Çöken Karanlık Bedenleri Çalarken

Kıyamet Gecesi (Vanishing on 7th Street)
Yönetmen: Brad Anderson
Senaryo: Anthony Jaswinski
Müzik: Lucas Vidal
Kurgu: Jeffrey Wolf
Görüntü: Uta Briesewitz
Oyuncular: Hayden Christensen (Luke), John Leguizamo (Paul), Thandie Newton (Rosemary), Jacob Latimore (James), Taylor Groothuis (Briana)
Yapım: Herrick-Mandalay (2010)

Gerilim sinemasının iyi yönetmenlerinden Brad Anderson’ın “Kıyamet Gecesi”, karanlık üzerine bir korku-gerilim filmi. Sonu umutlu bu filmde iki çocuk umudu simgeliyor.

ABD’inin en küçük eyaletlerinden kuzeydoğudaki Connecticut’ta 1964 yılında doğan Brad Anderson, sinemaseverler için, Barcelona’da çektiği şaşırtıcı ve gerilim yüklü 2004 yapımı “The Machinist – Makinist” filmiyle hatırlanıyor. Hollywood’un büyük stüdyolarıyla film çekmeyen ve bağımsız kalan yönetmen Anderson, 2008 yapımı “Transsiberian – Sibirya Ekspresi” filmiyle 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’ne de konuk olmuştu. Beyoğlu Emek Sineması’nda filmi gördüğümüz seansa kendisi de gelmişti. Orijinal anlamı “7. Cadde Üzerinde Ufuk” olan 2010 yapımı “Vanishing on 7th Street – Kıyamet Gecesi”, gezegeni mahveden insanlığın endişelerini yansıtan bir korku filmi gibi algılanıyor başlarda. Sonra mistik bir halin kuşkusu sarıyor zihinleri. Filmin hikâyesi, Michigan eyaletinin Detroit şehrinde geçiyor. Michigan, Kanada sınırında gölleriyle ünlü ortabatıdaki soğuk bir eyalet. İnsanın ölmeden önce görmesi gereken yerlerden. Elbette oltayla balık avlamayı seviyorsanız.

Karanlık çökünce…

Film, bir sinema salonunda başlıyor. Sinema makinisti Paul, film oynarken bir hikâye okuyor. Amerika’ya yerleşen ilk İngiliz kolonisinin başına tuhaf bir olay gelmiş. Bilinmeyen gölgeler, ilk önce bir adaya çıkmış İngilizlerin çoğunu yok etmiş ve geride sadece giysileri kalmış. Bu olay, Detroit şehrinde de gerçekleşmeye başlıyor. Aslında bu filmde sadece bilebildiğimiz hikâye bu. Gerisini ve nedenlerini bilemiyoruz. Yönetmen, seyirciye neyin neden olduğu hakkında pek bir şey söylemiyor. Filmi belki bir “Twilight Zone – Alacakaranlık Kuşağı” türü gibi de izleyebilirsiniz. Anderson’ın bu filmini, atmosfer anlamında biraz olsun etkileyici bulsak da, genel anlamda insanı çarpmıyor. İnsan, “Makinist”in yönetmeninden daha yaratıcı ve şaşırtıcı film beklentisine giriyor. Filmin senaryosunu yazan Anthony Jaswinski, ülkemizde bilinen bir sanatçı değil. 2002’de “Killing Time” filmini yazıp yönetti. Daha çok televizyon dizilerine senaryolar yazıyor Jaswinski. Caz müziği çalan şehrin heyecan veren barlarından Sonny’s Bar, belki de filmin atmosfer anlamında en etkileyici mekânı. Evet, gölgeler insanları yutuyor ve geriye sadece giysileri kalıyor. Hayatta kalmanın tek yoluysa gerçek ışık. Bir televizyon kanalında haber muhabiri olan Luke, sabah uyandığında bir şeylerin yolunda gitmediğini hemen anlamıyor. Çalıştığı kanala giden Luke, orada sadece elbiseler görüyor. Film üç gün sonrasına gidiyor ve geride sadece birkaç kişi kalmış. Onların da yolu Sonny’s Bar’da buluşuyor. Çünkü, bu karanlıklar içindeki şehirde tek ışığı olan mekân burası. Luke, bara girer ve orada James’le tanışır. Sonra oraya Rosemary gelir. Dışardaki pikabı barın önüne getirmeye çalıştıklarında otobüs durağında yaralı yatan makinist Paul’ü görürler ve ekip tamamlanır. Jeneratörle aydınlanan bar, hepsi için şimdilik güvenlidir. Yönetmen, kurgu anlamında seyircisini görsel anlamda zenginleştirememiş, ama tüm karakterlerin bir şeyleri hatırlamalarını geriye dönüşle yansıtmış. Herkesin yakın geçmişte hatırladıkları var. Küçük James, kiliseye giden annesini bekliyor barda. Rosemary de henüz bir yaşına basmamış bebebeğini arıyor. Paul, filmleri ve müzikleri özlüyor. Luke da bu şehirden hemen uzaklaşmak istiyor. 1972 Londra doğumlu Thandie Newton, Bernardo Bertolucci’nin 1998 yapımı “Bessieged – Teslimiyet” filmiyle adını duyurdu. 1981 doğumlu Kanadalı Hayden Christensen, yoğunluklu olarak televizyon dizilerinde göründü. Irwin Winkler’in 2001 yapımı “Life as a House – Yeni Bir Yaşam” filmiyle sinemada öne çıkmaya başladı. Bu film, sinemada küçük rollerde görünen bu oyuncunun ilk başrolüydü. Elbette George Lucas’ın 2000’lerdeki “Star Wars -Yıldız Savaşları” seri bilimkurgusunda Anakin Skywalker’ın gençliğini canlandırdı. Filmde, arada bir görünen küçük kız Briana, insana umut veriyor. Kilisede hayatta kalmayı başaran Briana’nın yolu James’le kesişiyor ve ikisi, bir atın üzerinde güneşli ufuklara doğru gidiyorlar. Filmdeki en güzel an buydu işte.

