Batı’da eleştiri, bir kültür / sanat ürününün yakın çevresini saran seçkin okuyucu / seyirci / tüketici için “yakın-izler-çevre” (YİÇ) kavramını kullanır. Bu genel kavramı, ürünün çevresini saran ve iç içe geçen “zorunlu-yakın-çevre” (ZYİÇ) ve “gönüllü-yakın-çevre” (GYİÇ) diye ayırmak mümkün.
İlk çemberdeki ZYİÇ çoğunluk, kültür ürününü işi gereği profesyonel olarak yakından takip eden bir çevredir. Bu çevre izler, yazar, çizer, program yapar, dergi çıkarır, festival düzenler, vb. İkinci çemberdeki GYİÇ ise o kültür ürününü sadece kültürel (haz) amaçlı satın alır. Onun için dergiler, haftalık ek’ler çıkarılır, yazılar ve dosyalar hazırlanır, eleştiri yazıları, paneller ve seminerler, halkla ilişkileri üstlenilmiş çeşitli festivaller, v.b. etkinlikler düzenlenir. GYİÇ, bir anlamda kültür ürününü kendisi adına da takip eden ZYİÇ’nin organik (alıcı) izleyicisi ve onun en yakın eleştirmenidir.
Her iki çevre bulunduğu coğrafyanın kültür ürünlerine damgasını vuran, eleştirel duruşlarıyla hem birbirlerinin hem de içinde yaşadıkları toplumun zihinsel / kültürel yeniden üretimine çeşitli düzeylerde katkıda bulunurlar. Her ikisi de çevresinde yer aldıkları kültürel ortam ve ürün üzerinden birbirlerine karşı konum alırlar. Bu iki çevre, (bazı aristokrat azınlıklar dışında) neredeyse aynı yaşam standardı içinde yaşar. (Cihangir çevresi bunun en tipik göstergesidir!) Hatta GYİÇ bireyleri gerekli iletişim uzmanlık ve tekniklerini edindikleri takdirde birinci çembere de geçebilirler. İkisi arasındaki en temel fark ZYİÇ bireyinin “işi gereği”, konumunu kolayca terk edemeyecek bir yerde (statüde) olmasıdır. Oysa GYİÇ bireyleri, geçmişte hoşlanarak izlediği bir sanatçının (süregiden çizgisinin) ürünlerinden (hatta sürekli onu öven eleştirmenden) artık hoşnut olmadığı zaman onu terk edebilir. Dolayısıyla ZYİÇ ile GYİÇ arasındaki organik bağ da kopar. Eleştirileri okunan veya göz atılan ama tavsiyelerine kulak asılmayan eleştirmenleri hatırlayalım!
Şüphesiz, popüler kültür ürünleri için, bu yazının kapsamı içine girmeyen çeşitli “uzak-izler çevre”lerden de bahsedilebilir. Ama bu yazının amacı, zorunlu-yakın-izler-sinema-çevresi (ZYİSÇ) ve gönlü-yakın-izler-sinema seyircisi (GYİSS) kavramlarını bir büyüteç gibi kullanıp, sinemamızda ortaya çıkan bazı yeni olguları sorgulamak olacak.
GYİÇ bireyleri duyarlı ve iz sürücüdür. Bu yüzden kültür ürünlerinin üretim ve tüketim süreçlerinin bütün aşamalarında kendisine verilen her tür (akademik veya magazin) bilgi veya habere açıktırlar. ZYİSÇ’nin GYİSS ile bir film projesi üzerinden başlayan ilişkisi ise sanatçının zihninde doğmuş bir fikirden başlayıp, filmin / ürünün arşive kaldırılmasına kadar sürebilir. Bunlar filmin öyküsü, senaryonun biraz da “ilginçleştirilerek” sunulan bazı ayrıntıları, yönetmenin mekân bakması, oyuncu seçimi, çekim ve stüdyo çalışmalarından bazı küçük haberler, filmin tüketime nasıl sunulacağı veya hangi festivallere gönderileceği, vb. şeyler olabilir.
Ülkemizde elitleşerek biriken GYİSS kültürü için 12 Eylül 1980 sonrasına kısaca göz atmakta yarar var. Çünkü 12 Eylül 1980 darbesi sonrası iki neden buna ivme kazandırdı.
– Hareketli görüntünün değişen üretim tarzı (yani film / pelikül üretim tarzının (PÜT) yerini elektronik / dijital üretim tazına (EÜT) bırakması),
– Darbe sonrası daralan kültürel / kamusal alan.
