Cantona’dan Hayat Dersleri

Hayata Çalım At (Looking for Eric)
Yönetmen: Ken Loach
Senaryo: Paul Laverty
Görüntü: Barry Ackroyd
Oyuncular: Steve Evets (Eric), Eric Cantona (Kendisi), Stephanie Bishop (Lily), Gerard Kearns (Ryan), Stefan Gumbs (Jess), Lucy-Jo Hudson (Sam)
Yapım: Film Four-Wild Bunch-Sixteen Films (2009)

Büyük yönetmenlerden İngiliz Ken Loach’un “Hayata Çalım At”ı, hatıralara, hayata, aşka, aileye, Eric Cantona’ya, ManU’ya ve güzel olan her şeye adanmış, gerçeküstücülükle de beslenmiş gerçekçi ve mutlu bir film.

Manchester’lı kederli, bıkkın ve yorgun postacı Eric Bishop, arabasını trafikte ters yöne sürer. Gözlerini hastanede açar. Ardından büyük usta Ken Loach, Eric’in bu sıradan hayatının içine kamerasıyla dalar. “Looking for Eric – Hayata Çalım At”, gerçeküstücülükten yardım bulan gerçekçi bir film. Manchester United’ın (ManU) 1990’lardaki efsanevi futbolcusu Fransız Eric Cantona’nın büyük hayranı Eric, bir gün üvey oğlu Ryan’ın otunu içerken Eric Cantona hayatına giriveriyor. Siyahi oğlu Jess ve üvey oğlu Ryan’la sıkıntılı hayatın içindeki Eric’in bu kaos dünyasının içine Cantona girince halının altına süpürülmüş her şey sandığın içinden dışarı çıkıyor. Onu mutsuz eden en büyük şeyse, hayatının kadını olan kızı Sam’in annesi Lily’yi terk etmesi. Otuz yıldır suçluluk azabıyla yaşamış Eric. Gençliğinde bir dans yarışmasında karşılaşmış Lily’yle Eric. Bir hayat gurusu, belki de bir filozof Cantona, Eric’i kafasının içinde büyüttüğü sorunlarının üzerine itiyor ve böylece Eric’in anlamsız hayatı bir anlam kazanıyor. Kızı Sam’in bebeği Daisy’ye eski kadını Lily’yle bakan Eric, Cantona’nın her biri hayat dersi olan sözlerinden güç alarak Lily’ye geç kalmış özrünü ve aşkını iletiyor. Hayat dümdüz akıp gitmiyor filmde. Hatıralar, şimdiki zaman, ManU, hayatın “derin” sorunları üst üste binince hikaye de keyifli bir seyre dönüşüyor “Hayata Çalım At”ta. Eric’in üvey oğlu Ryan, suç çetesine bulaşmış ve her şeyiyle batmış bir genç. Bu sorunu da Cantona’nın yol göstermesiyle ManU’lu arkadaşlarıyla çözümlüyor Eric. Böylece bir Ken Loach filminde mutlu son da yaşanıyor böylece. Eric, kaybettiği her şeyi hak ederek kazanıyor sonunda.

