Hong Konglu usta Wong Kar-Wai, filmleriyle modern aşkı en iyi anlatan yönetmenlerden biri. Onun filmlerinde aşk imkansız bir yolculuk. Çünkü, aşık olanlar imkansız aşkın peşine düşerken yakınlarında dolaşan aşkın farkına bile varamıyorlar.
Wong Kar-Wai, 17 Temmuz 1956 yılında Çin’in Şanghay şehrinde doğdu. Senarist olarak sinemaya giren Kar-Wai, ilk filmi “Wang jiao ka men/As Tears Go By-Gözyaşları Aktıkça”yı 1988’de çekti. “As Tears Go By”, ünlü rock grubu Rolling Stones’un bir şarkısının adı. Bu şarkıyı 1965 yılında Marianne Faithfull da söylemişti. Kar-Wai’nin bu filmi, Martin Scorsese’nin 1973 yapımı “Mean Streets-Arka Sokaklar”ının da ruhuyla buluşuyor. Sinemaseverler bu önemli yönetmeni 1996 yılındaki 15. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde tanıdılar. Festivalde, 1994 yapımı “Chongqing senlin/Chungking Express-Chungking Ekspresi” ve 1995 yapımı “Doh lok tin si/Fallen Angels-Düşkün Melekler” filmleri gösterilen Kar-Wai’nin daha sonraki yıllarda filmleri sinemalara gelmeye başladı. Önce 1997 yapımı “Chun guang zha xi/Happy Together-Mutlu Beraberlik”, ardından da 2000 yapımı “Hua yang nian hua/In the Mood for Love-Aşk Zamanı” sinemaseverlerle buluştu. 2004 yapımı üç yönetmenli antolojik, yani güldeste film “Eros”ta “The Hand-El” bölümünü yönetti. Onun 2004 yapımı “2046” filmi, 2005’te 24. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde gösterildi. Amerika’da çektiği 2007 yapımı “My Blueberry Nights-Benim Aşk Pastam”, sinemaseverlerle sinemalarda buluşabildi. Cannes Film Festivali’nin 60. yıl şerefine ünlü yönetmenlerin çektiği “Chacun son Cinéma-Herkesin Kendi Sineması”na “I Travelled 9000 km to Give it to You” (Sana Hediyeni Vermek İçin 9000 km Seyahat Ettim) kısa filmiyle katkıda bulundu. Bu kısa filmde kırmızı koltukları olan sinema salonunda genç adam, yanında genç bir kadın hayal ediyordu salona kırmızı ışıklar düşerken. Kar-Wai bu kısa filminde kadın, şeftali ve cinsellik arasında tarif edilemez derin bir metafor kurmuştu. 2008 Filmekimi’nde “redux”lanmış 1994 yapımı “Dung che sai duk/Ashes of Time-Zamanın Külleri” de gösterilmişti. Kar-Wai, günümüzde aşkı en iyi anlatan yönetmenlerden biri. Kar-Wai’nin bazı filmlerinde aşk duyguları, cinselliğin ötesine de geçerek tam bir tutkuya ya da bir ruhaniliğe bürünerek yansıyor perdeye. Bir de onun filmlerinde insanların iletişimsizliğiyle modern insanın yalnızlığı ve kederleri var. Elbette tüm Kar-Wai filmlerinde mekânlar çok önemli. Hem görsel, hem de karakterlerinin iç dünyasının dışavurumu açısından. Öncelikle otel odaları ve trenler… Otellerin etkisi, herhalde babasının otelci olmasından geliyordur. Bir oğlu olan Kar-Wai, filmlerinin senaryolarını da kendi yazıyor ve çoğunlukla da kameraman Christopher Doyle’la çalışıyor. Bu güneş gözlüklü ve 1960’lara tutkulu yönetmenin filmlerinin içerisinde dolaşarak hem aşka, hem de bir ustaya saygı sunmak istedik. Yazıda Çince film adlarını Hong Kong’da konuşulan Çincenin Mandarince lehçesinde yazıyoruz. Hong Kong’da Kantonca da konuşulduğunu belirtelim. Hâlâ kısa filmler çekmeyi sürdüren Kar-Wai, ilk deneyimi “Gözyaşları Aktıkça”dan bu yana yaptığı her film neredeyse altın değerinde. Amerika’nın ciddi gazetelerinden New York Times onun için “zamanın ustası” diyor.