(06 Mayıs 2011)

Ali Erden

[email protected]

Çaresizliğimiz mi? *

Nihal, çalışma odasına gelip raflardaki kitaplara bakarak sorar: “Ender abi bu kitapların hepsini okudun mu?” (Çok sorulan ve dünyanın en anlamsız sorularından biri.) Ender’in bunu (bu anlamsızlığı) bilmesi lâzım, bir an durup cevap verir: “Bazılarını hiç okumadım, bazılarını da birden fazla okudum, meyve yiyerek okudum” ve raftan J. D. Salinger’in Gönülçelen kitabını alarak, Nihal’e verir. Nihal kitabı karıştırır ve Ender’e gösterdiği portakal lekeleri bulur. Nihal, işleri nedeni ile yurtdışında olan ve annesinin ölümü nedeniyle gelmiş bulunan bir arkadaşlarının kardeşi olarak, Ender ve Çetin’e, Ankara’da yalnız kalmasın diye emanet edilmiştir. Günlerce odasına kapanır, bir sabah kahvaltıda beyaz peynir üzerine vişne reçeli koyması ile kendisine yöneltilen samimiliği, -bundan önce ilgi girişimleri cevapsız kalmıştır- karşısında, evdeki misafirliği sona erer, evin bir kişisi olur.

Leny adı nerede geçti, ayırdında değilim ama Nihal -yine- Ender’e kimliğini sorar: “Leny kim?”. Ender raftan bu kez Steinbeck’in Of Mice and Men (Fareler ve İnsanlar) kitabını verir, Nihal’e ve hiç bir şey söylemez. Nihal, bir iki gün sonra okuduğu kitabı geri getirir ve kitaptaki Leny karakteri ile Çetin arasında kurduğu (sezinlediği) ilişkiyi Ender’e sorar gibi yapar, Ender de cevap verir gibi yaparı bile tamamlayamaz. Of Mice and Men yayınlandıktan sonra 1939’da Lewis Milestone tarafından filme alınır. Bizde de çok okunan bir kitap olan Fareler ve İnsanlar (Salinger’in Gönüçelen’i de öyledir) Nevzat Pesen tarafından İkimize Bir Dünya (1962) adı ile sinemaya (ve Yeşilçam’a) uyarlanır. Bizim Büyük Çaresizliğimiz’de bu filmden söz açılmaz ama başlarda Çetin, Yeryüzünde Bir Melek filmini, -film de Hülya Koçyiğit’i- seyreder, sadece, yani sırf kitaplardan söz edilmez filmde.