ManU bir aşk…

Bu film, yoğunluklu olarak iç mekânlarda geçse de Manchester şehrinin sokaklarını, caddelerini, “pub”larını da yansıtıyor. Bu şehir “kırmızı şeytanlar”ın kızıla boyadığı bir futbol mabedi gibi sanki. Taraftar ruhu da heyecan verici. Final bölümünde “aşağılık kompleksli” gangster Zac’ın malikânesini Eric’le dayanışma için basan Eric Cantona maskeli ManU’lu taraftarlar insana takım gücünün ruhunu hissettiriyorlar. Büyük yönetmen Loach, demiryolu işçilerinin 1878’de kurduğu ManU’yu Amerikalılara satılmasını da alttan alta eleştirmiş bir taraftar ruhuyla. İngiliz geleneğinin ve işçi sınıfının takımlarının mirası ve şımarık Amerikalılarca talan ediliyor şimdi. Nedense dok işçilerinin kurduğunu sandığımız Liverpool, can düşmanı Everton’ın içinden doğmuş 1892 yılında. Everton, 1878’de St. Domingo Metodist Kilisesi’nde kurulmuş. İşte bu Everton’ın zengin başkanı, yeni yapılmış Anfield Road Stadyumu için, Everton’ın yönetimiyle anlaşamayınca Everton’a rakip olarak Liverpool’u kurmuş. Aslında bu filmde gördüğümüz her şey, modern hayatın insanı öğüten hallerini yansıtıyor. Ama Loach’ta hep bir umut var. Çünkü dayanışma ve paylaşma duygusu hâlâ bu dünyayı terk etmedi. Hem taraftar hem de mesai arkadaşlarının Eric’i hayatın sevincine döndürme çabaları insanın gözlerini yaşartıyor filmin derinliğinde. Dostluklar, paylaşmalar ve takım olma ruhu ölmedikçe hiçbir şey ölmüyor. Aşk bile. Yönetmen, hayatın manevi taraflarını da hatırlatıyor seyirciye. Elbette bir aile olmanın sıcaklığını da. 2009’da 62. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” için yarışan bu filmde en ironik olan şeyse Eric’in soyadıydı belki de. Bishop, İngilizcede “piskopos” anlamına da geliyor. İnsanların kaderlerini soyadlarındaki anlamlar belirlemiyor tabii ki. İroni işte. Filmde, ManU formasıyla Cantona’nın ruhani gollerine de bir selâm var. Loach, bir de Lily üzerinden kadınların hoşgörüsüne bir saygı gönderiyor filminde. Eric’in hayatındaki çıkmaz kaosları açan Lily’nin sıcak şefkatiydi belki de. Loach’un bu filminde “Kral”ın, Elvis Presley’in de sesi duyuluyor. “Kral”ın şarkısıyla Cantona ve Eric rock dansı yapıyorlardı filmin güzel bir anında. Loach usta, sevdiği birçok şeye bu filmiyle saygı göndermiş. Hatta bu filmde bizim hasret kaldığımız YouTube bile var.

(13 Mayıs 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Altın Koza, Dünya Çapında Bir İlke İmza Atıyor

07 – 13 Haziran tarihleri arasında yapılacak 17. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali dünya çapında bir ilke imza atıyor: Dünya Film Eleştirmenleri Federasyonu – FIPRESCI’nin daha kariyerlerinin başındayken keşfettiği ya da dünyaya lânse ettiği, bugünün usta yönetmenlerinin filmlerinden oluşan bir program hazırlandı. FIPRESCI, 2010 genel kurulunda ödüllü filmlerinden oluşan programlar oluşturma kararı almıştı, Altın Koza bu kararın ilk uygulandığı festival olacak. Program kapsamında Ken Loach, Michael Haneke, Bent Hamer ve Emir Kusturica’nın filmlerini gösterilecek.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Altın Koza, Dünya Çapında Bir İlke İmza Atıyor yazısına devam et
  • Sine-Sen’in Düzenlediği “Yönetmenler İlk Filmlerini Anlatıyorlar” Etkinliğinde Bu Hafta Kazım Öz Var

    Sine-Sen’in düzenlediği ve Handan İpekçi’nin Babam Askerde filmiyle başlayan etkinlik bu hafta Kazım Öz’ün Fotoğraf filmiyle devam ediyor. Film, Şişhane’deki Sinema Emekçileri Hareket Noktası ve Kültür Merkezi Çok Amaçlı Salon’da 09 Mayıs 2010 Pazar günü saat 17:00’de izleyiciyle buluşacak. Gösterimlerin ücretsiz olduğu etkinlikte izlenecek filmin ardından, Kazım Öz’le bir söyleşi gerçekleştirilecek. Söyleşiye katılacak izleyiciler yönetmenin ilk filmini çekerken yaşadığı sıkıntıları, zorlukları ya da kimi güzel anıları öğrenme şansına sahip olacaklar.

