve güvenli. Filmin ilk yarısı neredeyse birbirine yakın anlatımla sürüp giderken, ikinci yarıda bu görünüşte mutlu aile kapitalizmin kendilerine sunduklarına arkalarını dönüp evlerine kapanırlar. Sonra da kendilerini yok ederler. Onlar intihar ederken seyirci de (sadece ekranı karıncalı televizyon) onları dikizliyor. Burjuva ahlâkını, tüketim toplumunu yönlendiren medyaya eleştiri de getiriyor Haneke. Filmde Jennifer Rush’ın “The Power of Love” ve Günter Mokesch-Karin Raab ikilisininden “Send Me Roses” duyuluyor.

1992 yapımı “Benny’s Video-Benny’nin Videosu”nda 14 yaşındaki Benny’nin şiddetini anlatıyor. Benny (Arno Frisch), kamerasıyla her şeyi çeken ve video görüntüleri hayatının tek gerçeği olan bir genç adam. Video dükkânının önünde çizgi roman tutkunu bir genç kızla (Ingrid Strassner) tanışır ve kızı eve götürür Benny. Çektiği görüntüleri de ona gösterir. Mezbahada, domuzun şok tabancasıyla öldürülüşünü gösteren Benny, aynı şok tabancasını kızın üzerinde dener ve kız acı çekerek ölür. Benny, soğukkanlılıkla bu acıyı ve ölümü kamerasıyla kaydediyor. Belki de filmdeki en ürpertici an, Benny’nin kızı öldürdükten sonraki sakin halleri. Bütün bunlar normal bir şeymiş gibi yerdeki kanları temizlemesiydi. Daha da ürpertici olansa babanın (Ulrich Mühe) kızın cesedi üzerinde yaptıklarıydı. Anne de (Angela Winkler) oğlunu Mısır’a tatile götürüyor. Filmin soğuk görüntülerse Christian Berger’in. Haneke bu filminde Bach’ın müziklerini kullanmış.

Üçlemenin son filmi, 1994 yapımı “71 Fragmente einer Chronologie des Zufalls-Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası”ydı. Senaryosunu Haneke’nin yazdığı filmin kameramanıysa Christian Berger’di. Film, 1993’te Ekim’le Aralık arasını anlatıyor. Bu filmde, birbiriyle hiç ilgisi olmayan hikâyeleri koşut anlatımla takip ediyorsunuz. Film, televizyondaki haberler üzerine açılıyor. Ekrana Bosna, Somali savaşları yansıyor. Sonra Rumen bir çocuk Marian Radu (Gabriel Cosmin Urdes), gecenin içinde beyaz eşya taşıyan bir kamyonete gizlice biniyor ve kaçak yollarla Viyana’ya geliyor. Marian, Viyana’da karnı aç ve şaşkınlık içinde aylak aylak dolaşıp duruyor. Bernie (Georg Friedrich), soygun için mekâna giriyor. Dini bankada güvenlik görevlisi olarak çalışan Hans (Branko Samarovski) her günü aynı yaşıyor. Sabah uyanıyor. Elini yüzünü yıkıyor. Ayakkabılarının bağını bağlıyor. Karısı Maria ((Claudia Martini) kahvaltıyı hazırlıyor. Bankaya gidiyor. Akşam evine dönüyor. Her şey bir kısır döngü. Karısı Maria’yla uzak sanki. Öfkeli ve yalnız. Rumen Marian, sabah çöplükte yiyecek arıyor. Max (Lukas Miko), akan trafikte arabanın içinde Marian’a bakıyor. Seyirci Max’la ilk defa karşılaşıyor. Max, 19 yaşında öfkeli ve bu öfkesi birçok insana trajedi yaşatan öğrenci. Ardından zekâ oyunu oynayan iki öğrenci görünüyor. Sonra Paul (Udo Samel) ve Inge Brunner (Anne Bennent) çifti yansıyor. Evlâtlık bir çocuk için uğraşıp duruyorlar. Emekli Tomek (Otto Grünmandl), maaşını almak için bankaya geliyor. Tomek, yalnız yaşıyor. Evinde televizyondaki haberleri izliyor sürekli. Televizyon ekranından savaş görüntüleri düşüyor. Hatta PKK’nın şiddeti bile. Dolaylı veya dolaysız bu insanların kaderi bir trajedide buluşuyor. Final bölümü çok sarsıcı. Dünyadaki şiddet haberlerinin yanına bankadaki şiddet de ekleniyor. Haneke, psikoloji karşıtı bir film yaptığını söylüyordu. Hans, evde karısı Maria’yla sessizce akşam yemeği yerken, birden “seni seviyorum” diyor. Az bir zaman sonra karısına beklenmedik bir anda tokat atıyor. O ana kadar mekânın gri soğukluğunun farkında olmayan seyirci buzun içine düşüyor. Final bölümünde benzincide Max, banka kartını kullanamıyor. Yakındaki dini bankaya gidiyor. Bankamatiğini kullanamıyor. Bankaya giriyor, veznedar ona yardımcı olmuyor. Dışarı çıkan Max, kontrol edilemez öfkesiyle bankaya giriyor, tabancasını çıkartıyor ve rastgele etrafa ateş açıyor. Paul, Inge ve Tomek vuruluyor. Kamera, bir süre Paul’un üzerinde kalıyor ve kan vücudundan yere akıyor. Yönetmen, Max için puçlarını, Max’ın tek başına tenis oynadığı sahnede veriyordu. Max, topa raketle vurdukça öfkesi daha da artıyordu.