Ankara’da sokaklarda yürürler, Kuğulu Park’ta kuğuları (ördekleri) gördüklerinde Nihal hayvanları sevdiğinden söz edince Ankara’da bir kediseven sokağı olduğunu söylerler (Kızılay’dan gelip Ulus’a çıkarken -eski?- Büyük Postane’nin sağa dönüş aralığı) ve yürüyüşün sonunda -yılların- İstasyonu önüne gelirler. Nihal okula (üniversite?) gider, arkadaşlar edinir. Yine bir gün konuşurlarken, Nihal ilk aşkı’nı anlatır. Ortaokulda okurken okul bahçesinde açılan kitap sergisindeki, uzun saçlarını arkasında bağlamış delikanlıdan söz eder, tekrar tenefüste koşarak bahçeye iner ama kitap sergileri ve kitaplar ve de kitap satanlar yokturlar, bir daha gelmeleri uzak bile olmayan bir ihtimaldir, aranıp da bulunmayacak bir kitap gibidir.

Nihal eve arkadaşlarının geleceğini söyler. Ender ile Çetin ağırlamak isterler ama gelenler içinde erkeklerde olunca, dışarı çıkarlar, sonra Bora’nın şiir okuduğu bir dinletide, Ender ve Çetin diken üstünde otururken, neden olduğu berlirsiz bir mutluluk (!) içindedir ama mutludur. Ciddi bir şekilde telâşlı Çetin, Ender ile buluşmalarında Nihal’in kendisi ile hamileliği hakkında konuştuğunu ve yardım istediğini söyler, yardım etmiştir bile, Ender fasulye ayıklarkenki sessizliği ile dinler Çetin’i ama bu çaresizliğindendir. Nihal, kürtajdan sonra Bora ile gidince Çetin’in çaresizliği patlar artık, öfkelidir ve artık evlerinde yalnızdırlar. Nihal’in odası da kimsesiz, ta ki bir gün ağlayarak geri dönmesine kadar.

Barış Bıçakcı’nın romanından Seyfi Teoman’ın yaptığı filmde -artık evlerinde yalnız kalan- Ender ile Çetin masa kurup langırt oynamaya başlamadan, Nihal’i, ağabeyi ve arkadaşları ile Almanya’ya yolcu ederler. Nihal giderken her ikisine de sarılır, bir daha görüşmeyeceklerini bilerek. Sonradan yazdığı mektupta dünyanın en iyi iki insanı olarak seslendiği ikiliden elbette Ender’in kalemi ile cevabını alacaktır. Beyaz peynir üzerine konulan vişne reçelini, kediseven sokağını, Çetin’i değil ama Leny’yi hatırlamayacaktır. Ender -her ne yazıyorsa- belki bir gün bitirecektir ama daha bir süre daracık mutfaklarında yemek yapmaya devam edeceklerdir.

Eskiden önce romanlar okunurdu, filmlere de -sonuçta başka şeyler çıksa da- ne olduğu bilinerek gidilirdi. Şimdi Teoman’ın filmi beni tahrik ederek Bıçakcı’nın kitabını okumaya zorluyor, kitabın başına birinci kısmı (başlangıç) alınmayarak sadece son (final) kısmı konan, her türlü yazılı metin, roman, öykü, oyun hatta şiir, sinema (film) konusu yapılabilir > hiçbir yazılı metin, roman, öykü, oyun hatta şiir sinema (film) konusu yapılamaz, (Okursam Bıçakcı’nın romanını bu bakış açısından okuyacağım ama bu okuyuş bu yazıya geri dönüşü gerekli kılmamalı.) Bizim Büyük Çaresizliğimiz için de geçerli, Bıçakçı’nınki (roman) başka, Teoman’nın ki (film) başka ama birbirlerinden nasıl ayıracağız!

Bizim Büyük Çaresizliğimiz hakkında bir şeyler yazıp geçebilirdim ama film beni zorladı. Yazdıklarımı yukarıya yazdım ama Birgit Gudjonsdottir’den söz etmeden bitirmek olmazdı. Ülkemizde son yıllarda giderek artan yabancı görüntü yönetmenlerine yeni bir örnek ama unutulacak gibi değil. Başka bir filmde çalışmasa da bir çok övgüyü (ödülde aldı) hak ediyor. Ve Gudjonsdottir’in görüntüledikleri, İlker Aksum, Fatih Al, Güneş Sayın, sinemamızda üçlü aşk üçgeninin hiç denenmemiş bir biçimi. Üçgen tek düzlemli bir geometrik şekildir, ama Bıçakcı / Teoman’ın üçgeni tek düzlemli değil.

* Bizim Büyük Çaresizliğimiz / Barış Bıçakcı > Seyfi Teoman

(07 Mayıs 2011)

Orhan Ünser