  • Basın Bülteni
  • Görsellere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Sine-Sen’in Düzenlediği “Yönetmenler İlk Filmlerini Anlatıyorlar” Etkinliğinde Bu Hafta Kazım Öz Var yazısına devam et
  • Pera Film, Mayıs Ayı Etkinlikleri “Aya Yolculukla” Devam Ediyor

    Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, Mayıs ayı film etkinliklerine 07 Mayıs – 13 Haziran 2010 tarihleri arasında 40. Yılında Aya Yolculuk Programı ile devam ediyor. Program insanoğlunun tarihsel bir dönüm noktası olan aya ayak basma başarısını, sıra dışı anlatısal ve belgesel filmlerle kutluyor. Programda yer alan kurgu filmler, ay, uzay ve dünya dışı gibi konuları yaratıcı hikâyeleri ve efsaneleri ele alıyor.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Pera Film, Mayıs Ayı Etkinlikleri “Aya Yolculukla” Devam Ediyor yazısına devam et
  • 2. Uluslararası Kurye Video Festivali

    İstanbul Modern Sinema, 07 – 16 Mayıs 2010 tarihleri arasında bu yıl ikincisi düzenlenen Uluslararası Kurye Video Festivali’nde birbirinden ünlü isimleri İstanbul’da buluşturuyor. Fransız dijital sanatçı grubu Pleix, ilk kez Kurye Video organizasyonu ve İstanbul Modern Sinema işbirliği ile İstanbul’a geliyor. Groove Armada, Basement Jaxx ve Plaid gibi birçok ünlü grup ve müzisyenin video kliplerini yaratan Pleix, 07 Mayıs Cuma günü saat 18:00’de İstanbul Modern Sinema’da hayranlarıyla buluşacak. Kurye Video Organizasyonu’nun düzenlediği festivalde, 23 ülkeden 100’ü aşkın video gösterimi yapılacak.

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü görsele haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    2. Uluslararası Kurye Video Festivali yazısına devam et
  • Digiflame ile “Eyyvah Eyvah”

    Senaryosunu Ata Demirer’in yazdığı ve başrolünü Demet Akbağ ile üstlendiği Eyyvah Eyvah’ın tüm görsel efektleri Digiflame tarafından gerçekleşterildi. 9. haftasında 2.329.033 seyirci sayısına ulaşan Eyyvah Eyvah’ın özellikle 2 dakikadan uzun süren açılış sahnesinin adeta her pikseli için detaylı bir çalışma gerçekleştirildi. Mayıs ayı başında yapılan görüşmelerden sonra Haziran ayında Çanakkale Geyikli’deki çekimlere giden Digiflame 3D Ekibi filmin kahramanlarına çarpacak olan geminin tasarlanması ve modellenmesi için uğraşırken Compositing Ekibi de key ve roto işlemlerine başladı.

  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • .jpg formatlı basın bültenine haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Digiflame ile “Eyyvah Eyvah” yazısına devam et
  • Art by Chance 2010 Ultra Kısa Film Festivali Başlıyor

    Şehirlerin hızlı akan hayatına tesadüfi olarak renk katmak ve insanları şaşırtmak amacıyla hayata geçirilen “Art By Chance” Ultra Kısa Film Festivali 07 Mayıs Cuma günü Beyoğlu Tomtom sokakta başlıyor. 13 ülkede 70’i aşkın şehirde yüz milyonlara ulaşmayı hedefleyen “Art By Chance”, Ocak 2010 itibariyle kayıtlara, turkey.artbychance.org sitesi üzerinden başlamıştı. Dünyanın birçok ülkesinden sanatçıların ürettiği 30 saniyelik filmlerden yapılacak seçkiler, Mayıs ayı boyunca dünyadaki halka açık alanlarda bulunan yaklaşık 10.000 adet dijital ekranda gösterime girecek.