Haneke’nin 1997’de Kafka’dan uyarladığı “Das Schloss-Şato”, televizyon için yapıldı, ama önce sinema perdesinde kendini gösterdi. Kafka’nın “Şato” romanı yarım kalmıştı. Haneke de kendi filmini yarım bırakıyor. Film bittiğinde bir boşluğa düşüyor insan. Köye, şatonun davetlisi olarak gelen kadastrocu Josef K. (Ulrich Mühe), karın ve soğuğun, elbette kontun esir aldığı bu köyde inanılmaz zorluklarla karşılaşıp duruyor. Hiç göremediğimiz Şato’nun ileri gelenlerinden Klamm’ın meyhanesinde çalışan Frieda’ya (Susanna Lothar) ilk görüşte tutulan K.’nın hiçbir çabası varoluşuna yetmiyor. Haneke filmini bir anlatıcının (Udo Samel) sesiyle sunmuş seyirciye. Şato’nun köye bir kâbus gibi çöken otoritesi, bürokrasisi ve hiçleştirmeleri yansıtılırken, Kafka’nın dışavurumcu metinleriyle de buluşulabilmiş Haneke’nin dili. Mekânlarla insanların birbirleriyle buluşan durumları (her şey enkaza dönmüş), despot öğretmen, karlar, soğuklar, bürokrasi, yalnızlığa itme, korkutma, otorite, yabancılaşma, faşizmin yıpratıcılığı alttan alta kuşatıcı kâbusları gibi çöküyor karakterlerin ve seyircilerin üzerine. Gri bir soğukluk baştan sona perdeyi kuşatmış “Şato” filminde. Haneke bu filminde daha yoğun “kararma” tekniği de kullanmış. Bu filmdeki gri soğuk görüntülerse Jirí Stibr’e ait.

“Piyanist…”

Haneke’nin 2001 yapımı “La Pianiste-Piyanist”, Avusturyalı Nobel ödüllü kadın yazar Eifriede Jelinek’in 1983’te yayımlanmış “Die Klavierspielerin” romanından uyarlandı. Bu roman ülkemizde 2002 ve 2004 yıllarında “Piyanist” adıyla Everest Yayınları’ndan çıkmıştı. Roman, Muzır Kurulu tarafından 2002 yılında toplatılmıştı. Film Viyana’da geçiyor. Kızı Erika Kohut (Isabelle Huppert) üzerinde baskı kurmuş bir anne (Annie Girardot). Anne kendi hayallerinde, piyano öğretmeni kızını ünlü bir piyanist olarak düşlüyor. Erika, hayatında her şeyi bastırmış. Hayatında erkek yok. Fantaziler kuruyor. Porno filmler izliyor. Cinselliğini yaşayamadığı için sapkınlıkları çoğalıyor. Hatta sadomazoşist fantazilerine düşüyor. Erika’nın hayatına birdenbire genç öğrenci Walter KLemmer (Benoit Magimel) giriyor. Sapkın ve dizginlenemez bir tuhaf ilişk başlıyor aralarında. Filmde birkaç an akılda kalıyordu. Erika, banyoda kendine, vajinasına acılar çektiriyor. Tuvalette de, dışarıdan bakınca ondan beklenmeyecek şekilde Walter’i tahrik edişi, porno izleme odalarını dolaşması vb. Final bölümü gerçekten çarpıcıydı. Bu filmde Schubert’in piyano tınıları başroldeydi. Filmin kameramanıysa Christian Berger’di. Cinselliğini sağlıklı yaşayamayan insanlar sapkınlıklara girebiliyor. Karşı cins her şeyden önemli.