Aşk melekleri uçup giderken…
Kar-Wai’nin 1994 yılında yönettiği “Chongqing senlin/Chungking Express-Chungking Ekspresi”, Fransız “Yeni Dalga”sına, özellikle de Jean-Luc Godard sinemasına adanmış bir film gibiydi. Bu filmin en heyecan verici yönüyse, kamera kullanımlarıyla kurgusuydu. Filmde, birbirinden bağımsız iki hikâye anlatılıyordu. Bu filmin bir özelliği de, hikâyeler ayrı olsa da mekânlar aynıydı. İlk hikâyede Kar-Wai, “koşut kurgu” tekniğini daha yoğun kullanıyordu. Yönetmen, ikinci bölümde büfedeki kız Faye’i canlandıran müzisyen-oyuncu Faye Wong’un bestelerini de kullanmış. Faye Wong’un bu filmde “Dream Person” ve “Bluebeard”ü de duyuluyordu. Bir de ikinci bölümde, cazın divalarından Dinah Washington’ın “What a Difference a Day Makes” adlı muhteşem standart caz şarkısı da büyü saçıyordu. Birinci bölümde Hintli göçmenlerin göründüğü sahnelerde de Hintçe şarkılar vardı fonda. Belki de “Chungking Ekspresi”nin ne olduğunu biraz olsun anlamlandırmalı. Hong Kong’da, Chungking Konakları diye adlandırılan bölgede ucuz daireler, pansiyonlar, küçük işyerleri, gece kulüpleri, suç yuvaları gibi karanlık mekânları olan bir yer var. Bu bölgeye daha çok geliri düşük ve Hong Kong’a göçmen olarak gelmiş Hintli, Bangledeşli, Pakistanlı, Ortadoğulu ve yoksul birçok insanın ilk uğradığı yer. Bu bölgedeki konaklar, aslında tümüyle de karanlık değil. Hong Kong’a gittiğinizde az parayla konaklanabilecek yerler burası. Kültür merkezleri bile var. Kar-Wai’nin “Chungking Ekspresi” filminin hikâyeleri, bu bölgedeki gerçek mekânlarda geçiyordu işte.
Birinci bölüm: Film, Chungking Ekspresi ya da Konakları denilen binaların teraslarının üzerinde açılıyor. Kara bulutlar ve dumanlar gökyüzünü kaplıyor. Ardından sakin sokakların görüntüleri yansıyor. Ama, bu sakinlik hemen dağılıyor ve kendi doğal hareketliliğine dönüyordu bu sokaklar. Sarı peruklu, pardesülü ve güneş gözlüklü kadını birilerinden kaçarken yakalıyordu Kar-Wai’nin hareketli kamerası. Genç sivil polis 223’de bu olayın içine düşüveriyordu birden. Kar-Wai, hem çekim estetiği olarak hem de kurgu yönünden heyecan verici anlar yaratıyordu bu giriş sahnesinde. Sarsıntılı hafif el kamerası kalabalığın içinde tam bir kaotik anlar yaşatıyordu. Gerçeküstücü tattaki bu görüntüler, bulanık ve gölgeliydi. Fonda da Frankie Chan’in kederli ve coşkulu “Fornication in Space” müziği duyuluyordu. Gizemli Uzakdoğulu uyuşturcu satıcısı sarı peruklu kadın (Brigitte Lin), Hintlilere Hong Kong dışına uyuşturucu taşıttırıyordu. Ama, son işinde her şey ters yüz oluyor ve intikam ateşiyle yanıp tutuşuyordu sarı peruklu kadın. Öbür taraftaysa sivil polis He Zhiwu, yani 223 (Takeshi Kaneshiro) yeni ayrıldığı sevgilisi May’in geride bıraktığı aşk acısını yaşıyordu. Sarı peruklu kadınla o kaçıp kovalamacada birden göz göze gelen 223, belki de hayatının kadınıyla karşılaşıyordu. Adını bilmediği bu sarı peruklu kadın, 0.01 cm uzağındaydı. Belki de bu bir Kar-Wai’nin ironisidir. Biri polis, diğeriyse suç dünyasına bulaşmış bir “femme fatale”, yani “öldüren kadın…” İkisinin aşkları mümkün müydü? Ama, Kar-Wai onlara, aslında 