Gus Van Sant, Ölüm Üçlemesi

Kariyerine bağımsız filmler çekerek başlayan Gus Van Sant için “u dönüşlerinin yönetmeni” diyebiliriz. O, ne Paul Thomas Anderson gibi insana insan gibi davranılmasını öğütleyen hümanist filmler, ne de Andrew Niccol gibi sistem eleştirisi yapan filmler çekmemiştir kariyeri boyunca. Van Sant’ın kariyerine baktığımızda illa bir ortak noktadan söz edecek olursak, gençlerin sorunlu dünyalarına değinen filmler yaptığını söyleyebiliriz.

2001 yılına gelene kadar filmografisi zikzaklı bir halde ilerleyen Gus Van Sant, kariyerindeki u dönüşlerinden birisini daha yapmaya karar verir. Bela Tarr’ın 450 dakikalık filmi Satantango’dan oldukça etkilenen Van Sant, daha önce denemediği bir tür olan minimalizme el atmaya karar verir. Daha önceden basında yer almış bir haberden yola çıkarak da Gerry’yi yazmaya karar verir ve yakın arkadaşları olan Matt Damon ve Casey Affleck ile birlikte senaryoyu yazmak için bir eve kapanırlar.

İsimleri Gerry olan iki arkadaş sürekli “şey” diye bahsettikleri bir şeyi görmek için arabalarına atlayıp yola çıkarlar. Çölün ortasında arabalarını bir kenara park edip önlerine gelen ilk patikaya girerek çöle doğru yürümeye başlarlar. “Şey”i görecekleri için heyecanlıdırlar. Fakat yaptıkları uzun yürüyüş sonucu bu “şey”i göremeyeceklerini anlarlar ve geri dönmeye karar verirler. Bu sefer de dönüş yolunu bulamazlar.

Kızgın çöl güneşinin altında aç, susuz yürümeye devam ettikçe konuşmaları ve tavırları da gittikçe şuursuzlaşmaya başlar. Gerry’lerden birisi daha sakin ve kabûllenmişken, diğeri daha depresif ve mızmızdır.

Gus Van Sant’ın 16 günde çektiği filmde baştan sona sadece iki karakter var. Onları, senaryoda da katkıları bulunan Matt Damon ile Casey Affleck canlandırıyor.

Bir şeyler anlatmaktan ziyade sinema üzerinde deneyim yaşatmak isteyen Gus Van Sant, uzun plân sekanslarla döşediği filminde sizi de Gerry’lerden birisi yapabileceği gibi tamamen yabancılaştırabilir de. Çünkü filmin uzun plân sekanslarla ve sabit açılarla desteklenen oldukça durağan bir atmosferi var.

Filmin temalarından birisi de ölüm ve o yola giderken insanı sarıp sarmalayan ruh hali. Gerry’ler çölün ortasında canlarından bezmiş halde ayaklarını sürüye sürüye yürürlerken ölüm provası yapıyorlar adeta.

2003 yılında Elepnat / Fil’i çekiyor Gus Van Sant. Filmde oynayacak oyuncuları da çekim yaptığı okuldan ve onun çevresindeki okullardan seçiyor. Columbine Lisesi katliamından yola çıkarak senaryoyu oluşturan Gus Van Sant, sıradan bir okul gününde iki gencin okula çantalar dolusu silâhlarla gelerek gerçekleştirdikleri katliamı anlatıyor. Bunu da kendisine herhangi bir ana karakter seçmeden, olayları çizgisel bir düzleme oturtmak yerine atası Akira Kurosawa’nın Rashomon’u sayılan sarmal kurguya başvurarak anlatıyor.

Sıradan bir okul günü… Futbol oynayan gençler, portfolyosunu genişletmek için sürekli fotoğraf çeken bir Elia, sarhoş olan babasını almaya gelmesi için kardeşine telefon eden John, şamar oğlanı Alex, beden eğitimi derslerinde şort giymediği için uyarı alan ve görece çirkin olan Michelle, dedikodu yapan kızlar, akşam verilecek olan parti hakkında kız arkadaşı ile konuşan Nathan… Gün içinde hepsinin yolu birbirleriyle kesişecektir.

Gus Van Sant, Gerry’de başladığı minimal anlatımını burada da devam ettirerek filmini uzun plân sekanslar, sabit kamera açıları ve minimum diyalogla örüyor. Karakterleri yakından tanımamıza yetmeyecek şekilde aradaki mesafeyi koruyor yönetmen. Hepsine eşit düzeyde yaklaşarak, aksiyon ve gerilimli sahnelerde minimal anlatımından taviz vermeyerek, olaya bir belgeselci gözüyle yaklaşarak filmin etkileyiciliğini daha da arttırıyor Gus Van Sant. Bu açıdan üçlemenin hem en sert, hem en iyi, hem de ölüm temasını en açık biçimde anlatan filmidir Elephant / Fil. Ayrıca Gus Van Sant, tamamen amatör oyunculara yer verdiği bu filminde yönetmenlik sanatını ön plâna çıkarmıştır.

Van Sant, Elephant / Fil ile ilk defa katıldığı Cannes Film Festivali’nde hem en iyi filme verilen Altın Palmiye’yi hem de en iyi yönetmen ödülünü kazanıyor. Aynı gece Nuri Bilge Ceylan da Uzak filmiyle, jüride bulunan Meg Ryan’ın da yoğun ısrarları sonucu Jüri Özel Ödülü’nü kazanıyor. Dogville ile büyük ödülü alması beklenen Lars Von Trier ise eli boş dönüyor. Dogma ’95 Manifestosu’na birkaç madde eklemek isteyen Van Sant, Altın Palmiye’yi alamadığı için çok sinirli olan Lars Von Trier’e arkadaşlarının uyarısı ile yaklaşamıyor.

2005 yılında Nirvana’nın ünlü solisti Kurt Cobain’in son günlerinden esinlenerek Last Days / Son Günler’i oluşturuyor Gus Van Sant. Fakat onun hakkındaki gerçek bilgilere, araştırmalara dayanan bir senaryo değil bu. Van Sant sadece Cobain’in son günlerinde neler yapmış olabileceğine dair varsayımlardan oluşan bir senaryo yazıyor. Senaryonun çoğunluğu da “dışarıda yürür”, “nehirde yüzer”, “eve gelip uyuşturucu kullanır”, “beste yapar”, “şarkı söyler” türünden maddelerden oluşmaktaymış.

Konusuna gelirsek; çevresindekilerle sorunlar yaşayan ünlü rock müzisyeni Blake, grup arkadaşlarıyla birlikte şehrin biraz dışarısındaki bir eve giderek yaşamaya başlarlar. Zamanının çoğunu yürüyerek, yüzerek, beste yaparak, kadın kıyafetleri giyerek, mıymıntı bir halde kendi kendisine konuşarak geçiren Blake, grup arkadaşlarıyla bile samimiyetini minimuma indirmiştir. Yanına gelip, eve dönmesi için kendisine baskı yapan annesiyle bile iki çift lâf etmez.

Sonunda grup arkadaşları da Blake’i terk eder ve koskocaman evde yalnız başına kalır.

Last Days / Son Günler biçim olarak Gerry’e, kurgusal olarak Elephant / Fil’e daha yakındır. Buna rağmen üçlemenin en zayıf filmi olduğunu ve Cobain hayranları tarafından pek tutulmadığını söyleyebiliriz. Ayrıca Cobain’in eşi Courtney Love’a telif hakkı ödememek için ana karakterin ismini Blake olarak değiştirmiştir Van Sant. Ayrıca Cobain’in ölümüne dair soru işaretleri filmin finalinde de korunmuştur.

Üç filmin de ortak teması “ölüm” olduğundan dolayı, üçleme “ölüm üçlemesi” olarak adlandırılmıştır. Fakat üç filmde de uzun plân sekanslar eşliğinde yürüyüş sahnelerine bolca yer verildiği için belli bir kesim tarafından “jogging üçlemesi” olarak da bilinir.