  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü görsele haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Art by Chance 2010 Ultra Kısa Film Festivali Başlıyor yazısına devam et
  • MTV Film DVD.leri

    MTV Film tarafından satışa sunulan DVD.lerin yüksek çözünürlüklü kapak fotoğraflarına haberin devamından ulaşabilirsiniz.
    Yeni eklenenler:
    Tahtacı Fatma (Fatma Of The Forest),
    Dolmabahçe ve Atatürk (Dolmabahçe Palace and Atatürk),
    Altın Kent İstanbul (İstanbul The Golden City),
    Hüseyin Anka ile Sinan’ı Yeniden Yorumlamak (Re-Evaluation of Sinan Through Hüseyin Anka),
    Kapalıçarşı’da Kırk Bin Adım (Forty Thousand Steps in the Covered Bazaar).

    MTV Film DVD.leri yazısına devam et

    Suha Arın’ın İki Belgeseli Daha DVD Formatında İzleyicisi ile Buluşuyor

    Türk Belgesel Sinemasının “Büyük Ustası” Suha Arın’ın, orjinal negatif filmlerden restore edilen Dolmabahçe ve Atatürk ile Tahtacı Fatma belgeselleri, DVD formatında izleyicisi ile buluşuyor. 1981 yılında gerçekleştirilen Dolmabahçe ve Atatürk belgeseli dünyaca ünlü sarayı mekân ve yapı yönünden detaylı bir biçimde incelerken, sarayın Osmanlı döneminden Cumhuriyet dönemine Atatürk’ün varlığı ile değişen işlevlerini de karşılaştırıyor. 1979 yılında gerçekleştirilen Tahtacı Fatma belgeseli ise 12 yaşındaki bir “tahtacı” kızının Toroslar’da yaklaşık 2.000 metre yükseklikteki ormanlarda çok zor koşullar altındaki yaşamını yansıtıyor.

  • Basın Bülteni
  • Belgeseller hakkında geniş bilgilere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Suha Arın’ın İki Belgeseli Daha DVD Formatında İzleyicisi ile Buluşuyor yazısına devam et
  • Altın Koza’ya Rekor Başvuru

    07 – 13 Haziran tarihleri arasında yapılacak 17. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali kapsamında düzenlenecek olan Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması, Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması ve Akdeniz Ülkeleri Kısa Film Yarışması’na rekor düzeyde başvuru yapıldı. Festivalde son bir yıl içinde üretilen Türk filmlerinin yarışacağı Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’na 40 film başvurdu. Bunlardan 9’unun yapım aşaması henüz tamamlanmış filmler olması dikkat çekti. Ön değerlendirmenin ardından başvuru yapan filmlerden 12’si, yarışmaya katılmaya hak kazanacak ve 09 Mayıs 2010 tarihinde kamuoyuna açıklanacak.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Sinema Meclisi, Yılın Tartışmasına Sahne Oluyor

    Cine5’de ilk bölümü geçen hafta sonu yayımlanan ve yönetmenliğini Ensar Altay, sunuculuğunu ise sinema yazarı Ali Murat Güven’in gerçekleştirdiği Sinema Meclisi’nde 08 Mayıs Cumartesi akşamı 22:30′da, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ortaya çıkan ve Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişten sonra da büyük bir ivme kazanan “modernleşme” ideolojisinden hareketle, “Türk sinemasındaki din ve dindarlık algısı” masaya yatırılacak.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü görsellere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Sinema Meclisi, Yılın Tartışmasına Sahne Oluyor yazısına devam et
  • 14 Mayıs 2010 Haftası

    “Vera’nın Şoförü”, 1962 yılında, Kırım’daki bir yüksek rütbelinin özel şoförlüğü görevi verilen yetimhaneden yetişme yakışıklı askerin ‘sınıf atlama’ düşleri ile general babanın, çok sevdiği kızının içinde bulunduğu zor durum dolayısıyla bu genç adamı aileye dâhil etme plânı çerçevesinde, başka karakterlerin de etkisiyle çetrefilleşen bir psikolojik dram sunuyor. Soğuk Savaş’ın -özellikle- kültürel etkilerini ve güya sınıfsız toplumun ‘aşağıdakilerle – yukarıdakiler’ arasındaki ilişkilerini fona başarıyla yerleştiren film, yazık ki, yarıdan sonra bir fotoroman basitliğine / zorlamasına dönüşüp, düş kırıklığı yaşatıyor. Yine de, belli bir ustalıkla çekildiği için ilgi gösterilmeli.

