Yalnızca piyasanın ticari konjonktürü göz önünde bulundurularak yapılan kötü filmleri yermek çok kolaydır ve büyük oranda gereksizdir. Taze örnekler olarak Elm Sokağında Kâbus’u, H II: Katliam’ı, Salgın’ı muhatap alıp yerin dibine geçirmek, mukayeselerde bulunmak, sadece var olan sığlığa birkaç satır da olsa hizmet etmek, işin kolayına kaçmaktır, çünkü bu filmlerin birer meseleleri yoktur. Temel kusuru (popüler film gramerini usturuplu kullanmaktan kaçınıp) basit şekilde terörize olan seyirciyi tavlamaya çalışmak olan bir film vardır karşınızda ve bu irdelenmesi gereken bir sorun değil bir meşrep vurgusudur.
Fakat yazının konusu olan bu filmlerin bundan bağımsız olarak bir tavırları daha var ve ben bir kereye mahsus bunun üzerine konuşmak gerektiğini düşünüyorum. Mevzu şu ki bu üç filmin ikisi Elm Sokağında Kâbus ve H II: Katliam, Craven ve Carpenter’ın orijinal filmlerinin devamı niteliğindeki işlerle çarçur edilen karizmasını toparlamaya çalışmaktan veya bilâkis bu filmlerden biri olmaktan ziyade bu iki ustanın filmlerine bilenir gibi davranıp kaseti başa sarmaya kalkıyor. Salgın’da ise Breck Eisner, Romero’nun öncülüne fil dişi kuleden bakıyor. Ancak bu bakış açısını yazının başında bahsettiğim gibi bir zihniyetle perdeye aktarınca ve bahsettiğimiz filmler nostaljik ve psikolojik çağrışımları bir yana kendi mitlerini oluşturmayı başarmış işler olunca bizim duygularımız da mesela orijinali göz önünde bulundurulduğunda seri içinde sırıtmayan Marcus Nispel imzalı son 13. Cuma’nın üzerimizde bıraktığı tarzda bir etkiyle yeşermiyor.
Wes Craven, New Nightmare ile Elm Sokağı serisine gayet zekice bir nokta koymuştu 1995’te. Açıkçası filmin iyiliğini, kötülüğünü tartışabilirsiniz fakat bu film hem önceki devam filmlerine ağzının payını veriyor, hem de seriye eklenebilecek yeni halkalara ültimatom göndermeyi ihmâl etmiyordu. Bence Craven’ın kendini taklit etmeden elinden gelebilecek olanın en iyisi buydu ve daha önemlisi çıkış noktasıyla (En azından Steve Miner’ın H20 finalinden daha kesin bir çözüm) Freddy Kruger’ı halka arz ederek perdeden siliyordu.
Bugün Samuel Bayer, Gus Van Sant’tan beter bir özgüvenle, Craven’in âlâmet-i farikasını hiçe sayarak artistik ve manevi açıdan olmamış, yeni bir Freddy Kruger inşasına başlıyor. Elm Sokağı’nın 1995’te bıraktığımız pürüzsüzlüğünün üzerine hiçbir zaman kurumayacak kıvamda yeni bir kat zift döküyor. Gerisi ise klâsik teen-slasher kültüründen bire bir kopya edilmiş tribün filmi.