223’e bir şans veriyordu. Hatta 223’e ikinci bir şansı da yaratıyordu yönetmen. Kalbi kırık 223, 1 Nisan 1994’te sevgilisinden ayrılmış. Son kullanım tarihi 1 Mayıs 1994 olan ananas konservelerini her gün marketten satın alıyor. May, bir ay içinde kendisine dönmezse bir gecede oturup otuz konserveyi birden yiyecek. Üstelik, 1 Mayıs 223’ün doğum günü de. 24’ünden 25’ine girecek 223… “Geceyarısı Ekpresi” (Midnight Express) büfesini çalıştıran yaşlı büfeci (Chen Jinquan), 223’ün kırık kalbine yeni “May”ler sokmaya çalışıyor, ama nafile. Gözyaşları dökmemek için hep koşan 223, “Konserveler gibi hatıraların da son kullanma tarihi var mı” diyor kendi kendine. O sıralarda büfeye güzeller güzeli yeni garson kız Faye geliyor. 223, belki de ona aşık olabilirdi, ama ne yazık ki bir başka polis, devriye 663 giriyor hikâyeye. Kara film tarzındaki birinci bölüm biterken, ikinci bölümdeki başka bir kalp kırıklığı yansımaya başlıyor beyazperdeye.
İkinci bölüm: Bu bölümde üniformalı devriye polisiyle garson kız Faye var. Onun da kod adı 663. O da hostes sevgilisinden (Valerie Chow) ayrılmış ve elbette onun da kalbi kırık. “Geceyarısı Ekpresi” adlı büfeye her gün uğruyor. Büfede çalışan Faye’in (Faye Wong), 663’e (Tony Leung) sırılsıklam tutulduğunu anlıyorsunuz. Hostes sevgili 663’e mektup yazıp büfeye bırakıyor. Bir zaman sonra 663’le konuşabilen ve ondan adresini öğrenen Faye, polisin dairesine gizlice giriyor, dairesini temizliyor, onu tanımaya çalışıyor. Kar-Wai, kadınların aşkta erkeklerden daha cesaretli olduğunu hissettiriyordu bu filminde. Faye, 1960’ların ünlü müzik grubu The Mamas and The Papas’ın ünlü şarkısı “California Dreamin”i yüksek sesle dinlemeyi de seviyor. Çünkü en büyük rüyası Kaliforniya’ya gitmek Faye’in. Faye, Godard’ın 1960 yapımı “A Bout de Souffle-Serseri Aşıklar” filminden düşmüş bir Jean Seberg gibiydi sanki. Kısacık saçlı Faye, hep güneş gözlüğü takıyor ve çoğunlukla da açık renk elbiseler giyiniyordu. Sonunda 663, dairesini temizleyenin kim olduğunu fark ediyordu. Faye, kendisini Kaliforniya Lokantası’nda bekleyen 663’e bir mektup bırakıyor ve o da ortadan kayboluyordu. Mektubu yağmurlu gecede çöp kutusuna atan 663, mektubu okumak isteyince ıslanmış mektubun içindekileri sökemiyordu. Bir yıl sonra hayat herkes için değişiyor. Faye, uzaklardan hostes giysileri içerisinde geliyor. 663 de “Geceyarısı Ekspresi” büfesini devralmış. Bu bölümde, ilk bölüm kadar olmasa da estetik anlar perdeyi kuşatıyordu. “Chungking Ekspresi”nin kameramanları da Christopher Doyle ve Lau Wai-Lau keung’du. Filmdeki ilginç yönler de vardı. 223’ün dairesinde köpeği vardı. 663’ünse oyuncak köpeği. Ama, ikisinin de kırık kalplerinin yanında akvaryumları dairelerini süslüyordu. Kar-Wai, bu bölümde ilk bölüme göre daha parlak ışıklar kullanmış. Bölümün sonuna doğru renkler hafifçe koyulaşmaya başlıyor ve yağmurlar da yağmaya başlıyordu. Bir yıl sonra, kendini terk eden hostes sevgilisiyle karşılaşan 663, hiç etkilenmiyordu bu karşılaşmadan. Kar-Wai, “Chungking Ekspresi”ni üç bölüm olarak düşünmüştü, ama “Düşkün Melekleri” ayrı bir film olarak çekmişti.