“Saklı…”

Vicdandan gelen…Georges Laurent (Daniel Auteuil), bir televizyonda edebiyat programının sunucusu. Karısı Anne (Juliette Binoche), bir yayınevinde çalışıyor. Ergenlik bunalımları yaşayan on iki yaşında Pierrot (Lester Makedonsky) adında bir de oğulları var. Entelektüel ve burjuva bir aile. Paris’in iyi bir semtindeki güzel evlerinde huzur içinde yaşıyorlar. Ama, onlara kimden geldiği belli olmayan kasetler gelene kadar. Georges’un hayatta kaybedeceği çok şey var. Ailesi, iyi kazandığı işi ve toplumsal konumu. Gerçekten o kasetler nereden ve kimden geliyor? Aileyle özdeşleşen seyirci, aile gibi güven bunalımına düşüyor ve huzursuz oluyor. O korkuyu yaşıyor. Georges, yaşlı annesine (Annie Girardot) gördüğü bir rüyayı anlatır. İşte bu rüya, özelde Georges’un, genelde Batı toplumlarının perdeye yansıyan vicdanı. Cezayirli çocuk Macit’i görür rüyasında Georges. Macit’in anne-babası, Georges’un ailesinin çiftliğinde çalışan iki yoksul Cezayirli. Daha sonra Georges’un ailesi Macit’i evlâtlık alıyorlar. Sonra da çocuğu yetimhaneye yolluyorlar. Çünkü Georges, Macit’i kıskanıyor ve kaprisleriyle ailenin hayatından çıkartıyor Macit’i. Hem rüyalar hem de video kasetlerdeki görüntüler Georges’u Macit’in yoksul dairesine götürüyor. Macit (Maurice Benichou), yıllar sonra karşısında Georges’u görünce önce şaşırır, ama bu şaşkınlık uzun sürmez. Çocukluğunu ve geleceğini mahveden Georges’un gelişi iyi bir şey için değildir. Kasetleri yollayanın Macit olduğunu iddia eder Georges. Gerçekten aileye bu huzursuzluğu veren Macit mi?

Film ilerledikçe, bir gerilim unsuru olan kasetler bir noktadan sonra başka olgulara bırakıyor yerini. Göçmenlik, yoksulluk ve ırkçılık üzerine düşündürmeye başlıyor film. Bir hiçlik gibi yetimhaneye yolladıkları çocuk Macit, hayatını ve geleceğini de yitirmiştir. Macit’in, yabancılara, özellikle Cezayirlilere mesafeli duran Fransız toplumunda varabileceği yer neresidir? Tüm göçmenleri toplumun ve şehrin dışına iten bu sistem, tüm eğitim ve öğretimleriyle ırkçılığı da çoğaltıyor. Bu film, Fransa’daki göçmen öfkesinden önce çekildi. Haneke, filmleriyle göçmenlerin ve yoksulların yanında bir yönetmen. Batı toplumlarının (özellikle Avrupalıların) ruhunun içinde dolaşan Haneke, Batılı toplumların ırkçılıktan kolay kurtulamayacaklarını söylüyor. Çünkü Batılılar, uygarlıkları ve zenginlikleri kendilerinin yarattıklarını iddia ediyor. Bu yüzden tüm zenginliklerin kendilerine ait olduğunu telkin ediyorlar. Zenginlerin kaybedeceği çok şey var. Ya yoksulların?

Haneke’nin tüm filmlerinde estetik anlamda donuk, neredeyse buz soğukluğunda bir estetik var. Onun filmlerinde önce içeri girmekte çekinebiliyorsunuz. Ama, içeri girdiğinizde kendinize bile itiraf edemediğiniz gerçekliklerle karşılaşabiliyorsunuz. “Saklı” filminde de bu böyle. Ön jenerik ve sonrasında, hiç kesme yapmadan ve tek bir açıda duran kamera, sokakla evi gözlüyor uzunca bir süre. Benzer görüntüler filmin değişik anlarında da perdeye yansıyor. Çoğu anlarda da, o kasetleri kim gönderiyor diye beyninizi kemiriyorsunuz. Film bunun cevabını açıkça vermiyor, ama filmin içine tam girdiğinizde o kasetlerin nereden geldiğini tahmin edebiliyorsunuz. Juliette Binoche, önceki filmlere göre bir adım geriye çekilmesine rağmen yine de etkileyici bir performans sunuyor. Filmin önünde görünen Daniel Auteuil, Georges’un iç ve dış dünyasındaki değişimlere derinlik katmış. Diğer oyuncular da yönetmenin anlatımına katkıda bulunuyorlar. Macit’in intiharı gerçekten çok sarsıcı ve neredeyse çok gerçekçi. Öyle şok edici ki, her şey birdenbire oluveriyor. Bir ara ne yapacağınızı şaşırıyorsunuz. Macit’in oğlunun (Walid Afkir), Georges’un çalıştığı kanala gelip Georges’la konuştuğu anlara iyi kulak vermek gerekiyor. Filmi görmeli ve üzerinde düşünmeli. Filmin kameramanıysa Christian Berger’di.

