Darren Aronofsky, “Requiem For a Dream”dan beri farklı arayışlar içerisinde olan bir yönetmen. Bilinen üslûpları bozarak kendine has yeni söylemler geliştirmeye çalışıyor. Fantastik sanılan ama aslında tamamen psikolojik temelli olan birçok gönderme yapıyor filmlerinde. Yönetmenin bizlere son hediyesi de: “Black Swan.” Üzerine bambaşka şekillerde tekrar tekrar düşünülebilecek bir film. Psikolojik okumalarının yanı sıra sosyolojik çıkarımları da olan; içinde vahşi bir aşkı da barındıran cinsten.
Film, Kuğu Gölü Balesi’nin sahnelenme sürecinde hem beyaz hem de siyah kuğuyu sahnede canlandırması gereken Nina karakterine yoğunlaşıyor. Başlarda sadece bir hırs oyunu gibi gözüken süreç Nina’nın paranoyasına dönüşüyor. Aronofsky filmde yer yer gerçeği ve gerçeğe yakın görüntüleri biraraya getiriyor. Bunda da oldukça başarılı ki izleyicinin de aklı karışıyor. Paronayaklık, delilik ve tutku arasında gidip gelmeye varıyor her şey. “Reguiem for a Dream”de ve “Wrestler”da gördüğümüz bağımlılık temalı anlatım biçimi “Black Swan”da Nina karakteriyle daha da ön plâna çıkıyor. Siyahın ve beyazın net bir şekilde ayrımını koymanın derdinde ilerleyen film kişinin kendini keşfedebilme buhranına mahkûm oluyor. Aronofsky bu sancılı süreci artık fiziksel olarak da hissedebilmenin altını çiziyor. İçimizde varolan ama farkına varamadığımız özgür duygular bedenimizi delik deşik ederek ortaya çıkıyor. Aslında tıbbi bir vaka da söz konusu filmde. Paranoyaklık sınırında gezinen bir insanın kafasında kurduğu bir dünya var. Diğer insanların kendilerine zarar vermeye çalıştığını düşünüyor. Bu düşünce önce beynini kemiriyor, buna dayanamayan Nina da vücuduna zarar vermeye başlıyor. Tüm bunlar çevreyle olan çeşitli uyum sorunlarından da kaynaklanıyor aslında. Yönetmenin diğer filmlerinde de es geçilemeyecek aile unsuru bu filmde de yoğun bir etki unsuru.
Nina, mükemmele yaklaşmaya çalışan bir insandır. Disiplinli olarak çalışır, sevgi dolu bir annesi vardır, hâlâ masumiyetinin gölgesinde büyütür umutlarını. Ama Nina’yı acıtan bir şeyler vardır. İşte aile unsuru tam da bu noktada altının deşilmesi gerektiği bir yerde karşımıza çıkıyor. Mükemmelliyetçi anne kızını da kendi gibi yetiştirirken onun bazı şeyleri daha da abartmasından rahatsız oluyor. Oysaki her şeyi yine o yaratmıştı. Ve şimdi önüne geçemeyeceği bir boyuta geliyor. Masumiyetin cinsel hazlara, farklılıklara kapalı olmakla bağdaştırıldığı bir dünyada Nina’nın hemcinslerine duyabileceği ilgi sadece acı çekmesine neden oluyor. Bale öğretmeninin kendisini keşfetmesi için uyguladığı yöntem; Nina’nın bastırdığı cinselliğini, şiddetini, yalan ve gerçek arasında yaşadığı bocalamayı daha da belirginleştiriyor. Sonunda da engel olamadığı şiddeti vücuduna saplanıyor.
Filmin çok derinlerde bahse konu ettiğim cinsel kimliksizlik sorunsalı üzerinden anlatmaya çalıştığı bir süreç de var. Hayvansal dürtülerin içimizdeki dikenleri dışa taşıma konusunda bilinen en etkin yöntem olduğuna değiniliyor. Aile tarafından altan alta bastırılmış cinselliğin ne istediğine karar veremeyen ve farklı bağımlılıkları yücelterek kendine hedefler koymuş bir nesle zemin hazırladığına dikkat çekiyor. Mükemmeliyetçi ebeveynler farkında olmadan çocuklarının zihinlerine binbir türlü psikolojik travmayı kodluyorlar. Filmin bu şekilde okumasına zemin hazırlayan en büyük etkenlerin başında da yönetmenin diğer filmlerindeki açılımlar olduğunu es geçmemek gerekir.