Melekler düşünce…
Kar-Wai’nin sinema dili olarak en çarpıcı filmlerinden biri de 1995 yapımı siyah-beyaz ve renkli “Doh lok tin si/Fallen Angels-Düşkün Melekler”di. Filmin en önemli özelliği birkaç hikâyeyi “çapraz kurgu”yla yansıtmasıydı. Filmde öne çıkan baba-oğulun hikâyesiyle küçük evinde tek başına yaşayan bir genç kızın hikâyesi öne çıkıyor bu filmde. Erkeklerden hep uzak durmuş genç kızın kendi kendini tatmin ettiği sahne belki de sinema tarihinde özel bir yere sahip. Bu filmde bir katil, bir aşk ve bir de sinema var. “Chungking Ekspresi”ndeki sivil polis Zhiwu 223 de vardı “Düşkün Melekler” filminde. 223’e yine Takeshi Kaneshiro hayat veriyordu. Hikâyenin bir yerinde genç kızla Zhiwu’nun yolları kesişiyordu. Zhiwu, canlı ve dışadönük bir insan. Genç kızsa melankolik. Yönetmen, Zhiwu’nun iç dünyası gibi daha hareketli kullanmış kamerasını bu filminde. “Düşkün Melekler” filmindeki hikâyeler de, Chungking Konakları’nda ve çevresinde geçiyordu. Kar-Wai, çok özel kamera devinimleri ve kurgu tekniği kullanarak gerçek anlamda sinemaya zenginlik katıyordu “Düşkün Melekler”le… “Chungking Ekspresi”yle “Düşkün Melekler” filmlerindeki bazı anlara deneysel bile denilebilir. Filmin bazı karakterleri içe kapanık ve kolayca dışarısıyla iletişim kuramıyorlar. Hep iç sesleriyle konuşarak sanki sadece seyirciyle iletişim kurabiliyorlardı. Elektronik müzik yapan Massive Attack’ın “Karma Coma” müzikleri de fonda duyuluyordu bu filmde. Belki de filmin ruhuyla da uyuşan bir müzikti bu. Elbette ünlü Amerikalı kadın besteci-şarkıcı Laurie Anderson’ın “Speak My Language” ve İngiliz kadın şarkıcı-oyuncu Marianne Faithfull’un “Go Away from My World” şarkıları da duyuluyordu fonda. Elbette filmin özgün müziklerini besteleyen Frankie Chan ve Roel A. Garcia’nın tınılarını da unutmamalı. Bu filmin atmosferi karanlık ve kara filmin içerisinde dolaşıyormuş duygusunu yaşatıyor insana. Dış mekânlardaki gece atmosferleri sinemaya bir armağan gibiydi. Işık düzenlemeleri ve kurgu dili de öyle. Yönetmenin bazı estetik denemeleri hâlâ büyüleyici. Sabit duran bir kameradan yansıyan hızlı görüntüler insanı gerçekten etkiliyordu: Görüntünün içinden hızla akıp giden insanlar, arabalar ve trenler gerçeküstücü büyüyle perdeye yansıyordu. Sinemaseverler, hem “Chungking Ekspresi”ndeki hem de “Düşkün Melekler”deki bu kameraya aşık olabilirler belki.