(13 Temmuz 2009)

Akın Çetin

17 Temmuz 2009 Haftası

“Harry Potter ve Melez Prens”te, genç büyücünün, karanlığın lordu Voldemort’la nihai savaşından bir önce, Hogwarts’daki altıncı yılda, ergenlik döneminin ilk aşklarına odaklanılırken, koşutunda, eski meşum öğrenci Tom Riddle adının izi sürülüyor. Biraz şişirilmiş bir bölüm bu; 153 dakikadan daha kısa olabilirdi. Artık dev bir ticari kurum olan “Harry Potter” adı çevresinde oluşan milyar dolarlık ciroya çocuk ve gençlerin katkıları, bazı yetişkinleri sıkıyor artık. Fakat kendi adıma, “Amelie – Le fabuleux destin d’Amelie Poulain” ve “Kayıp Nişanlı – Un long dimanche de françailles” ile ‘görüntü yönetimi’ dalında iki kez Oscar adayı olan Bruno Delbonnel ve ekibinin, ‘büyüleyici’ biçimde -özellikle ışıkları- yönettikleri görsel ziyafetten çok memnun kaldığımı belirtebilirim.

“Aşka Son Şans”ta, zaman hızlı ya da yavaş fakat geriye dönmeksizin akarken… Evliliğinde, işinde, eski karısı ve kızıyla iletişiminde başarısız adam ile biten ilişkilerin yarattığı düş kırıklıklarından mutlu olmaya başlamış, tek arayanı evhamlı annesi olan kadın, iklim değişikliklerinin güzelliğini yaşayan Londra’da karşılaşıp tanışırlar. Ve son bir kez, sevmenin, o geleceği belirsiz, işte tam da bunun için insana kendini iyi hissettiren güzelliğine adım atarlar. İkişer Oscar’lı iki büyük sanatçı, Dustin Hoffman ve Emma Thompson’ın, yanlarından ayrılmak istemeyeceğiniz denli sizi kavrayan performanslarıyla, hayatın, sevmeyi askıya alacak denli ciddiye alınacak bir şey olmadığını bir daha anlayınız.

(13 Temmuz 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Yaşadığı Gibi, Aniden Öldü…

Haftanın, hatta yazın en iddialı yapımı, aylardır heyecanla beklenen filmi Puplic Enemies / Halk Düşmanları nihayet vizyonda… Michael Mann imzalı film, Türkiye’de yayınlamayan “Halk Düşmanları: Amerika’nın En Büyük Suç Dalgası ve FBI’ın Doğuşu” adlı kitaptan sinemaya uyarlandı.

Film 1930’lu yılların en meşhur banka soyguncusu John Dillinger ve çetesinin adaletin köpekleriyle adeta kafa bulan müthiş hikâyesini anlatıyor. Bankaların halkı yoksullaştırdığını düşünen ve bu yüzden de banka soyan John, bir soyguncudan öte Robin Hood misali bir halk kahramanı. Bankadaki müşterilerin parasına dokunmayan, bayan rehinelerin yanında küfür etmeyen, kibar, esprili ve hiç kuşku yok ki çok zeki bir gangster John Dillinger.

Her şeyi hemen şimdi isteyen efsane gangster John Dillinger’in 31 yıllık kısacık hayatı usta yönetmen Michael Mann tarafından beyazperdeye öyle güzel uyarlanıyor ki, bir sinema dersi sayılabilecek bu yapıma hayran kalmamak elde değil… John Dillinger’in psikolojisini es geçmeden, (o harika yakın plânlar, hiç konuşmaya gerek kalmadan ruh halini öyle iyi hissediyoruz ki…) aksiyondan ödün vermeden, aşkı geri plâna atmadan; her şeyi dengeli ve tadında sunan “Halk Düşmanları” asla kaçırılmaması ve hatta mümkünse birkaç kez izlenesi filmlerden…

Ben de basın gösteriminin ardından filmi yeniden izlemek için fırsat kolluyordum ve nihayet dün gece tekrar izledim, ancak filmi izlediğim sinema salonunda ses sistemi felâketti. Evde izlesem sesleri daha iyi duyardım. Üstelik sesin ani iniş-çıkışları seyircinin filme yoğunlaşmasını alt üst etmişti. Ben daha önce izlemiştim en azından ama salondakilere gerçekten üzüldüm. Korsana yüz vermeyip sinemaya gelen izleyiciler daha kaliteli şartlarda film izlemeyi hak ediyor diye düşünüyorum. Bu sorundan olsa gerek film seyirciyi bir türlü içine alamadı. Meselâ John yakalandığında, gazetecilerin ona sorduğu komik sorular ve John’un verdiği zekice cevaplar beni yine çok güldürmüştü. Ama koca salondan çıt çıkmıyordu. Ayrıca film çıkışı homurtulara kulak kabarttım. Belki de filmin gerçek bir hikâyeden uyarlandığını bilmeyen izleyiciler John’un ölmesinden hiç memnun olmamışlardı.

Tabii tüm bunlar filmin başarısını gölgelemiyor. Bu büyük başarının altında bence ekibin yaptığı çekim öncesi hazırlık yatıyor. Hem yönetmen Michael Mann hem de Jonny Depp, Christian Bale ve Marion Cotillard karakterlerini daha yakından tanımak adına önemli çalışmalar yapmışlar. Johnny Depp zaten eskiden beri Dillinger ile ilgileniyormuş. Dillinger hakkında birçok kitap okumuş ve onu psikolojik olarak da kafasında çözmüş, özümsemiş. Onu insan olarak anlamaya çalışmış. John’u yakalamaya and içmiş FBI Ajanı Melvin Purvis rolündeki Christian Bale’da yönetmen Michael Mann ile birlikte Purvis’ı daha yakından tanımak için oğlu Melvin’in oğlu Alston ile zaman geçirmiş. Marion Cotillard ise Billie Frechette’in aile üyeleriyle tanışmış, Billie’yi onlardan dinleyerek bir gangsterle birlikte olan bir kadının ruh halini anlamaya çalışmış. Ayrıca Mann’in özel çalışması sonucu Depp, Dillinger giysilerini giyme ve onun kullandığı silâhları da kullanma şansı da bulmuş. Hâl böyle olunca filmin gerçeğe nasıl bu kadar yaklaştığını anlayabiliyoruz ve bu filme çok özel bir anlam daha katıyor.

Düzene karşı çıkan -bir tür anarşist- Dillinger’in sonu birçok kader ortağı gibi ölüm oluyor. Ama kısacık hayatına sığdırdığı büyük işler onu ölümsüz yapmaya yetiyor bile… Hiç şüphe yokki John’da kendisini böyle bir sonun beklediğini görüyordu. Kendisi hariç tüm arkadaşlarının fotoğraflarının üzerinde öldü damgasını gördüğünde, kendisini de böyle bir sonun beklediğini biliyordu. Ama o tam bir erkekti… Ve sevdiği kadını asla yolda bırakmayacak ve hep yanında olacağına inandıracaktı. Billie’ye yaşlı bir adam olarak kollarında öleceğim derken bu yalana kendisini bile inandırmıştı… Hain bir tuzağa düşürüldüğü sinema çıkışı öncesinde, izlediği son film olan Manhattan Melodram’da “yaşadığın gibi aniden öl” sözü onu her şeyden daha çok heyecanlandırmıştı ve aslında gerçekten istediği şey buydu… İstediği hapiste çürümek ya da her an yakalanma korkusuyla bir yerlere kaçmak değildi… Yaşadığı gibi aniden ölmekti… Öyle de oldu… Yaşadığı gibi aniden öldü. Ardında daha ilk günden veda ettiği Siyah Kuş’u bırakarak…

(13 Temmuz 2009)

Gizem Ertürk

Uzak İhtimal’in Polonya’daki Büyük Başarısı

Daha önce Rotterdam Film Festivali, Crossing Europe, İstanbul Film Festivali ve Adana Altın Koza’da kazandığı ödüllerle büyük başarı kazanan, Mahmut Fazıl Coşkun’un yönettiği Uzak İhtimal, Polonya’da düzenlenen Tofifest International Film Festival’de Jüri Özel Ödülü ve En iyi Erkek Oyuncu Ödülü kazandı. Ekim ayının ilk haftasından itibaren Türkiye’de gösterime girecek olan Uzak İhtimal, bu yıl gerek ulusal gerekse uluslararası film festivallerde topladığı ödüllerle 2009 yılının en başarılı ve en dikkat çekici filmi oldu.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Varoluşçu Bir Yönetmen: Kim Ki-duk

    Güney Koreli yönetmen Kim Ki-duk’un filmlerinde baş karakterler çoğunlukla az konuşuyorlar. İletişimsizler. Yalnızlar. Onlar, modern zamanların tüm acılarını çekiyorlar. Ki-duk’un filmleri varoluşçu, derinlikli ve çok estetik.

