Sinema-TV Yıldızlarımızı Sarıp Sarmalayan “Alaturka Menajer” Terörü

“Sayın Ali Murat Güven, İstanbul – Türkiye,
Çalıştığınız gazete adına özel bir söyleşi yapmak istediğiniz aktör
Robert De Niro, halen Londra’daki bir sette yeni filminin çekimleriyle uğraşmaktadır ve önümüzdeki dört aylık çalışma programı bütünüyle doludur. Fakat, bu süre geçtikten sonra görüşme talebinizi yenilerseniz, başvurunuz tarafımızdan tekrar değerlendirilecektir. En iyi dileklerimle… – Bryan Lourd / Robert De Niro adına / Basın ve Halkla İlişkiler Sorumlusu”

Yukarıdaki mesajı, 2007 yılında, ABD’nin en büyük ve de popüler sanatçı ajansı olarak bilinen Creative Artist Agency’den, kendisiyle Yeni Şafak adına özel bir röportaj yapmak için yıllardır yanıp tutuştuğum Robert De Niro’nun efsanevî menajeri Bryan Lourd’dan almıştım. Hâlâ da e-posta arşivimde saklarım bu belgeyi…

De Niro’yu sizlere uzun uzadıya anlatmaya zaten gerek yok; fakat o Brian Lourd ki yalnızca anılan sanatçı değil, Hollywood’u Hollywood yapan kadın-erkek her kim varsa mutlaka portföyünde bulunan, yeryüzünün tartışmasız en ünlü (aynı zamanda da en pahalı!) menajeri… Bunun da ötesinde, kadrosunda görev yaptığı CAA’nın yönetici ve ortaklarından biri… Şöyle bir bakalım, müşterileri arasında kimler varmış bu karizmatik yıldız avcısının:

George Clooney, Brad Pitt, Robin Williams, Arnold Schwarzenegger, David Duchovny, Helen Hunt, Oprah Winfrey, Tom Cruise, Sean Penn, Madonna, Naomi Watts, Natalie Portman, Penelope Cruz, Jimmy Fallon, Matthew McConaughey, Krystle Luther, Taraji P. Henson, Peter Jöback…

Evet; bana, yani ABD’nin ellide biri büyüklüğündeki bir doğu ülkesinden “Robert De Niro ile görüşmek istiyorum” diye mesaj gönderen bir sinema yazarına bu cevabı, yukarıdaki türden müşterilere sahip olan bir adam gönderdi. Bunu yaparken de “Kim sallar Türkiye’yi” falan demedi. Ki benzer içerikteki somut ve nazik cevapları daha başka Amerikalı-Avrupalı sanatçıların menajerlerinden de almışlığım vardır. Emin olunuz, işi biraz sıksaydım, olayın iyice peşine düşseydim, o dönemlerde hem yönettiği hem de yan rollerinden birini üstlendiği “İyi Çoban” (The Good Shepherd) filmini çeken De Niro’yla mutlaka görüşür, görüşürken de eline bir Yeni Şafak tutuştururdum. Fakat, görüşmemizin bir kaç ay sonraya kalması tez canlı bir adam olarak hevesimi kırdı, ben de bu sevdadan vazgeçtim.

Şimdi, sizlere bu hikâyeyi neden anlatmış bulunuyorum?

Meslekte yeterince kaşarlanmış bir gazeteci ve sinema yazarı olarak, Türkiye’de sinema, televizyon ve sahne yıldızlarıyla medya arasındaki köprüleri kurma (!) görevini üstlenen “menajerlik müessesesi”nin uzun yıllardır nasıl da keyfî ve laçka bir düzen içinde ilerlediğini gayet iyi bilirim. Fakat, mayıs ayının başlarından bu yana Cine5 kanalında hazırlayıp sunmakta olduğum “Sinema Meclisi” programının konuk davet etme süreci, söz konusu iş alanının ülkemizde ne denli döküntü bir görünüme sahip olduğunu biraz daha yakından müşahade etmemi sağlarken, bana da şimdiye kadar yaşadıklarıma rahmet okutan yepyeni deneyimler kazandırdı.