Aşkın tam zamanı…
1960’lı yıllar, Hong Kong… Bir apartman… Bir aile… ve aşk dörtgeni… “Hua yang nian hua/In the Mood for Love-Aşk Zamanı” filminde bunlar vardı. 1962 yılı. Chow Mo-Wan ve Su Li-Zhen aynı apartmanda karşı dairelerde oturuyorlar. Chow, bir gazeteci. Su’ysa bir sekreter. Bu iki evli insan birbirlerine aşık olurken, eşleri de birbirlerine aşık olmuşlar. Chow, Su’yla aşk yaşarken karısından intikam mı alıyordu? Aşk duygusunu derin bir bakışla perdeye yansıtan Kar-Wai, dingin anlatımıyla insanların aşkı yaşamasını istiyordu. Filmin müzikleri de alabildiğine insanın duygularını sıcaklaştırıyordu bu filmde. İnsan bu filmi gördükten sonra sevgilisine belki bir daha aşık oluyordur. Filmde Nat King Cole’ün performansıyla “Quizás, Quizás, Quizás” şarkısını da duyuyorsunuz fonda. Elbette bu filmde Nat King Cole’ün söylediği “Aquellos Ojos Verdes” şarkısı da vardı. “Aşk Zamanı”nda, yemekle aşkın derin bağlarını bir defa daha keşfettiriyordu Kar-Wai. Yönetmen, 2000 yapımı “Aşk Zamanı”ndan hemen önce aynı adla bir siyah-beyaz kısa film de çekmişti.
Güldeste içinde…
Kar-Wai’nin, Michelangelo Antonioni ve Steven Soderbergh’le beraber aşkı anlattığı 2004 yapımı “Eros” antolojisi de (güldestesi de) var. Kar-Wai, kendi bölümü “The Hand-El”de yine aşkın o derin okyanusuna daldı. Kar-Wai, duyguları ve aşkı en iyi anlatan yönetmenlerden biri. Onu, sadece bu yönleriyle değil, sinematografik yönleriyle de tanımalı. Bu antolojideki (güldestedeki) en dokunaklı bölümdü belki de. Aşk ve tutku, insanın içini burkuyordu “El”de. Terzi çırağı Xiao Zhang, pahalı fahişe Hua’ya sürekli yeni elbiseler getirir durur. İhtişamlı hayatı ve tüketimi olan Hua, hiçbir kadına dokunamamış genç Zhang’a dokunarak farkında olmadan onu kendine bağlıyor. Zhang, belki de hiç ulaşamayacağı Hua’ya vücudunun tüm hücreleriyle tutulur. İç ve dar mekânlarda kısır döngüsel akıp giden bu bölüm doğal süreçleri de gösteriyor. Çünkü Hua’nın zengin müşterileri onu tek tek terk ederler ve düşüşü de hızlı olur. Hua, şehri ardında bırakıp gider, sonra yine gelir. Ama, artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Düşkün bir otel odasında az parası olan erkekleri mutlu etmeye çalışır. Trajik sonu da uzak değildir Hua’nın. Kar Wai’nin antolojideki bu bölümünde doğrudan erotizm yoktu. Sadece her şey zihinseldi. Kar Wai, erotizmi göstermiyor, ama seslerini uzaktan duyuruyordu. Bir de yağmur sesleri var dışarıdan duyulan. Özel bir anda, Zhang, Hua’nın elbisesiyle sanki sevişiyordu. Bu bölüm fetişizm ötesinde bir tutkuyu ve ulaşamamayı duyuruyordu. Hua, öldürücü ve bulaşıcı bir hastalığa da yakalandığı için Zhang, Hua’yla birlikte olup onun yaşadığı acıya ortak olmak istiyor. Kar Wai, senaryoyu kendi yazmış. Elbette kameramanı Christopher Doyle’du. Kar-Wai bu kısa filminde Alman müzisyen Peer Raben’in tınılarını kullanmıştı fonda. Peer Raben, Alman sinemasının genç yaşta ölmüş ustalarından Rainer Werner Fassbinder’in filmlerine müzikler de yazdı. Peer Raben, 1960’lı yıllarda Almanya’da “anti tiyatro” içinde de yer almıştı.