Uzun zamandan sonra Winona Ryder’ı da görmek güzeldi filmde. “Beettle Juice” filminin asi kızı şimdi zaman denilen hain düşmana yenik düşüyor. İşte tam da bu noktada vefasızlık üzerine bir takım demeçler de var. Winona Ryder’ın oynadığı karakter Nina’nın karşısında ayna görevi üstleniyor. Yıllar sonra mahkûm olma olasılığıyla yüz yüze olduğu terk edilme korkusuyla başbaşa kalıyor. Bir diğer söyleyişle de sonsuz mutluluk yoktur diye de algılanabilir. Hepsinden öte belki o da Nina’nın yaşadıklarına benzer bir ruh haline sahiptir. Keza günah çıkarmak için hastaneye gittiğinde kendi günahıyla yüzleşiyor. Soğuk olan mezenin de sadece intikam olmadığını anlıyoruz bu sahnede.
Biraz da filmin görsel gücüne değinmek istiyorum. Öncelikle Çaykovski’nin etkileyici tınısı işitsel boyutta algımıza direkt işliyor. “Billy Elliot”dan beri bu melodiyi bir filmin içinde genel olarak bu kadar senkronize bir şekilde duyumsamamıştım. Öte yandan öyle bir açılış sekansına sahip ki film geri kalan sahnelerde de aslında neyle karşılaşacağımıza dair çok net ipuçları veriyor. Hırçın bir dans sahnesi bu. Rüya olduğunu tahmin etmek de zor olmuyor. Sürpriz yapmıyor Aronofsky bize çünkü derdi de hiçbir zaman bu olmamıştı. Film, Nina’nın bilinçaltını en saf haliyle yansıtan bu dans sahnesiyle açılıyor. Ve film boyunca dans ve dövüş birarada ilerliyor. Tutkuyla bir işe sarılmanın hastalık boyutunda tüm bünyemizi nasıl sarmaladığını, başka bir şeyi düşünmenin nasıl imkânsızlaştığını ve tüm bunların da bize nasıl bir bağımlılık yüklediğini Nina’nın vücudunda fark edebiliyoruz. Takdire şayan oyunculuğuyla kesinlikle Natalie Portman’sız düşünülemeyecek bir filme imza atmış Aronofsky. Öyle ki film, çok ciddi bir çalışma sürecinde bu hale kavuşmuş olsa gerek. Eni konu bale yapmayı öğrenmiş ve içindeki gerçek siyah kuğuyu da ortaya çıkartmış genç oyuncu. Aronofsky cephesinden baktığımız zaman ise tamamen Natalie Portman düşünülerek yazılmış bir senaryo izlenimi veriyor. Bu yıl Oscar ödüllerinde banko olarak ismi geçen Portman kuşkusuz heykele de uzanacak. Uzanması da gerekiyor.
Kuşkusuz birçok ödüle uzanacak olan “Black Swan” bana izlemiş olduğum birçok filmi de hatırlatan ama kendine has yolu olan bir film. Örneğin “Mullholland Drive” filminde yaşanan paronaya sorunu, hayalle gerçeğin içiçe geçmesi ve kaçınılmaz sonu itibariyle aklıma takılan bir çağrışım yaptı. Ayrıca Alan Parker’ın 1984 yapımı “Birdy” isimli filminden de bahsetmek istiyorum. “Birdy”de Vietnam savaşına katılmış ve kendini kuş zanneden, uçabildiğini düşünen bir adamın öyküsü anlatılıyordu. Film, savaş psikolojisi adına başarılı bir çözümleme oluşturmuştu. Özgürlüğünü, savaşın yıkıcı psikolojisi sayesinde bulan bir adamın bunu delilikle keşfedişinin öyküsü. Bu filmde sosyolojik bir etki vardı karakterin yaşadıklarının üzerinde. “Black Swan” ise tamamen psikolojik yansıması daha fazla olan bir film. Ayrıca “Kosmos”da da deliliğin bireyi ne derece özgür kıldığını düşünmüştüm. Bu düşünce uçmak eylemini bile gerçekmiş gibi algılamaya yardımcı olmuştu. Nina ise delirmekten öte bir paronayanın içinde. Uçabilmesi için bir şeyleri öldürmesi gerekiyor. Belki aklıma gelen bu filmler bağlantısı sadece benim algıma yansıttıkları yüzündendir. Ya da yıllar yılı aslında dönüp dolaşıp aynı sancıları çekiyor oluşumuzdandır.
Yönetmen: Darren Aronofsky
Oyuncular: Natalie Portman, Mila Kunis, Winona Ryder, Vincent Cassel
Senaryo: Mark Heyman, Andres Heinz
Yapım: 2010, ABD, Renkli
(22 Şubat 2011)
Görkem Akgün