İnanılmaz tutum ve davranışlara sahip “publicity” uzmanlarıyla (!) dolu bu piyasa… Cep telefonlarını açmayan, açsa da sekreterine açtıran, bir biçimde kendilerine ulaştığınızda ise sizinle gayet yüzeysel ve laubali konuşmalar yapan, “Ben sizi arayıp bilgi vereceğim” dediğinde bir daha asla geri dönmeyen, e-postalarına cevap verme alışkanlığı kazanamamış, sanatçısını medya mensupları ve hayranlarıyla buluşturmaya değil “buluşturmamaya” yeminli tipler ortalıklarda son derece pişkin tavırlarla “Ben menajerim” diye dolanıp durmaktalar…

Çok net söylüyorum; bu kişilerin ne iş ahlâkı, ne de aslî hedefe ulaşma noktasında batı tipi bir menajerlik mantığıyla uzaktan yakından hiç bir ilgileri/ilişkileri yok. Çünkü Amerikalı-Avrupalı bir menajer, kendisine bağlı bir müşteriyi radyoya, televizyona, yazılı basına ve dahi internete taşıyabildiği ölçüde işinde başarılı sayılır; piyasadaki saygınlığını da sergilediği performansla artırır. Bizim alaturka menajerler ise bunun tam tersine, sanatçılarını toplumdan ve medyadan gizledikleri ölçüde iş yapmış olduklarını sanıyorlar!

Hele de Yeşilçam’ın klasik dönem yıldızlarının önemli bir bölümüne “tulum” sistemiyle menajerlik yapan pek meşhur bir hanım şahsiyet var ki, onunla herhangi bir bağlantı kurmayı Allah düşmanımın başına vermesin!

Bir kere, kendisiyle bizzat görüşmeniz hemen hemen imkânsızdır. Açtığınız her telefona 20 yaşlarındaki sekreteri bakar! Bu ülkede neler olup bitiyor; televizyonda, radyoda, yazılı basında, internette yükselen değerler kimler, sanatçısını size gönderdiğinde elde edeceği artılar ve eksiler neler… Bütün bunlar umurunda bile değildir mâlûm kişinin. Ne medya ne de sinema dünyasından gerçek anlamda haberi olmadığı için, “sanatçı parlatma”yı topu topu bir “Beyaz Show”, bir “Seda Sayan”, bir de Okan Bayülgen’in -konuklarından 15 kat daha fazla konuştuğu, zaman zaman da onları alenen bozduğu- “Makine”li, “Kral”lı kuşluk vakti programlarına göndermek sanır. Kendisine mesaj attığım sabah Kanal D’de bir canlı yayına konuk olduğunu gördüğüm sinema aktristi bir müşterisinin “uzunca bir süredir İstanbul dışında olduğunu, aylarca da gelmeyeceğini, bu yüzden program konukluğu teklifimizi üzülerek reddettiğini” söyleyecek kadar da pervasız bir yalancıdır. Dahası, bir başka sinema editörü arkadaşımız, bu konuşmadan topu topu beş-altı gün sonra, aynı sanatçıyı teke tek yakaladığı bir telefon görüşmesinde onu kolayca iknâ ederek kendisiyle bir internet söyleşisi yapmıştır!

Sırf, gördüğümüz bu kaba-saba muameleler yüzünden, Cine5’de kendileri için 3 saat ekranda kalacakları özel “saygı bölümleri” yapmayı planladığımız bir çok kıdemli Yeşilçam yıldızını konuk etmekten vazgeçtik. Çünkü, Türk medyasının yıllardır ağzından iki cümle alabilmek için evinin kapısında nöbet tuttuğu Cem Yılmaz’ı toplam iki dakikalık dostça bir görüşme sonucunda yayına konuk edebiliyorken, en son filmlerini 20 yıl önce çekmiş emekli aktör ve aktristlere telefonda bir merhaba demeyi bile başaramıyoruz!

İçimi acıtan şey şu ki, menajerleri onları çatır çatır “harcarken”, bu sanatçıların büyük bir bölümünün ise durumdan haberleri bile olmuyor. Kendilerinin cep telefonlarına ulaşıp birebir görüşmeler yapmayı başarabilsem, hiç bir zaman vazgeçmediğim o tatlı dilim ve güler yüzümle muhataplarımın yüzde 99’unu programıma konuk edebileceğimden adım kadar eminim. Fakat, ne yazık ki çoğunlukla bu noktaya kadar ilerleyemiyor, iletişimi provoke eden “menajer terörü”nü aşamıyoruz.