    “Soraya’yı Taşlamak”, “taşlanarak öldürülme” (recm) cezasının, Humeyni dönemindeki İran’ın bir köyünde yaşayan dört çocuklu genç bir kadına uygulanmasının -sinema olarak da kusursuzca anlatılan- trajik süreci… Bu filmde yaşayacağınız şoklar cezanın şekliyle sınırlı değil ve asıl şok ‘insanlık’ın kayboluşu! Tabii ki erkek baskıcılığının üzerini kapattığı, derinliklerden gelen bir çığlık; önemlisi de izledikten sonra, hiç bir filmde olmadığı ya da çok az filmde olduğu kadar soru işaretinin kafanıza çengellenecek olması.
    “Robin Hood”, ‘zenginden çalıp yoksula dağıtan’ halk kahramanının bildiğimiz öyküsünün öncesine ve 12. yüzyılın son yılından başlayarak, 1215’teki Magna Carta Özgürlük Bildirgesi’ne giden süreçteki tarihi olaylara dönüyor. Robin Hood’u ise, tüm bu tarihsel gelişmelerin içine, serüvenci, cesur, dürüst, akıllı, korkusuz kişiliğiyle yerleştirmiş bulunuyor. Ridley Scott’ın, seyredeni, ‘zaman içinde geriye doğru bir yolculuğa’ çıkardığını vurgulamaya bile gerek yok. Ve evet, pekâlâ da siyasi bir film: Olay örgüsünü alın, günümüze uyarlayın, son derece güncel olduğunu göreceksiniz. Oyuncular ‘cuk’ oturmuş ve sesler 13. yüzyıl insan uygarlığına / vahşiliğine dair her ayrıntıyı içermekte. Enfes bir şeydi izlediğimiz.

    “Labirent 3D”, Japon Korku Sineması’nın, ergenlik dönemi seyircileri için hazırlanmış ortalama bir örneği: Yine arkadaşlar arasında kalmış bir sırdan dolayı yıllar sonra rahatsız eden anılar ve vicdan azabı kaynaklı huzursuzluk… Yine hayalet kız! Buraya kadar tamam da, bu filmin 3 Boyutlu olarak pazarlanmasına itirazım var. Çünkü hiçbir özelliği olmayan ‘derinlik’, ne öyküye, ne de filmin geneline katkıda bulunuyor… Üstelik aşırı karanlığı ve solukluğuyla mide bulantısına bile yol açabiliyor.

    “Hayata Çalım At”, seyirciyi gerçeğin keskin tarafından yürüten Ken Loach’un, ‘güler yüzlü’ ve -tuhaftır- ‘fantastik’ filmi: Çünkü sorunları ve mutsuz yaşamı ile baş etmekte zorlanan postacı Eric’e ‘görünmeye başlayan’ efsanevi futbolcu Eric Cantona’nın yol göstermesiyle, bir oyuncunun saha içi taktikleri ve takım ruhu devreye giriyor. Serde futbolculuk, özde de futbol olunca zaten, biraz zekâ – akıllıca hareket ve ‘sağlam bir yürek’le, yaşam denilen oyunda zafere ulaşılıyor. Postacı Eric’in hikâyesinde, zaman zaman yine ‘bozuk düzen’e lâf atsa da Loach, futbolun yaşamın nasıl ta kendisi olduğuyla ilgilenmiş… Bu, diğerlerinin altında ve fakat izlenebilir bir filmi olmuş.

    12 Mayıs 2010

    Ali Ulvi Uyanık

    aliuyanik@superonline.com