Zamanın şu külleri…
Kar-Wai ustanın, milliyetçi yazar Louis Cha’nın romanından uyarladığı 1994 yapımı “Dong xie xi du/Ashes of Time-Zamanın Külleri” filmini “redux” olarak yeniden sinemaseverlerle buluşturdu. “Redux”, bir tür restorasyon, yenileme demek. İlk gösterimde kurgudan çıkarılmış sahneleri ekleme, filmi tamir etme, renklerini düzeltme, süresini uzatma ya da kısaltma ve buna benzer birçok şey. “Redux”ın birebir anlamıysa “geri dönme” demek. Kar-Wai, filminin renklerini düzeltmiş ve bu renk tonları insana bir ressamın fırça darbelerinden çıkmış duygusunu yaşatıyordu perdede. Renkler, koyu tonda ve bazı anlarda sebya tadı da veriyordu. Bu filmdeki çöl sarısı filmin ruhuyla da örtüşmüştü. Sarı, tutkunun ve ihanetin rengi anlamına da geliyor sanatta.
“Zamanın Külleri”, bencil bir savaşçının hikâyesini anlatıyordu. Savaşçı Ouyang Feng (Leslie Cheung), büyülü şaraptan içince belleğinden birçok şey silinip gider. Ouyang Feng, kadınların kalbini fethetmiş ve onları hep kırmış bir insan bir de. Büyülü şarap belleğini sildikten sonra kendi çölünde yaşıyor Ouyang Feng. Hayatını da savaşarak kazanıyor. Sorunları olanlar ona geliyor, parasını aldıktan sonra o da kötülere karşı kiralık katil gibi savaşıyor. Aslında bir haydut o. Aşk ve kadınlar avucunun içinden kayıp gitmiş, kadınların değerini bilememiş. Murong Yin’i (Brigitte Lin) unutamıyor ama. Murong Yin, erkek kılığına bürünüp Murong Yang adıyla Ouyang Feng’in peşine düşüyor, sonra da ona terk edilmenin acısını yaşatıyordu. Aslında Ouyang Feng, hep hırslarına ve açgözlülüğüne yenilmiş bir insan. Büyülü şaraptan içip belleği boşalınca da hırsları ve açgözlülüğü onu terk etmiyor. Kar-Wai ustanın bu kılıçlı dövüş filmindeki kelimeler de derin anlamlı. Hikâyede her şey mevsimler üzerinden gelişiyor. Ouyang Feng, Çin takvimindeki mevsim yorumlarıyla hayatı anlamlandırmaya çalışıyor hep. Sanki bu takvimle kaderini okuyor Ouyang Feng. Çölünde tek başına oturmuş yeni bir iş bekleyen Ouyang Feng’in yanına bir genç kız geliyor. Haydutlar, kız kardeşine tecavüz edip öldürmüşler. Genç kızın Ouyang Feng’e, eşeğinden ve bir sepet yumurtasından başka verecek bir şeyi yok. Bir sepet yumurta ve eşek için ölümü göze alabilir miydi açgözlü Ouyang Feng? Elbette almazdı. Kızdan faydalanmaya çalışsa da genç kız hemen ona direniyor. O sırada gözleri yavaş yavaş görme yeteneğini kaybeden kılıçlı bir genç (Tony Leung) geliyor Ouyang Feng’in yanına. İş istiyor. Kılıçlı genç silahşör köyündeki şeftali çiçeklerini hiç unutamamış. Ouyang Feng’in aklında genç silâhşörün söylediği o şeftali çiçekleri kalıyor. Bu çiçekleri görmek için, kılıçlı genç silâhşörün köyüne gidiyor, ama orada şeftali çiçeklerini bulamıyor Ouyan Feng. Çünkü, kılıçlı kör silahşörün şeftali çiçeği güzel bir kadın.