“Ölümcül Oyunlar…”

Buz mavisi soğukluğunda şiddet.. Haneke, ilk defa Hollywood’da çalışıyor. Usta, bizde 1997 yapımı “Funny Games-Ölümcül Oyunlar” filmiyle tanındı. İşte Haneke, “Ölümcül Oyunlar” filmini Hollywood’a uyarladı. Avusturya yapımı “Ölümcül Oyunlar”la Hollywood yapımı “Ölümcül Oyunlar” arasında aslında çok az fark var. Neredeyse aynısı. Mekânlar, giysiler ve müzikler aynı gibi ilk bakışta. Oyuncularla konuştukları dil farklı sadece. Haneke’nin filmini seyrederken, kuzey ülkelerini de düşünmek gerekiyor. Almanya, Avusturya, Hollanda, Kanada, İngiltere ve ABD, Anglosakson çokkültürlülüğünü yaşıyorlar. Bunların yanına İskandinav ülkeleriyle İzlanda’yı da katabilirsiniz. Haneke’nin, “Ölümcül Oyunlar” filmini bu ülkelerin herhangi birinde çekmesi sonucu pek değiştirmezdi. Eğer Haneke, bu filmini Fransa, İtalya, İspanya gibi Latin kökenli ülkelerde çekmiş olsaydı “derin” farkları olabilirdi “Ölümcül Oyunlar” filminin. Haneke’nin yapıtları, “buz mavisi soğukluğunda filmler” olarak değerlendiriliyor hep. Soğuk, mesafeli, hemen içine girilemeyen, hem içsel hem de dışsal şiddeti barındıran bu filmler insanları gerçek anlamda sarsıyor. İnsanlar, belki de korkulması gereken en önemli varlık. Fransa’da çektiği filmlerde genel olarak çokkültürlülüğü ve ırkçılığı öne çıkardı yönetmen.

“Ölümcül Oyunlar”ın ön jeneriği sürerken bile tedirginlik yaşamaya başlıyorsunuz. George, Ann ve küçük oğulları Georgie, arabayla yazlıktaki evlerine doğru yol alırken hikâyeye giriyorsunuz. Bu küçük yolculukta filme dair ipuçları da var. Hikâye derinleştikçe şiddet bir kısır döngü gibi insanları kuşatmaya başlıyor. Kendinizi aileyle özdeşleştiriyorsunuz çünkü. Her şey öyle umutsuz ki. Bu seri cinayetler bitmeyecek gibi. Finalde, iki sapık göl kıyısındaki başka bir eve girdiğinde umutsuzluğunuz çoğalıyor. Belirlediğimiz gibi tam anlamıyla bir kısır döngü bu. Arabalarıyla yazlık evlerine gelen aile, komşularının durumlarını anlamdıramadıkları için fazla beklemeden şiddet onlara uğruyor. Golf oyuncuları gibi giyinen iki genç Peter ve Paul, yumurtayla kurdukları iletişimden sonra vahşi şiddetlerini uyguluyorlar aile üzerinde. Sanki, bu iki sapık genç için her şey televizyon ekranı gibi. Yarışma oyunu oynuyorlar ve televizyon oyunu onları şiddete yöneltiyor. Bir an sonra Peter, tüfekle küçük Georgie’yi vuruyor ve Georgie’nin kanları televizyon ekranına yapışıyor. Haneke, bu anı hiç kesmeden ve neredeyse on dakika tek bir açıdan gösteriyor seyirciye. Bu sekans aynı zamanda Hollywood tarihine de geçmiş oldu. Hem uzunluğuyla hem derin şiddetiyle. Paul, sinir bozucu ses tonuyla arada bir kameraya dönüp seyirciye lâf atarak yabancılaşma yaşatıyor. Sanki Paul’ün perdeden çıkıp salona gelecekmiş gibi hissediyorsunuz. Paul’ün “gerçeklik” üzerine söyledikleri de filmler, televizyonlar, hayat ve birçok şey üzerine düşündürtüyor insanı. Darius Khondji ustanın kamerası da filmin en değerli şeyi. Filmin müziği de Matthieu Chabrol yapmış.

(24 Aralık 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com