    Son yıllardaki önemli bir keşifse, Kim Ki-duk ve sineması… Güney Koreli yönetmenin şu üç filmi “Bin-jip / Boş Ev”, “Samaria – Fedakar Kız” ve “Hwal – Yay”, her biri başlı başına bir değerdi. Bu üç film, hem birbirine uzaktı hem de birbirine yakındı. Ama, temel olarak aynı noktada birleşiyorlardı. Genç kızlar ve kadınlar, babaları ya da dedelerinin yaşındaki adamlarla olmasın diyordu yönetmen. Sanki çığlık atıyordu bu üç filmiyle. Onun filmleri evrensel. Yönetmenin anlattığı temalar aşağı yukarı tüm kültürlerde karşılığını bulabiliyor. Ki-duk, erkeklerin dünyasını tedirgin edici biçimde yansıtırken, genç kızlar ve genç kadınlar alabildiğine zarif ve kırılgan. Ama, o kadınlar ve erkeklerin yaşları birbirine yakınsa muhteşem anlar şiirsel biçimde perdeden seyirciye ulaşıyor.

    Yönetmenin varoluşçuluğu…

    2004 yapımı “Bin-jip / Boş Ev” filminde temel tema aşktı. Bir genç kadın babası yaşında bir adamla evlenirse mutlu olabilir mi? Bir de bu evlilik ailesinin zoruyla olmuşsa… Motosikletli bir genç, evlerin kapısına hep broşürler bırakıyor gündüz vakitleri. Akşamlarıysa, hangi evin kapısında bıraktığı broşürlere dokunulmamışsa o eve giriyor ve saygılı bir biçimde geceyi o evde geçiriyor. Yemeğini yiyor, banyosunu yapıyor, çamaşırlarını yıkıyor ve sabah giderken de evi bir güzel temizliyor. En son girdiği evde hayatının aşkıyla karşılaşıyor genç adam. Babası yaşında bir adamla evlenmiş genç kadın da aslında hayatının erkeğiyle karşılaşıyor. Ki-duk sinemasının simgelerine ve metaforlarına dokunabiliyorsunuz bu filmde. “Boş Ev”in fonunda Arapça şarkılar da duyuluyordu. Ki-duk, bu filminde yer yer Freudyen yoruma da ulaşıyordu. “Boş Ev”i seyrederken, kadınların ve erkeklerin derinlikli psikolojilerinin de içinde dolaşıyorsunuz. Yönetmen, az da olsa tarafsız kalıyor bu iki farklı kutbun ortasında. Ki-duk’a göre kadınlar, erkeklere oranla şiddete daha uzaklar. Kadınlar, şefkatli bir dokunuşla sert ortamı yumuşatabiliyor. Kutbun öteki ucundaki erkeklerse, her an şiddete hazırlar. Sorunları, kızgınlıkları ve çıkmazları tek bir yolla, şiddetle çözmeye yatkınlar. Ki-duk’un filminde iki önemli metafor vardı: İç mekânlar ve golf sopası. İç mekânlar, ana rahmi gibi güvenli bir sığınaktı. Golf sopasıysa, “fallus” gibi, erkeğin güç simgesi ve her an şiddete dönüşebiliyordu. Erkekler, tüm sorunlarını kaba güç ve şiddetle çözümlüyor. İki erkek bir araya geldiğinde şiddet potansiyeli de oluşuyor. Yönetmenin karşı çıktığı en önemli olgu, şiddet duygusu. Bunun da erkeğe daha yakın durduğunu söylüyor. Ki-duk, iki “farklı” cinsin “aynılaşma”sını savunmuyor elbette. Her şey aynı olursa aşk ve yeni bir şey olur mu? Hayat, iki zıt kutbun üzerine inşa edilmiş. Bu zıtlık, hayatı ve doğayı doğuruyor.

    2005 yapımı “Hwal-Yay” filminde, genç bir kızla yaşlı bir adamın ilişkisini anlattı. Ki-duk filmlerinin neredeyse temeli atıyor bu tema: Genç kadın-yaşlı erkek ilişkisi… Elbette mutluluk yok. Uzakdoğu filmlerinde çoğunlukla insan ilişkileri gerçekçi ve yaşamda karşılıkları bulunabiliyor. Ki-duk, bir bakıma varoluşçu bir yönetmen. Hem karamsarlık var hem de iyimserlik. Bu iki olgu sürekli birbirleriyle çatışıyorlar ve savaşıyorlar. Yönetmenin filmlerinde umut da var, karamsarlık da. Ki-duk’un varoluşçuluğunun bir diğer özelliği de hayalet figürü. “Boş Ev”de, gerçek aşk, genç adamın hayalete dönüşmesiyle yaşanabiliyordu. “Yay” filminde de, yaşlı adamın hayaleti kızla fiziksel ilişki kurabiliyordu ancak. Ama, bu iki filmin karşısında 2004 yapımı “Samaria-Fedakar Kız”da da, kızlara göre epeyce yaşlı erkekler vardı ve konu daha başkaydı. İki liseli genç kız, düşlerine ulaşabilmek için seks işçiliği yapıyorlardı. Kızlardan Jeyong, babası yaşındaki erkeklerle para karşılığı yatarken, diğer kız Yojin de paraları topluyordu. Elbette trajedi de gecikmiyordu ve Jeyong ölüyordu. Jeyong ölünce, Yojin vicdan azabı çekiyor ve Jeyong’un olduğu erkeklerle kendisi yatıp o erkeklere paralarını geri ödüyordu. Tam bir ironik bir durum. Yojin’in babası polisti ve elbette rastlantıyla kızının yanlış yolda olduğunu öğreniyordu. “Yay” filminin finali, hem umutlu hem de karamsardı.

    Ki-duk estetiği…

    Yönetmen, “Boş Ev” ve “Yay” filmlerinde daha dingin bir anlatımda yoğunlaşırken, “Fedakar Kız”daysa kamera alabildiğine öfkeliydi. Yönetmenin bu filmdeki öfkesi, kızları yaşındaki kızlarla para karşılığında olan koca koca adamların olmasıydı belki de. Filmdeki şiddet trajik bir biçimde yansıyordu perdeye. Öfkeyi, utancı ve vicdan azabını da içinde barındırıyordu. “Boş Ev” ve “Yay”, gerçekten sakin anlatımlı ve şiirseldi. “Yay” filmi, Ki-duk’un gördüğümüz en gerçeküstücü filmlerinden biriydi ayrıca. Film, baştan sona bir balıkçı teknesinde geçiyor ve okyanus alabildiğine uzanıyordu. Yönetmen filmde karayı hiç göstermiyordu. Ki-duk’un filmlerinde heykeller ve resimler önemli bir yer tutuyor. Kendisi de ressamlıktan geldiği için resimlerle kendini ifade ediyor seyirciye karşı. Elbette teknoloji de var. Cep telefonları, özellikle fotoğraf çekenleri ana nesnelerden biri filmlerinde. İşte yönetmen bunların altını çiziyor hep son üç filminde. Ki-duk’un filmlerinin içine girip dolaştığınızda birçok şeyle karşılaşabilirsiniz. Hayat, kaybedenler, iletişimsiz insanlar ve teknoloji. Onun filmlerinde başkarakterler çoğunlukla pek konuşmuyorlar. Yalnızlar. Bir çift olup aşkla çoğalmak zor mudur bu modern zamanlarda?

    Modern zamanlarda aşk…

    Ki-duk’un, aşkın tutkulu iç dünyasında yolculuğa çıkartan filmi 2006 yapımı “Shi gan-Zaman”, insana soru sorduran bir yapıt. Aşk mı eskir, yoksa insan mı? Zaman en çok neyi yıpratır? Sürekli aynı insanı görmek, hayatı da sıkıcı bir hale mi getirir? Fiziksel değişim her şeyi kökten çözebilir mi? Bu filmi seyrederken, öncelikle sevgilisi olan insanlar zihinsel olarak Ki-duk’un filminden etkilenmeleri muhtemel. Çünkü onlar somut olarak aşkın tam içindeler. Bu filmin iki başkarakteri Ji-woo ve Seh-hee gibi. Film, seyirciyi şok edebilen gerçek bir estetik ameliyatla açılıyor. Filmin ana teması, güzellikten öte fiziksel değişim üzerine. Elbette güzellikten vazgeçilemiyor. Estetik merkezinden elinde eski yüzünün çerçeveli fotoğrafı olan bir kadına çarpan ve çerçeveyi düşüren Seh-hee, kendi hayatında bunalımlar yaşayan bir genç kadın. İki yıldır birlikte olduğu sevgilisi Ji-woo, kendinden (yani yüzünden) sıkıldığı kuruntusuna kapılıyor. Kendisini kafede bekleyen Ji-woo’nun başka kadınlara bakmasına ve konuşmasına dayanamıyor. Sevgilisini kendisine acı verecek kadar kıskanıyor ve seviyor Seh-hee. Eskidiğini sandığı güzel yüzünü bir estetik cerrahına değiştirmesi için başvuruyor. Cerrah, onu kararından döndürmek için uğraşıyor, ama Seh-hee ameliyat oluyor. İşinden, evinden ve sevgilisinden de ayrılıyor sonra. Sevgilisi Seh-hee’nin birdenbire ortadan kaybolmasıyla bir boşluğa düşen Ji-woo, başka kadınlarla beraber olsa da onu unutamıyor. Yönetmen Ki-duk, Seh-hee ortadan kaybolsa da onun ruhunu seyirciye her an hissettiriyor. Ji-woo gibi seyirci de Seh-hee’yi unutamıyor. Yeni yüz ve adla Ji-woo’nun karşısına çıkıyor Seh-hee. Yeni adı da See-hee… Bu defa da kendini eski kendinden kıskanıyor. Çünkü Ji-woo, Seh-hee’yi hiç unutamamış.