Kar-Wai, “Zamanın Külleri”nde gerçekten estetik açıdan büyüleyici bir film yaratmış, simgesel ve şiirsel. Renkler gerçekten insanı bir büyünün içinde bırakıyor. Filmin estetiği ve anlatımı da gerçeküstücülükten besleniyor. Suların gölge gibi yansıması, gölgelerin devingenliği gerçkeküstücülüğe görsel açıdan destek oluyor filmde. “Strobe”laştırılmış yavaş çekimler de çarpıcıydı. Frankie Chan ve Roel A. García’nın fonda duyulan müzikleri de insanın ruhunun içinde dolaşıyordu sanki. Uzakdoğu sinemalarında görsellikle beraber oyunculuklar da mükemmel oluyor. Bir de bu filme “distopik” deniliyor. Aslında “distopya”, günümüz bakışıyla ve ahlâki yorumlanışıyla “kötü gelecek” demek. Yani “ütopya”nın tam tersi. Eğer “distopik” bazı filmleri hatırlarsanız belki de bu terimin derinliğine ulaşabilirsiniz. Stanley Kubrick’in 1968 yapımı “2001: A Space Odyssey-2001: Bir Uzay Macerası” ve 1971 yapımı “A Clockwork Orange-Otomatik Portakal”, Jean-Luc Godard’ın 1965 yapımı “Alphaville-Alfa Kenti”, François Truffaut’nun 1966 yapımı “Fahrenheit 451-Değişen Dünyanın İnsanları”, John Boorman’ın 1974 yapımı “Zardoz-Taş Tanrı Zardoz”, Ridley Scott’ın 1982 yapımı “Blade Runner-Bıçak Sırtı”, Michael Radford’un 1984 yapımı “Nineteen Eighty-Four-1984”, Terry Gilliam’ın 1995 yapımı “Twelve Monkeys-12 Maymun”, David Cronenberg’ün 1996 yapımı “Crash-Çarpışma”, Wachowski kardeşlerin 2000’lerdeki üçlemesi “The Matrix-Matrix” bilimkurgu filmlerinde “distopya” daha gözle görülüyor. “Distopya”, elbette sadece bilimkurgu filmlerinde değil, karamsarlığı mekânlarına ve karakterlerine yüklemiş birçok filmde var. Steven Soderbergh’in 1991 yapımı “Kafka”, Jean-Pierre Jeunet-Marc Caro’nun 1991 yapımı “Delicatessen-Şarküteri”, David Lynch’in 1986 yapımı “Blue Velvet-Mavi Kadife” hemen akla geliyor. “Distopya”da, baskıcı sistemler bir karabasan gibidir ve gelecek betimlemesiyse kapkaranlıktır.
2046 neydi?…
Ustanın 2004 yılında yönettiği “2046” filminin hikayesi 1960’larda geçiyordu, ama bilimkurgu tarafları da vardı. Siyah-beyaz ve renkli bu film Kar-Wai’nin aynı zamanda ilk sinemaskop yapıtıydı da. Chow Mo-Wan, bir gazeteci-yazar. Chow (Tony Leung), bilimkurgu tefrika ediyor. Bu filmde aşıklar ve bir otel var. Otelin adı da Oriental Hotel’di. Hikâyede, Chow’un kaleminden düşen bilimkurgu bölümünde de bir tren vardı. Bu filmde Kar-Wai’nin insanları ulaşılamaz olana aşıktı. Çin sinemasının dört güzel kadını da perdeden yansıyordu: Gong Li, Faye Wong, Ziyi Zhang ve Maggie Cheung… İnsanın zihnini karıştıran şu soru vardı hep: 2046 yıl mıydı, yoksa bir otel odasının numarası mıydı? İkisi de olabilirdi. Chow, Hong Kong’daki otelde 2046 numaralı odada kalıyordu. Chow, Su Li-zhen’e (Maggie Cheung) sırılsıklam aşık olur. Güzel Bai Ling de (Ziyi Zhang) Chow’a. Su Li-zhen’in genç hali (Gong Li) bir kumarbazdı. Su Li-zhen, Chow için öyle ulaşılmaz bir kadın ki, hemen