1980’li yıllarda EÜT, korsan video furyasıyla sinemada üretim tarzına ağırlığını koymaya başlayınca, tüm dünya ülkelerindeki sinema salonları birkaç yıl içinde kapanmaya başlayarak, ağırlıkla üst – metropol (İstanbul!) veya metropol (Ankara, İzmir!) gibi kentlerde tutunabildi. Alt metropol kentler bile bu erozyona dayanamadı. Bu kapanma, gelişmiş ülkelerde % 50 – 75, bizim gibi azgelişmiş (!) ülkelerde ise % 75 – 90 oranlarında oldu. Kesin rakam vermek pek mümkün olmasa bile, ülkemizdeki 3000 – 3500 salon sayısı 350’ye kadar indi. Kaldı ki, kalan salonların 100 kadarı da porno film oynatıyordu. Geriye kalan 250 salonun yarısından çoğu ise sadece üç büyük kentimizde kalmıştı.
Video çağı öncesi “Sanat Sinemaları” deyimi sadece gelişmiş birkaç ülke metropollerinin (Newyork, Paris, Londra, vb) kültürel / kamusal alanlarında vardı. Bu deyim bizim gibi ülkelerde işte bu dönemde ayakta kalan sinemalar için söylenmeye başladı. İstanbul / Beyoğlu’nda Fitaş, Dünya, Alkazar, Emek, Beyoğlu; Kadıköy’de Moda, Reks; Ankara’da Kavaklıdere, İzmir’de Konak, vb. salon örnekleri ortaya çıktı. Popüler filmleri video piyasasına kaptırmış bu salonlar, o yıllarda kendi çevrelerinde bir seyirci kitlesi ve kültürü de oluşturmaya başladılar.
Bu oluşuma zemin hazırlayan diğer neden ise, 12 Eylül askeri darbesinin kamusal / kültürel alana vurduğu darbeyi de eklemek gerekir. Daha çok sözel bilgilenmenin öne çıktığı (Bilsak, Bilar, vb.) bu dönemde YİÇ de bu salonların çevresinde kendisine özgü bir yaşam tarzı ve ideolojisi (ekonomi politiği!) yarattı. O yıllarda bu çevrenin imdadına bir de “İstanbul Sinema Günleri” yetişti. Bu etkinlik daha sonra çok gelişip uluslararası bir film festivali bile oldu ama o zamanlardan kalan seyirci için her zaman “sinema günleri” veya bir “buluşma günleri” olarak varoldu.
PÜT’dan EÜT’na, TRT’nin de siyah / beyazdan renkli yayına geçtiği yıllarda, ülkemizde de Batılı örnekleri gibi yeni bir kuşak yönetmen /yapımcı kuşağı (Ömer Kavur, Erden Kıral, Ali Özgentürk, Yavuz Özkan, vd.) ortaya çıktı. Fakat çekecekleri filmin sermayesini video piyasasından alan bu yönetmen / yapımcılar filmlerinde geniş kitlelerin ilgileneceği konu, temalardan çok, daha çok bu YİÇ’nin yaşam tarzı ile ilgili konu ve temaları anlatmayı seçtiler. Bu bir çelişkiydi. Çünkü bu filmler önce sinemada vizyon görmek daha sonra video piyasası ve özel kanallara satılmak durumundaydılar. Bu çelişkiyi en güzel, “Anayurt Oteli” filmi televizyonda oynarken yaşlı kadının ağzından dökülen, “Neden böyle filmler oynatıyorlar da ‘Türk Filmi’ göstermiyorlar?” yargısı çok iyi ifade eder! Sinema yazarları ve akademisyenler bu dönem filmlerine “12 Eylül filmleri” veya “Bunalım Sineması” adını verdi. Yaratıcıların geniş seyirci ilgisinden giderek ayrılan konu ve temaları (ayrıca bir yazıda ele alacağım) 1990’lı yılların ortalarına kadar sürdü.
Aradan geçen yıllarda kapanan salonlar için kantarın kaçan topuzu da dengelenmeye başladı. Dünyaya paralel olarak, özellikle metropol kentlerimizde açılmaya başlanan yeni sinema kompleksleri, yeni işletme anlayışları ile popüler filmlerin zeminini hazırladı. 1990’lı yılların ortalarında 500 – 550 olan salon / perde sayısı bugün 1700’e (geçen yıl 1678) tırmanıyor.