    Ki-duk, tüketim toplumlarında her şeyin çabuk tüketildiğini, ama asıl tüketilenin insanın kendisi olduğunu söylüyor bu filmiyle. Güzelliği kutsayan kapitalizm, sürekli insanı yanılsamalar içinde bırakarak kendilerinden bile uzaklaştırıyor insanları. Elbette zaman birçok şeyi eskitir. Doğa, bir şeyleri sürekli eskitirken, yepyeni olanı da yerine koyuyor. Psikolojik yönü de olan bu filmde insan ruhunun derinliklerinin okyanuslardan daha derin olduğu hissediliyor. Karakterlerin iyi yansıtıldığı filmde, Seh-hee karakterinin psikolojik dönüşümleri insana varoluşçu açılımlar yaratıyor. Film, psikanalitik açıdan değerlendirme yapabilen sinemaseverlere modern toplumlar üzerine fikir verebiliyor. Yönetmenin heykel tutkusu bu filminde de sürüyor. Ki-duk, kendi filmi “Boş Ev”den de görüntüler gösteriyor Ji-woo’nun evinde. Sürekli tekrarlanan bir motife (leit-motif) dönüşen fotoğraflar üzerine de düşünmek gerekecek bu filmde: Nostalji, anılar, yaşanmış “o an”lar, yıpranmışlıklar… Modern insan, “an”ları neden çılgınca belgeliyor? Dijital teknolojinin patlamasından dolayı mı? Bir de Ki-duk’un filmlerinde, internet ve cep telefonları sıkça yansıyor; bir görüntü olarak değil, modern insanın bir parçası olarak. Hayatın birer doğal parçası gibiler. Ayrıca “Zaman” filmi, yönetmenin en erotik ve en küfürlü filmiydi belki de. Müzikleri, biçimi, içeriği ve oyunculuklarıyla çarpıcı bir filmdi “Zaman…”

    Aşk imkânsız mı?..

    Ki-duk, 2007 yapımı “Soom-Nefes”le hapishaneye bakıyor. Ama bu Ki-duk’un hapishanesi. Bir kadınla bir erkeğin imkânsız aşkını sorun yapıyor kendine yönetmen. İdam cezasına çarptırılmış mahkûm Jang-jin’le, evliliğinde sorun yaşayan genç kadın Yeon arasında varoluşsal bir aşk yaşanıyor. Her filminin estetik anlamda atmosferini kuran Ki-duk, neredeyse dünyanın hiçbir yerinde olmayacak bir hapishaneden bakıyor insanlara. Ama yine de hapishane, özellikle hücre insanı tedirgin eden biçimde yansıyor perdeye. Jang-jin’le hücrede kalan diğer üç kişi, yatak olmayan hücrede beraber kalıyorlar. İçerisini ve dışarısını koşut bir anlatımla iç içe sunmuş seyirciye Ki-duk. Yeon, evde heykel yapıyor. Kocası bir müzisyen. Bir de küçük kızları var. Mutlu görünmesi gereken bir aile. Ama evde mutsuzluk var. Yeon’la kocası arasında iletişim kopmuş. Hikâyenin diğer tarafında idam mahkûmu Jang-jin var. Jang-jin, intihar eğilimli bir insan. Hikâyenin derinliğinde Jang-jin’in neden orada olduğunu anlıyor seyirci. Jang-jin, karısını ve iki kızını vahşice öldürmüş bir katil. Yeon bunu bilmiyor. İdama mahkûm olmuş Jang-jin’in intihar etmesi ilgisini çekiyor belki de Yeon’un. Hücrede diş fırçasını boğazına saplayıp intihara kalkışan Jang-jin’e medya müthiş bir ilgi gösteriyor. Sonra da Yeon. Bu iki insan, kadın ve erkek arasında dışarıdan bakınca tuhaf ve imkânsız bir ilişki başlıyor. Belki de aşk. Yeon, Jang-jin’e yaşayamadıklarını yaşatıyor hapishanenin bir başka hücresinde. Yeon, hücreyi duvar kâğıtlarıyla kaplıyor. Kır manzaraları ve sahillerle süslü. Jang-jin’e şarkılar da söylüyor Yeon. Yeon’un kocası bir şeyleri hissediyor ve karısını gizlice takip ediyor. Sonuçta, Yeon’u Jang-jin’den kıskansa da her şeyi oluruna bırakıyor. Böylece kendi suçluluğundan kurtulmak istiyor belki de. Filmin finali boşlukta kalıyor gibi gözükse de, aile yine bir araya geliyor. Bir şeyle kırılınca her şey eskisi gibi olabilir mi? Aile, Adamo’nun “Tombe La Neige” (Her Yerde Kar Var) şarkısını mutlulukla söylese de, yönetmen her şeyi seyirciye bırakıyor. Hücrede de bir aşk kırgını var. Bunun için filmin sonunu da trajik bitiyor yönetmen. Yönetmen, bu son filminde az da olsa kenidini de göstermiş seyirciye. Güvenlik kameralarını kontrol eden adamı Ki-duk canlandırmış. Yönetmen yüzünü pek göstermese de görüntüsü camdan yansıyor sürekli.

    1960 yılında doğan yönetmen Ki-duk, ailesinin yoksulluğundan ülkesinde birçok işte çalışmış. Hatta paralı askerlik bile yapmış. Belki de bu yüzden filmlerinin genelinde otoriteye ve baskıya karşı bir öfkesi var. Filmlerinde tutucu Kore geleneklerini ve halkını da sıkça eleştiriyor. Ki-duk, ülkesinde çok tanınmıyor ve tanıyanlar da pek sevmiyor bu yüzden. Ki-duk, birkaç yıl Paris’te yaşamış. Resim eğitimi almış. Paris’in sokaklarında yaşamış. Ki-duk, otuz yaşına kadar hiç sinema salonunda film seyretmemiş. Yönetmen, Paris’te Leos Carax’nın 1991’de yönettiği “Les Amants du Pont-Neuf-Köprüüstü Aşıkları”yla Jonathan Demme’nin 1991’de yönettiği “The Silence of the Lambs-Kuzuların Sessizliği”ni gördükten sonra sinemacı olmaya karar veriyor. 1996’da ilk filmi “Ag-o-Timsah”ı çekiyor. Ki-duk, Türkiye’de “Bom Yeoreum Gaeul Gyeoul Geurigo Bom-İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… Ve İlkbahar” filmiyle tanındı.