Halloween cephesine gelirsek. Rob Zombie, ilk Halloween’in de devam filmlerinde heba edilen ağırlığı toparlayarak hafifliği ortadan kaldırmayı amaçlıyor, tabir-i caizse “cepte” izleyicilerin hoşuna giden mizansenleri de bu ağırlığına sıkıştırmayı hedefliyordu. Bazılarının kanıksadığı ama benim ısrarla kabûllenmediğim nev-i şahsına münhasırlıktı bunun ismi. Fakat bu hareketin en büyük gediği Rob Zombie’nin H II: Katliam’a olması gerektiği üzere özgün bitirici fırça darbesini vurmayıp, orijinal filmi iddia ettiği şekilde kendi penceresinden elden geçirmesi. Çünkü maalesef Rob Zombie’nin özelde yapmak istediği şey Carpenter’la aynı. Ancak Zombie’nin zorlama psikolojik çağrışımları, sembolist yaklaşımı, gürültülü imaları, John Carpenter’ın sessiz sakin üstesinden geldiği unsurlardı ve bence kötülüğün tanımının yapıldığı orijinal filmin en güçlü yanı buydu. H II: Katliam’da da aynı problem dozu artarak devam ediyor. Rob Zombie, dişine göre olduğunu düşündüğüm, Rick Rosenthal’ın orijinal Halloween 2’si ile haşır neşir olsaydı eğer kendi çocuk bahçesi daha şen olurdu eminim. Bu durumun en büyük ispatı da Zombie’nin halihazırdaki filminin ilk yirmi dakikasının bu filmden esintiler taşıması ve bu kısmın filmin en başarılı bölümü olarak göze çarpması.
Bu arada unutmadan şunu da söyleyeyim. Evet kendi söylediği üzere bu her şeyiyle Rob Zombie’nin Halloween’i olabilir ve Rob Zombie’nin Halloween’inde Michael Myers’la rehine pazarlığı yapan polisler, ayık gezmeyen bir Laurie Strode, kaypak bir Dr. Loomis de olabilir. Fakat Michael Myers asla köpek yemez. Değil Zombie, Romero’nun Halloween’inde bile.
Romero, demişken biraz da ustanın 1973 yapımı Salgın’ının yeniden çevrimi hakkında konuşalım. Sahara’yla, iyi kötü karnesini ırk ve cinsiyete göre gruplamaktan başka alt metine bulaşmayan bir aksiyon filmini bile, kitabını göre kotaramadığını gördüğümüz Breck Eisner, bu denli kendine güvenen bir sinema diliyle nelere kalkışmış?
11 Eylül sonrası filmleri kabuk değiştirmeye başladı. ”Tehlike dışarıda” veya “onlar içimizde ve hep içimizdeydi” filmleri; ayaklanan lümpen kesim ile onları bastırmak amacıyla pire için yorgan yakan bir zihniyetle, geri onarılamaz bir kıyım projesini sessiz sakin hayata geçiren, ancak dış politika gereği dışarıya 32 diş sırıtan, iç huzura sahip, barışçıl bir tablo çizen devlet arasındaki gerilim filmlerine dönüşmeye başladı. 2010 yapımı Salgın bu anlamda 28 Hafta Sonra ile İstila arasında kalmış bir film olarak gözüküyor.
Fakat Eisner’in devleti gereğinden fazla yüzeysel, kötüleri ise hiçbir şekilde ötekileştirilemiyor. Aksiyonu ve gerilimi de çok cılız olunca, bunun ne üzerine bir film olduğu kestirilemiyor. Çünkü politik argümanların çuvallaması bir yana kimin kimi son anda vurup hayat kurtaracağını, kimin ne zaman yaklaşıp birinin ağzını kapatacağını, kimin ne zaman öleceğini, kimin hayatta kalacağını çok kolay tahmin edebiliyorsunuz. Bu durum yeniden çevrim olma probleminden kaynaklanmıyor, şematikliğin tehlikeli sularda seyretmesinin bir sonucu bu.
Bitirirken şunu söyleyeyim: Günümüzde zemini olmadan “Ben değiştim (değişeceğim) ve her şeye baştan başlayacağım” diyerek yola çıkan birinin başarılı olamayacağı kesin ve birçok alanda tecrübeyle sabitken bir seriyi toparlamak için en başa dönmeye uğraşmak, kendi haline bırakılması gereken “iyilerin” huzurunu kaçırmak bir yaratıcılık krizi değil, bir yılgınlık ibaresi bence.
O yüzden bu üç garibenin ardından Predators’ün korkulu beklenişi sürerken, yukarıdaki nüansı sık sık hatırlamaya ve iyinin değerinin zamanla imtihan edilemeyeceğinin farkında olmaya çalışıyorum.
(31 Mayıs 2010)
Ahmet Can Yıldız
[email protected]