PÜT zamanında ZYİSÇ ve GYİSS birbirleriyle eşzamanlı bir seyir ilişkisi içindeydi. Zamanında günlük gazetelerde yazan film eleştirmenleri ve onların seyirci / okuyucuları arasındaki ilişki buna örnektir. O zamanlar bir seyirci / okuyucu fikirlerine katılmasa bile bir sinema yazarının bir film hakkında ne yazdıklarını okumak ihtiyacını hissederdi. Bu gereksinimi de seyir öncesi ve sonrası kamusal alanda başkalarıyla paylaşılırdı. Her iki çevre bu etkileşimden geçen ürünlere damgasını vurur, hatta güncel ve olgusal sinema tarihi kitapları bu metinlerin bir araya getirilerek çıkardı. (Atilla Dorsay bu geleneği hâlâ sürdürür!) Fakat EÜT ortama ağırlığını koyduktan sonra bu etkileşim ortamı dağıldı. Ortaya çıkan çok kanallı üretim ve tüketim biçimleri, sinema yazarı ve seyirci arasındaki eşzamanlı organik bağı kopardı. Sinema yazarı / eleştirmeni ortaya çıkan çok seçeneklilik karşısında eski etkili konumunu yitirdi. Sinema yazıları giderek uzunluğu ve derinliğini kaybederken, bilgi birikimi olan deneyimli yazar ve eleştirmenler günlük gazetelerdeki köşelerini kaybettiler. Ortaya çıkan ve sinemanın temel kavramlarını birbirine karıştıran yeni nesil eleştirmenler ise ilgilerini salonlar, televizyon, video ve internet ortamındaki çok seçenekli ve çeşitlenen isteklere yönelttiler. Bu yazıların çoğu eleştiriden çok işletmeler tarafından kendilerine gönderilen basın bültenlerinden kolajlanan fason ve ansiklopedik bilgi yığınına dönüştü.
Gösterim seçeneklerinin çoğalması ve zamana yayılması hasılat gelirleri açısından şirketleri zora soksa da GYİSS durumdan gayet memnun gözüküyor. O artık film seyrindeki çok seçenekliliğin keyfini sürüyor. İnternette birçok yerden bilgileniyor ve tartışıyor. Filmler vizyona girince, ya gidiyor veya gitmiyor ama izini sürebiliyor. Beğendiyse DVD’sini alıp kendisine bir kütüphane bile kurabiliyor.
Gösterim seçeneklerinin çoğalmasına ayak uyduramayan geleneksel ZYİSÇ’nin bir ise kısmı emekli oldu. Yeni nesil ZYİSÇ ise, dilini her seçeneğe göre ayarlayarak her yerde olmaya çalışıyor.
ZYİSÇ için yeni bir gelişme de artan festival bolluğunda onlara duyulan ihtiyacın yükselmesi. Fakat festivaller de seyir seçeneği bolluğu karşısında oldukça zor durumda. Dijital teknolojinin getirdiği kolaylıklar sayesinde artık kasabalarda bile film festivali yapmak düşünülebiliyor. Bu yüzden, ZYİSÇ ile GYİSS de bu ortamlarda yazmak / okumak ilişkisinden çok, panel, seminer, vb. ortamlarda sözlü olarak bir araya geliyorlar.
Festivallerin artışı beraberinde belli düzey düşüklüğü getirirken, bir yandan da dünya film kültürünü izleyen ZYİSÇ’ne yeniden önem kazandırdı. Fakat geçiş sürecinde bazen dengeler de kaçıveriyor. Geçmiş yıllardaki Antalya, Adana, Bursa ve bu yılki Malatya Film Festivalleri bunun en açık göstergesi. Seyirci ile organik bağı zayıflamış (veya dağılmış) ZYİSÇ’lerin beğenileriyle düzenlenmiş bu festivaller uluslararası büyük film festivallerinin (kırmızı halılı!) kötü bir kopyası olmaktan ileri gidemediler. Ölçü şüphesiz hasılat değil ama, o yıllarda jürilerin seçtiği filmler de en az box-office yapan filmler oldu!
Son yıllarda sanat filmlerimizin (!) seyircisi 2 – 10 bini geçmez oldu. Bu biraz da bu filmlerin sadece ZYİSÇ tarafından izlendiğinin en açık göstergesi. Fakat bu sinemamız için bir kısır döngü. Bu etkinin ZYİSÇ ve yaratıcı’nın karşılıklı ilişkisini incelemek ise ayrı bir yazı konusu…
(Bu yazı, yazarı ve alındığı yayın yeri belirtilerek, dileyen herkes tarafında izinsiz olarak yayınlanabilir veya bir kısmı alıntılanabilir.)
(01 Ocak 2011)
Hüseyin Kuzu
Senarist / Öğr. Gör.
Sine – Sen Eğitim ve Araş. Dai. Bşk.