    Rüyalarla gelen trajediler

    Ki-duk’un on beşinci filmi 2008 yapımı “Bi-mong-Rüya”, bir anlamda modern toplumda iletişim ve yalnızlık üzerine olabilir. Heykeltıraş Jin, gerçek gibi rüyalar görüyor. Son bir haftadır gördüğü rüyalar onun için bir kâbusa dönüşmeye başlar. Çünkü gördüğü rüyalar gerçek hayatta da birebir gerçekleşiyor. Son gördüğü rüyada bir arabaya çarpıp bir insanın yaralanmasına neden oluyor ve olay yerinden arabasıyla hızla uzaklaşıyor. Jin, dehşetle uyanıp kazanın olduğu mekâna gidiyor ve rüyasında gördüğü kazanın gerçekleştiğini görür. Polis, kısa bir araştırmadan sonra bir genç kadına, Ran’a ulaşıyor. Ran, bir uyurgezer ve hiçbir şeyi hatırlamıyor. Jin, polise kazayı rüyasında kendisinin yaptığını söyleyince Ran’ın psikoloğuna başvuruyor polis. Sonuçsa, Jin’in gördüğü rüyaları uyurgezer Ran yaşıyor. Jin, rüyalarında ayrıldığı, ama hâlâ çok sevdiği sevgilisiyle Ran’ın yaşayacaklarını görüyor. Ran, ayrıldığı sevgilisinden nefret etse de uykusunda sürekli o adamın yanına gidiyor. Hatta nefret ettiği sevgilisiyle sevişiyor bile Ran. Jin de rüyasında sevişiyor unutamadığı eski sevgilisiyle. Ki-duk’un belki de en trajik filmi “Rüya”ydı belki de. Acıya ve çıkışsızlığa doğru yavaş yavaş yol alan Ran ve Jin, sonunda trajik sonlarını hazırlıyorlar kendilerinin. Birbirinin zıt karakterdeki bu iki insan psikoloğun önerisiyle sevgili olamıyorlar ama, bu rüya kâbusu yüzünden aynı evi paylamaşmak zorunda kalıyorlar uyumamak için. Ki-duk’un “Rüya”sı, aslında kırık aşkların ve yalnızlağın şiiri gibi. Modern toplumdaki iletişimsizlik üzerine de bir film bu belki de. Cep telefonu ve internet o kadar gelişti, ama insanlar eskisinden daha yalnız. Gerçek aşkı ve sıcak dostluğu bulamıyorlar. Belki de Ran’la Jin, birbirlerini tamamlıyorlardır. Kim bilir. Zıt karakterli bu iki insan, bu trajedileri yaşamadan büyük bir aşkı yaşayabilirlerdi belki. Ran rolündeki Jô Odagiri, Japonların ünlü şarkıcı ve aktörlerinden biri. Jô Odagiri, bu filmde hep Japonca konuşmuş.

    Kim Ki-duk filmlerinin tutkunu olan sinemaseverler var. Öncelikle “Ag-o-Timsah” (1996), “Yasaeng Dongmul Bohoguyeog-Vahşi Hayvanlar” (1997), “Nabbeun Namja-Kötü Adam” (2001), “Bom Yeoreum Gaeul Gyeoul Geurigo Bom-İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… Ve İlkbahar” (2003) gibi filmleri de sinemasal belleğe alınmalı. Güney Koreli usta Ki-duk, sinemanın kendine özgü yönetmenlerinden biri çünkü.

    Ki-duk, bambaşka…

    Ustanın 1998 yapımı “Paran Daemun-Kuş Kafesi”, gerçeküstücü bir gerçekle kuşatılmış çok sert bir film. Ki-duk’un bu hikâyesinde bir aile ve genç bir fahişe var. Evin kızı Hye-mi (Hae-eun Lee), erkeksi görünümlü ve öfkeli biri. Üstelik sevgilisi de var. Tüm öfkesini kendisinden güzel olan Jin-a’dan (Ji-eun Lee) çıkartıyor. Ama, daha sonra Hye-mi, iyi yürekli Jin-a’nın sıcaklığını alıyor ve onunla dostluğu derinleşiyor. Evin liseye giden oğlu Hyun-woo (Jae-mo Ahn) hem fotoğrafa hem de Jin-a’ya meraklı. Sahil kenarında “Kuş Kafesi Hanı” adını verdikleri birkaç barakadan oluşmuş randevu evinde yaşayan bu yoksul aile, Jin-a’yı erkeklere satarak geçimlerini sağlıyor. Aile, Jin-a’ya oda ve yiyecek veriyor bunun karşılığında. Jin-a’nın, hapisten yeni çıkmış pezevengi de (Kwak Min-seok) var. Pezevengin gelişiyle hikâye derinleşiyor ve şiddet de zaman zaman öne çıkıyordu filmde. Kederin sardığı bu karamsar filmde gerçeküstü bir estetik de kuşatıyordu perdeyi. Filmin girişi ve finali gerçekten çarpıcıydı. Elinde valizi ve poşetin içinde japonbalığıyla sahilde melânkolik bir halde yürüyen bir kadına çarpan Jin-a’nın dünyasının içine giriyordu yönetmen. Jin-a, resim de yapıyor. Kadına çarptıktan sonra sahilde elindeki çıplak kadın tablosunu kumlara diken Jin-a, denizin içinde sandalyeye oturuverir. İşte bu görüntüler gerçeküstü bir dünyadan düşmüş gibiydi. Filmlerinde genelde resim ve heykeli bir “leit motif” gibi sürekli gösteren Ki-duk, çarpıcı ve beklenmedik fotoğraflar da oluşturuyor. Bu filminde denizin ortasına kondurulmuş metalden bir merdiven de vardı. Denizin içindeki bu merdiven sanki Jin-a’nın sığınağı gibiydi. Müthiş anların olduğu bu filmde karakterler de çok zengin biçimde yansıyordu. Bu gerçeküstü filmin yaşayan karakterleriydi onlar. Filmin görselliği de çarpıcıydı. Final bölümünde japonbalığını, denizin içindeki merdivenlerden seyreden Hye-mi ve Jin-a’yı Ki-duk’un kamerası da suyun altında dikizliyordu.

    Kaderleri kamyonun arkasında…

    Ustanın ilk defa bu filmiyle karşılaşan bir sinemasever, Ki-duk’u şiddetin yönetmeni olarak değerlendirebilir belki. 2001 yapımı “Nabbeun Namja-Kötü Adam”, fahişelerin ve pezevenklerin ortasında bir şiddetin filmiydi. Saçlarını üç numaraya vurdurmuş ve hiç konuşmayan bir adam, kalabalıklara bakıp durur sürekli. Gözü, bankta oturan üniversite öğrencisi güzel Sun-hwa’ya (Won Seo) takılır. Kızın sevgilisi gelir o sırada. Sessiz adam, gider kızın dudaklarından şehvetle öper. Askerler, sessiz adama kızdan özür diletirler. Kız, sessiz adamın yüzüne tükürür. İşte bu film, bu noktadan sonra bambaşka yollara ve trajedilere sürükleniyor. Gururu incinen sessiz adam, yani Han-ki (Jo Jae-hyeon), aslında genelev sokağından bir pezevenk. Han-ki, bir tuzakla Sun-hwa’yı geneleve düşürüyor. Trajediler de başlıyor ardından. Varoluşçu filmleriyle Uzakdoğu sinemasının büyükleri arasında olan Ki-duk, aslında Han-ki’yle Sun-hwa’nın trajik hayatına tanıklık ettiriyor. Nefret ve kaybolan düşlerle beraber, bu kaybetmiş iki insan finalde kaderlerini bir kamyona yüklüyorlar ve ülkeyi dolaşıyorlar beraberce. Filmin derinliğinde tarif edilemez yoğun şiddet de var. Hem soyut hem de somut olarak. Bu iki şiddet de gerçek anlamda sarsıcı. Hiç konuşmayan Han-ki, elbette Sun-hwa’na tutku ötesi tutkulu. Sun-hwa, genelev sokağını terk edemiyor. Belki o da Han-ki’ye tutku ötesi tutkuludur. Bir tutkulu daha var. O da bir başka pezevenk Jung-tea. Sun-hwa’nın aşkı için her şeyi göze alabiliyor Jung-tea. Bu filmin renkleriyse tek ton gibiydi. Kırmızılar, maviler ve başka renkler kopkoyu yansıyordu. Öncelikle genelev sokağının mekânlarında. Gece atmosferi ve yağan yağmurlar da görsel anlamda bu filme çok şey katmış.