Bir de bundan daha kötüsü var ki o da menajerliğini ailesinden kişilere yaptıran tamamen “eski moda” yıldızlar… Bu, bizim gibi iyi niyetli adamlar için tam anlamıyla felâket bir durum; çünkü böylesi taleplerimizde “çakma menajerler” olaya “Aman, ne gereği var şimdi televizyona falan çıkmanın, akrabam zaten yeterince tanınıyor, iyisi mi hiç üzülüp yorulmasın, paşa paşa evinde otursun” şeklinde baktığından dolayı, direkt “red” yiyoruz. Bu tür amca oğlu/dayı kızı tipler ne meslek ne de eğitim olarak PR işinden gelmedikleri için, ciddi bir telefonlaşma, yazışma, söylediği saatte geri dönüp bilgi verme gibi huyları da hiç yok; bütünüyle “Nuri’nin kardeşi Emin” ya da “Cüneyt’in oğlu Hakan” sistemi üzerinden ilerliyorlar.

Geçenlerde, her saniyesiyle kendisine adanmış özel bir program yapmayı nicedir hayâl ettiğimiz; bunun için de yıllarını Türk sinema tarihine vermiş iki değerli araştırmacı, “Yeşilçam Hatırası” adlı internet sitesinin kurucu-editörü Mesut Kara ve yine “Yeşilçam” adlı zengin içerikli bir başka sitenin kurucu-editörü Erhan Işık’la birlikte tam üç hafta boyunca peşinden koşturup durduğumuz kült bir aktörün yakınları bizleri tek kelimeyle kanser ettiler. En sonunda teslim bayrağını çektik ve bu sanatçıyla televizyonculuk tarihimize geçecek bir “tribute” bölümü yapma fikrimizi kesin olarak rafa kaldırdık.

Böylesine ilgisiz, sevgisiz ve hoyrat tavırların, o sanatçının bir posterini, bir lobi fotoğrafını, kamuoyunca az bilinen bir filmini gün ışığına çıkartabilmek için kendini helak eden bizim gibi sinema tarihi meraklılarını ne denli hırpaladığını izah etmeye gerek duymuyorum. Yalnızca şu çok iyi bilinsin ki kırılıyoruz, hem de çok kırılıyoruz.

Dünyadaki bütün “fan”ler gibi, Türk toplumunun da filmleriyle, televizyon dizileriyle, şarkılarıyla, kitaplarıyla kendilerine yıllar yılı unutulmaz anlar yaşatmış olan kültür-sanat insanlarıyla arada sırada çeşitli vesilelerle buluşup hâlleşme hakkı vardır. Bu tür kitlesel buluşmaların en sağlıklı yöntemi ise medya organlarıyla yapılan yazılı, sözlü ve görüntülü söyleşilerdir. İnsanlar, böylesi kalıcı kayıtlar sayesinde sevdikleri sanatçıların duygu dünyalarını daha bir yakından tanır, önceden hiç bilmedikleri bazı özelliklerini fark eder ve onları eskisinden çok daha fazla severler.

Halkın “sanatçıyı zirvelere taşımak”tan doğan bu hakkı rahatça kullanmasını sağlayabilmek için de medyayla o yıldızın arasına despot birer saray muhafızı gibi dikilmiş bulunan menajerlerin ne yapılıp edilip eğitilmesi, aralarından özellikle bazılarının -yukarıda dile getirdiğim döküntü davranışlarından vazgeçmelerini sağlamak üzere- en seri biçimde “evcilleştirilmeleri” gerekiyor.

Hiç debelenmeyin ve tafra yapmayın. Biz medya mensupları yoksak, siz de yoksunuz çünkü…
Tıpkı Âşık Veysel’in o güzelim türküsünde dediği gibi:

“Güzelliğin on para etmez / Şu bendeki aşk olmasa”

(07 Haziran 2010)

Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü

[email protected]