    Vahşet yüklü şiddet…

    Ki-duk ustanın 2001 yapımı “Suchwiin Bulmyeong-Bilinmeyen Adres”, vahşi şiddetle yüklü trajik bir film. Yanlızca insanlar için değil, köpekler için de. Filmde Chang-guk (Dong-kun Yang), Chang-guk’un annesi (Eun-jin Bang), Eunok (Min-jung Ban), Jihum (Young-min Kim), Jihum’un babası (In-ok Lee), kasap (Jae-hyeon Jo) ve bir Amerikalı beyaz asker (Mitch Mahlum) ve köpekler kendi derin trajedilerine sürükleniyorlar. 1970’li yıllar. Kore Savaşı biteli yıllar olmuş ve Amerikalılar hâlâ oradalar. Hikâyeler, Amerikan üssünün hemen yakınındaki gecekondulardaki yoksul hayatlardan yansıyor. Chang-guk ve annesi, Amerikan ordusuna ait eski bir otobüste yaşıyorlar. Anne, savaş zamanlarında siyahi bir Amerikan askeriyle olmuş ve ondan Chang-guk’u dünyaya getirmiş. Anne, on yıllarca, adresi bilinemediği için hep iade edilen mektuplar göndermiş Michael adlı askere. Chang-guk, koyu tenli, kıvırcık saçlı ve çekik gözlü bir melez. Çevrenin sakinleri tarafından dışlanıyor melez olduğu için. Chang-guk, hayatındaki boşluklardan olmalı annesini öfkeyle dövüp duruyor hep. Bu Chang-guk, köpek kasabının yanında çalışıyor. Chang-guk ve kasap, etraftaki köpekleri yakalıyorlar veya satın alıyorlar. Sonra da köpekleri kesip etlerini çevredeki lokantalara satıyorlar. Bir gözü kör liseli güzel Eunok, bir işte çalışmayan abisi ve oyuncaklar yapan annesiyle beraber kalıyor gecekonduda. Eunok’un babası savaşta öldüğü için şehit maaşı alıyorlar devletten. Bir de sessiz Jihum var. Babası Kore gazisi. Jihum, Eunok’a tutuluyor, aşkı için her şeyi göze alacak kadar. Yurttan uzak yabanellerde askerlik travmasını yaşayan bir Amerikalı asker de Eunok’la ilgileniyor hikâyenin derinliğinde. Asker, ruh acısından uzaklaşmak için LSD kullanıyor hep. Sonunda da patlıyor elbette. Bu gerçeküstü mekânlarda ruhu acıtıcı bir gerçeklikle yansıyor her şey. Yönetmen, gerçekliği yaratabilmek için bu gerçeküstücü estetikten yardım bulmuş. Bu filmde kamera da alabildiğine sakindi. Ama, kameranın yansıttığı görüntülerse öfkeliydi. Yönetmen, gerçeküstü bir atmosfer yaratsa da doğal ışıklardan yararlanmış çoğunlukla. Trajedi, öne çıkan tüm karakterlere vurup geçiyor bir de. “Bilinmeyen Adres” filminde unutulmaz ve sarsıcı anlar öyle çok ki. Kasap ve Chang-guk, köpekleri vahşice yok ediyorlardı. Mezbaha görüntüleri gerçekten çok sarsıcı ve insan bu anlarda yaşananlara bakmaya çekiniyor. Ya da utanıyor. Erkeksiz kalan iki dişi köpeğin çiftleşme çabaları da insanın yüreğini titretiyordu bir sahnede. Chang-guk’un ölümü de sinemada az görülür anlardandı. Öyle vahşiceydi ki… Bu filmde güçlü simgeler de vardı. Öncelikle eski kırmızı otobüsle kasabın siyah motosikleti. Bu iki renk, filmdeki derin şiddeti ve karamsarlığı simgeliyordu. Rastlantıyla toprağın altında bulunan Kuzey Koreli askerin kemiklerinin yanındaki tabanca trajedileri daha da derinleştiriyordu. Bu film, genelde gündüz atmosferinde geçiyordu ve hava hep pusluydu. Zaman geçişlerini de Eunok üzerinden anlıyorsunuz. Eunok, uyumaya hazırlanırken veya okuldan eve dönerken. Daha önce hiç Kim Ki-duk filmi görmemiş olanlar “Kuş Kafesi”, “Kötü Adam” ve “Bilinmeyen Adres” filmleriyle karşılaştıklarında yönetmene sarsıcı ve vahşi şiddet yüklü biri diyebilerler belki de. “Boş Ev” ve “Zaman” filmlerini bu yönetmen mi çekti, diye şaşırtabiliyor Ki-duk. Büyük yönetmen olmak da böyle bir şeydir belki.

    Bir şiddet gösterisi…

    Ki-duk’un 2000 yapımı “Shilje Sanghwang-Gerçek Roman”, sinema sanatı açısından da sıradışı bir film. Kamera kullanımı, kurgu anlatımı, gerçekliğin verilişi ve karakter yansımalarıyla beraber. Bir sokak ressamı, şehrin meydanında insanların karakalem portre resimlerini çizerken, bir kameralı kız da onu çekiyor sürekli. Şehrin çeteleri de var tabii ki. Ressamı aşağılayarak ondan işgaliye parası alıyorlar. Kameralı kız kendisini takip etmesini istiyor. Ressam, kameralı kızı takip ediyor. Bu takip, onnun içine attığı her şeyi intikam olarak dışarı çıkartıyor sonra. Kameralı kız, duvarlarında “Bir Başka Ben” afişleri asılı bir mekâna giriyor. Burası bir tiyatro. Tiyatronun sahnesi de mavi tonda. Sahnenin ortasında, yenilmiş bir ezik adam içiyor. Önce, kendi hikâyesini anlatıyor. Ardından ressamın hikâyesini dinliyor adam. Elindeki silâhı ressama veren adam, ressamı kışkıtıyor. “Rus ruleti”ne benzer bir oyun başlıyor aralarında. Kazara adamı öldüren ressam, tiyatroyu terk ediyor ve ardından da geçmişte kendisini kırmış kim varsa hepsini vahşice öldürüyor tek tek. Ki-duk’un bu filmi, aşağılık kompleksi ve kırgınlıklar üzerine. Seyirci, ilk defa bu filmde, yönetmenin kamerasını sürekli hissediyor. Kameralı kız gibi hafif el kamerası kullanan Ki-duk, “steadicam” çekimleri de sıkça kullanmış bu filminde. Bir de, bazı anlarda seyirciye gizli çekim yapıyormuş hissini de veriyor yönetmen. Filmin finali de beklenmedik. Kendinizi birden bir filmin içindeymişsiniz gibi hissediyorsunuz ve yabancılaşıyorsunuz. Ki-duk sinemasından da özel bir filmdi “Gerçek Roman…” Bu filmdeki en belirgin şey de, Quentin Tarantino’nun 1994 yapımı “Pulp Fiction-Ucuz Roman” filmindeki gibi uzun plân-sekansların fark edilmesiydi. Fonda duyulan müzikler de gerçekten etkileyiciydi. Bu filme “Gerçek Roman” adı verilmesi de ilginç gelebilir. Yönetmen, gerçeklikle kurguyu iç içe geçirerek yansıtıyor her şeyi bu filminde. Bu filmin, Seul’de öğleden sonra üç buçuk saatte çekildiği söyleniyor. Birbirine yakın mekânlara bir dolu kamera yerleştirilmiş ve hiç tekrar çekim yapılmamış. Bu da, “Gerçek Roman” filmini sinema tarihinde özel bir yere yerleştiriyor.

    Büyük nefret…

    Ki-duk’un 2002 yapımı “Hae Anseon-Sahil Koruma” filmi, bir ülkeyi ve insanlarını tanımak için bir başucu filmi olabilir. Güney Kore, inanılmaz biçimde, hem de paranoyakça Kuzey Kore’den korkuyor. En azından bu filmi seyrederken bunu anlıyorsunuz. Ordu, Kuzey Koreli casusların gelebileceği endişesiyle bir balıkçı kasabasına bir müfreze askeri konuşlandırmış. Gündüzleri talim yapan, geceleri de gece görüşlü dürbünleriyle hareket eden her şeye ateş eden askerler, sonunda büyük bir hata yapıyorlar ve bu hata birçok kişiyi etkiliyor sonra. İki genç sevgili, Cheol-gu (Hye-jin Yu) ve Mi-yeong (Ji-a Park), gecenin bir yerinde kıyıda sevişirken, gece görüşlü dürbünüyle hareket eden bir şeyin farkına varan er Kang Sang-byeong (Dong-Kun Jang), tüfeğindeki şarjörü hareket eden şeye boşaltıyor ve Cheol-gu’nun ölümüne neden oluyor. Bu ölüm, kasabada infial yaratıyor, çünkü ordu er Kang’ı masum buluyor. Ama, bu trajedi hem güzel Mi-yeong’a hem de er Kang’a büyük travma yaşatıyor delilik sınırlarında. Otoriteye, öncelikle orduya karşı muhalif olan Ki-duk (gençliğinde bir süre askerlik de yaptı), bu filminde bir müfreze aracılığıyla Güney Kore ordusuna sert bir bakış fırlatıyor. Ki-duk, “Sahil Koruma” filminde kanları sanki bir ketçap şişesinden fışkırtır gibi neredeyse perdeyi kırmızıya boyuyor. Ki-duk, bu askerlik aracılığıyla erkeklerdeki potansiyel şiddet duygusunu da yansıtmayı başarıyor. Yönetmen, Mi-yeong’un göründüğü bazı sahnelerde gerçeküstücü anlar da yaratabilmiş. Filmin finali de çarpıcıydı.

    Mevsimler geçip giderken…

    Ki-duk’un 2003 yapımı “Bom Yeoreum Gaeul Gyeoul Geurigo Bom-İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar” filmine ilk görüşte aşık olabilir insan. Ki-duk, bu filmini mevsimlere ayırmış ve her mevsim geçişinde yaşlı bilge ustanın öğrencisi biraz daha yaşlanıyordu. Yönetmenin bu filminde kullandığı müzikler ve estetik görüntüler de etkileyici. Yönetmenin, resim ve heykel tutkusu bu filminde de başköşede. Bu filme mevsimler üzerinden bakarken, yaşlı bilgenin insana dair hayat derslerinden de almak gerek…

    İlkbahar… Ormanın içindeki gölün ortasına oturtulmuş barakadan bir evde yaşlı budist bilgeyle yedi yaşlarında bir erkek çocuk budizm ruhuna uygun yaşıyorlar. Şifalı otlar toplayıp ilâç yapıyorlar. Yaşlı kutsal bilge, öğrencisine budizm öğretilerini öğretiyor. Karaya kayıklarıyla çıkıyorlar. Odası olmayan evde kapılar da var. Hatta karadaki iskelede bile bir kapı var. Derinlikli bu filmin simgeleri çok güçlü ve öğretici. Kapıları hiç kullanmanıza bile gerek yok, ama ritüel önemli. Küçük çocuk, ustası uyurken sabah tek başına kayıkla karaya çıkıyor. Doğayı tek başına keşfediyor. Muzırlık da yapıyor bu keşif sırasında. Önce suda bir balık yakalıyor. İpin bir ucunu taşa, diğer ucunu da balığa bağlıyor ve suya bırakıyor. Balık yüzmekte zorlanıyor. Sonra aynı şeyleri bir kurbağa ve yılana yapıyor. Ustası çocuğu sessizce takip ediyor. Gece uyurken, çocuğun sırtına iple taş bağlıyor. Ustası çocuğa ders veriyor bununla. Bu dersin anlamını ancak yıllar sonraki bir mevsimde, bir başka ilkbaharda anlayacak çocuk.

    Yaz… İlkbahar bölümünün çocuğu artık genç bir delikanlı. Doğa gibi uyanıyor o da. Doğa keşiflerinde hayvanların aşklarına da tanıklık ediyor öğrenci genç. Bir genç kızla anneleri geliyor küçük dünyalarına. Kız hasta. Şifa bulmak için “kutsal efendi” denilen yaşlı bilgeden umut bekleniyor. Belki ilâçların da faydası vardır, ama aşk belki de en büyük şifa. İki genç, çok geçmeden doğanın emirlerine karşı koyamyorlar ve fırsat yarattıkları her yerde sevişiyorlar. Yaşlı bilge bunu anlayınca kızın iyileştiğini anlıyor, ama geride yeni bir hasta kalıyor kız giderken. Aşkın ateşi içine düşen genç, yaşlı bilgeyi terk ediyor. Fonda piyano ve keman tınıları da duyuluyor bu bölümde.

    Sonbahar… Usta, daha da yaşlanmış ve yalnız. Gazetenin küpüründe öğrencisinin fotoğrafını görüyor. Öğrenci, başka biriyle ilişkiye girdiği için karısını öldürmüş. Polis her yerde onu ararken, öğrenci yaşlı bilgenin yanına sığınıyor. Hiçbir şey olmamış, yıllar geçmemiş gibi kaldığı yerden devam etmeye çabalıyor. Ama, hiçbir şey eskisi gibi değil. Artık öfke, korku ve vicdan azabı var. Dünyevi zevkleri tadan öğrenci eski günlerini ararken, yaşlı bilge kedinin kuyruğuyla budist dualar yazıyor tahtaların üzerine. Öğrenci de bıçağıyla harfleri kazıyor. Sonra polis de geliyor bu göl üzerine kondurulmuş eve. Ustaya saygıdan hemen öğrenciyi tutuklamıyor polisler. Sabah olunca öğrenciyi tutuklayıp götürüyorlar. Ardından bilge usta, kendini yakıyor.

    Kış… Yaşlanmış öğrenci, karakışın hüküm sürdüğü göldeki eve gelir. Kimseyi bulamıyor. Göl donmuş. Doğa içine çekilmiş. Onun da kendi içine çekilmesi gerekiyor. Bir zaman sonra bir anneyle bebeği öğrencinin yanına geliyor. Annenin yüzü çarşafla örtülü. Sonra bir sabah sessizce evi terk eden anne kırılmış buzun içine batıyor ve gölün soğuk sularında ölüyor. Bebekle yalnız kalan öğrenci, çocukken yaptığı şeyi yapıyor. İpin ucuna taşı bağlıyor ve donmuş göl üzerinde elindeki budist heykeliyle dağa doğru yürüyor. Bebekte kendini görüyor belki öğrenci. Annesi, tıpkı böyle kendisini bebekken yaşlı bilgeye bırakmıştır belki. Bu bölümde yönetmen Kim Ki-duk’un kendisi oynamış öğrenciyi.

    Ve ilkbahar… Bu en kısa bölüm. Bebek, ilk bölümdeki kendi yaşına geliyor öğrencinin. Artık kendisi usta, çocuk da öğrencisi oluyor. Doğa uyanıyor. Yeşillik her yeri kuşatıyor.

    Ki-duk Avrupa’da…

    Kim Ki-duk ustanın filmlerine “Boş Ev” öncesi ve sonrası olarak bakılacak herhalde. Ki-duk’un 1997 yapımı ikinci filmi “Yasaeng Dongmul Bohoguyeog-Vahşi Hayvanlar”ın hikâyesi, Paris’in sokaklarında geçiyor. Bu film, Kuzey ve Güney Koreli iki genç adamın yollarının Paris’te kesişmesini anlatıyor. Ama, ne kesişme. Romantizmin şehri Paris’i bir şiddet ve vahşet şehrine dönüştüren Ki-duk, hikâyesini yoğunlukla Seine Nehri kıyılarına taşımış. Bu, başka filmlerdeki bildik Seine değil. Daha aşağılarda, neredeyse Paris’in kenarlarına uzanıyor. Bu filme, Paris’in dar ve karanlık arka sokakları mekân olmuş. Ki-duk da, zamanında sonuna kadar gerçekliğin dibindeki Paris’te yaşamıştı. Cheong-hae (Jae-hyeon Jo), Güney Kore’den Paris’e ressam olmak için gelmiş, ama şimdilik bulabildiği suç dünyası. Bir tekne satın alıp resimlerini orada yapmayı düşleyen, hırsız ve düzenbaz, neredeyse hiç güvenilmeyecek Cheong-hae, Kuzey Kore’den kaçıp Paris’e sığınmış dövüş sporlarında uzman Hong-san’ı (Dong-jik Jang) yoldan çıkartıveriyor hemen. Bu tuhaf dostluk, Fransız mafyasına kadar uzanıyor. Cheong-hae, heykel taklidi yapan Corrine’e de (Sasha Rucavina) tutuluyor hikâyenin bir yerinde. Kore’nin kuzeyinden olan Hong-san da, trende aynı kompartımanda yolculuk yaptığı Laura’ya (Ryun Jang) tutuluyor. Bu iki aşk da bu iki Koreli genç adam için imkânsız gibi. Çünkü, Corrine’in başında bir Fransız gangsteri var. Striptizci Laura’ysa bir başka Fransız gangsteri Emil’e (Denis Lavant) sırılsıklam aşık. Her şeyin karmakarışık olduğu bu hikâyede, tüm sevişme ve şiddet gösterileri alabildiğine vahşice. Donmuş balıkla bile vahşice insan öldürülüyor filmde. Kanların fışkırdığı bu Ki-duk filminde, şiddetin nerede duracağını bilemiyor insan. En sert mafya şiddet gösterilerinin yansıdığı bu filmin finali de, Ki-duk filmleri içerisinde en trajik olanı belki. Ki-duk, bu filminin estetiğini daha çok 1970’lerin İtalyan ve Fransız suç filmlerinin tadında oluşturmuş. Öncelikle iç mekânlarda bu daha çok hissediliyor. Bu filmdeki kamera da alabildiğine sakin. Ama, görüntüye yansıyan hiçbir şey sakin değil. Bu filmi gördüğünüzde Ki-duk’a “şiddetin ozanı” diyeceksiniz belki de. Ki-duk, öncelikle striptiz sahnelerinde Arap müzikleri kullanmış. Son jenerikte de Arapça şarkı duyuluyordu. Ki-duk, “Vahşi Hayvanlar”da Fransız sinemasının iki önemli aktörünü, Richard Bohringer ve Denis Lavant’ı da oynatmış. 1961 doğumlu Fransız oyuncu Denis Lavant’ın bu filmde oynamasının Ki-duk için anlamı derin. Leos Carax’nın 1991 yapımı “Les Amants du Pont-Neuf-Köprüüstü Aşıkları”, Ki-duk’un hayatında ilk defa sinema perdesinde gördüğü bir filmdi. Denis Lavant’nın Juliette Binoche’la başrolü paylaştığı bu filmi de Paris’te görmüştü Ki-duk. Bir anlamda Denis Lavant’a saygı sunmuş yönetmen. Saygı, güzel bir haslet.

    Seyredilmesi zor film…

    Ki-duk’un, “Vahşi Hayvanlar”ına vahşi film derken, birden karşınıza 2000 yapımı “Seom-Ada” filmi çıkınca, sinemanın vahşet ötesi filmi diyebilirsiniz buna. “Ada” filmi, varoluşçu ve gerçeküstücü bir vahşet filmi. “Ada” filmi, Ki-duk’a 2003 yapımı “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar” filmine mekân olarak ilham vermiş olabilir. “Ada” filmi de, bir gölde geçiyor. Her şey gerçeküstücü yansıyor bu filmde. Kulübeler, gölün içine oturtulmuş ve sanki her biri ada gibi. Belki de insanlar bir ada. Hiç konuşmayan Hee-jin (Jung Suh), pansiyon gibi yüzer kulübeleri işletiyor. Gizemli bir kadın olan Hee-jin, film boyunca hiç konuşmuyor. Onun yüzer kulübe pansiyonuna kaçamak yapmak ve kafa dinlenemek isteyenler geliyor. Hee-jin, kendisini isteyen erkeklerle de yatıyor. Ama, kendisini aşağılar gibi olurlarsa onları hemen yok ediyordu. Buraya bir gizemli genç adam Hyun-shik de (Yoosuk Kim) geliyor. Hyun-shik, vicdan azabı çekiyor. Karısı onu aldatınca, karısını ve aşığını vahşice öldürmüş. Ama, şiddet ve keder onun peşini bırakmıyor bu gölde de. Fahişelerin, pezevenklerin, vahşi ölümlerin olduğu bu filmde bazı sahnelere bakmak gerçekten insanı zorluyor. Gelen polislerin kendisini bulduğunu sanan Hyun-shik, balık avladığı olta uçlarını yutuyor. Hyun-shik’in kendisini terk ettiğini sanan Hee-jin de, yine olta uçlarını bacak arasına yerleştiriyor. Daha da kötü olansa, bu filmde hayvanlara yapılan işkenceler. Hee-jin, kurbağayı vahşice öldürüyor ve hemen derisini yüzüyor. Gölde tutulan balıklar bıçakla canlı canlı doğranıyor. Gölde tutulmuş balıklara elektrik verilerek işkence yapılıyor. “Boş Ev” öncesi Ki-duk filmleriyle karşılaşanlar bu yönetmeni sadist bir psikopat sanabilirler. Öyle değil. Ki-duk büyük yönetmen. Bu usta, insanın içindeki “vahşi hayvanı” perdeye çıkartıyor bu türden filmlerinde. İnsanı, aynada kendiyle yüzleştiriyor. Onun bazı filmlerinde yolculuk yapmak gerçekten zorlu bir yolculuk. Zihinsel olarak da o atmosferden çıkmak insanı çok zorluyor. Yönetmen, bu filminde kamerasını yoğun olarak sabit açıda kullanmış. Sanki sadece gözlemlemek istemiş her şeyi.

    (17 Ekim 2009)

    Ali Erden

    sinerden@hotmail.com

    Kan Gölü

    James Watkins’in yönettiği ve Kelly Reilly, Michael Fassbender, Tara Ellis ile Jack O’Connell’in oynadığı Kan Gölü (Eden Lake), 14 Ağustos 2009’da Tiglon Film dağıtımıyla Tiglon Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Kampa giden genç çift Jenny ve Steve’in romantik haftasonları tatili, bir grup gencin onları rahatsız etmesi sonucu kâbusa dönüşmeye başlar.
    Çiftin eşyalarını ve sonra da arabalarını çalarak kaçmalarını imkânsız hale getiren gençler, sonrasında Jenny’yi de alıp Steve’i bir kedi-fare oyununun ortasında bırakırlar.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • sadibey.com yazarlarının eleştirilerine haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Kan Gölü yazısına devam et
  • Sinemacılara Kültür Girişimi Belgesi

    2004 yılında Sinema Destek Yasası ile birlikte çıkan 5225 Sayılı Kültür Yatırımları ve Girişimlerini Teşvik Kanunu’nun, beklenen Kültür Yatırımlarının ve Girişimlerinin Belgelendirilmesine ve Niteliklerine İlişkin Yönetmelik’i 24 Nisan 2009 tarihinde yayınlanarak yürürlüğe girdi. Başta sinema salonları, film laboratuvar ve stüdyoları olmak üzere “… sinema etkinliklerinin ya da ürünlerinin yapıldığı, üretildiği veya sergilendiği mekânlar ile kültürel ve sanatsal alanlara yönelik özel araştırma, eğitim veya uygulama merkezlerinin yapımı, onarımı veya işletilmesini teşvik ve indirimi konu eden” yönleriyle sinemacıları da ilgilendiren yasa ve yönetmelik incelendiğinde sinema ile ilgili tüm girişimler için yararlanma olanaklarının bulunduğu görülüyor. (Haber: Aydın Sayman.)

  • Açıklayıcı bilgi için tıklayınız.
  • Kanun ve yönetmeliğe haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Sinemacılara Kültür Girişimi Belgesi yazısına devam et
  • Yaz Sıcakları Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi’nde Sinema Keyfine Etki Etmiyor

    İstanbul’un mevsim normallerinin üzerinde seyreden sıcaklarla bunaldığı bu günlerde sinemaseverler, Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi’nin salonlarını doldurarak hem serinliyor hem de sinema seyretmenin keyfine varıyorlar. Kapılarını Mayıs başında sanatseverlere açan merkez iki aylık dönemde on farklı film göstererek 15.800 seyirciyi sinema ile buluşturdu. Temmuz ayında ise Deli Deli Olma, Pembe Panter 2, Kız Kardeşim, Sahtekârlar adlı filmlerle yetişkinleri, Ay Prensesi, Parti Tırtılları gibi çocuk filmleriyle minikleri beyazperdeyle buluşturuyor. Her hafta farklı bir filmi gün boyunca üç ayrı seansta izleme imkânına sahip olan Zeytinburnulular tüm yaz boyunca film izlemenin keyfini yaşayacaklar.

    Yaz Sıcakları Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi’nde Sinema Keyfine Etki Etmiyor yazısına devam et

    Dehşetin Soluğu

    Jacques-Olivier Molon ile Pierre-Olivier Thevenin’in yönettiği ve Lorant Deutsch, Sara Frostier, Dominique Pinon ile Manon Tournier’in oynadığı Dehşetin Soluğu (Humans), 24 Temmuz 2009’da Tiglon Film dağıtımıyla Bir Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Profesör Schneider ve asistanları bir evrim araştırması için Alp Dağlarına gider. Dağlarda bugüne kadar mevcut olan tüm teorilerini yerle bir edebilecek, insan ırkına ait kalıntılar olduğunu duymaları onlara bu gezi için cesaret veren bir unsurdur. Ancak plânları suya düşer ve gezi, grubun yaşam savaşı verdiği bir maceraya dönüşür.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • IMDb
  • 2. Stranger Festival

    14 – 17 Ekim 2009 tarihlerinde Amsterdam’da 2.si gerekleştirilecek olan Stranger Festival, gençlere kendilerini ve öykülerini video filmleri aracılığı ile ifade etme olanağı veren bir festival. Avrupa Kültür Vakfı tarafından organize edilen etkinlik kapsamında 20’yi aşkın şehirde düzenlenen ücretsiz video atölyelerinin İstanbul ayağı da bu yaz Mode İstanbul girişimiyle ECF, Kosmopolis Rotterdam, Hollanda Başkonsolosluğu ve Digital Film Academy işbirligi altında 27 Temmuz – 09 Ağustos 2009 tarihleri arasında ikinci kez hayata geçiyor.