yakınlarında dolaşan güzel Bai Ling’in aşkının farkına bile varamıyordu. Bu film sanki “Aşk Zamanı”nın ruhundan çıkmış gibiydi. Filmde, hızlı trende geçen bilimkurgu bölümünde de aşk vardı. Faye Wong da bilimkurgu bölümünde bir “android” güzeldi. Kar-Wai’nin bu filminde de “distopik” taraflar vardı. Renkleri, ışık düzenlemeleri, kamera açıları ve devinimleri de estetik açıdan perdeden büyü saçıyordu. Elbette fonda duyulan müzikler de. Shigeru Umebayashi’nin tema müziği “2046 Main Theme” başta olmak üzere filmde duyulan şarkılar da etkileyiciydi. Dean Martin’in söylediği “Sway” şarkısıyla Zbigniew Preisner’in tınıları da bu filmde duyuluyordu. Preisner’in tınıları Krzysztof Kieslowski’nin “Dekalog” serisinden 1990 yapmı “Krótki Film o Zabijaniu-Öldürme Üzerine Küçük Bir Film”indendeki “Decision”dandı. Belki de bu filmde Faye Wong’un şarkı söylememesi bir sürprizdi. Kar-Wai, Faye Wong’un sesini “Chunking Ekspresi”nde bol bol kullanımıştı. İnsanın zihnini karıştıran, şiirsel ve büyülü bu film iki defa seyredilince ruhunun içinde anlamlar yaratılabiliyordur belki de. Kar-Wai, bu filminde Godard’ın 1963 yapımı “Le Mépris-Nefret” filmindeki Georges Delerue’nün “Julien et Barbara” tınılarını da kullandı. Filmde Maria Callas, Angela Gheorghiu ve Connie Francis’in de sesleri duyuluyordu. Norveçli besteci-piyanist Rolf Lovland ve İrlandalı kemancı Fionnuala Sherry tarafından 1994’te kurulmuş Secret Garden’ın “Adagio” bestesini de bu filminde kullanmıştı Kar-Wai. Secret Garden grubu “new age” ve “neo-klâsik” tarzda müzikler yapıyor. Elbette Nat King Cole de “The Christmas Song” şarkısıyla dahil edilmişti bu filme.
Yabanmersinili aşk…
Kar-Wai, 2007 yılında sinemaskop çektiği ve “Yabanmersini Gecelerim” anlamına gelen “My Blueberry Nights-Benim Aşk Pastam”la aşkı Amerika’ya taşıdı. Filmde Amerikalı şarkıcı Norah Jones, Jude Law ve Natalie Portman vardı. Norah Jones’un hayat verdiği Elizabeth, yola çıkmış ve Amerika’da aşkın derinliğini arıyordu. Yoksa aşk, geceleri kafeteryada çalışan Jeremy’nin yakınlarında mıydı? Jeremy (Jude Law), bir gece ansızın çıkagelen Elizabeth’e aşkın sabrıyla aşık oluyordu. Aniden gelip aniden kaybolan Elizabeth’in yeniden ortaya çıkacağını umud ediyordu. Bir yol filmi de olan “Benim Aşk Pastam”da Elizabeth bir dolu insanla karşılaşıyor film boyunca. Yakınlık duyduğu kumarbaz Leslie’nin (Natalie Portman) peşine takılıyordu Elizabeth. Yalnızlıkları keşfeden Elizabeth, kendisini sabırla bekleyen Jeremy’nin yanına dönüyor ve ona yaban mersini pastası yapıyor. Aşkın ve bağlılığın pastası sanki bu. Filmin kameramanıysa Tahran doğumlu Darius Khondji’ydi. Sinemaseverler Khondji’yi, Jean-Pierre Jeunet-Marc Caro ikilisinin filmleriyle tanıdılar. 1991 yapımı “Delicatessen-Şarküteri” ve “La Cité des Enfants Perdus-Kayıp Çocuklar Şehri” en bilinenleri. Filmin fonunda Ry Cooder’ın parçaları daha çok duyuluyordu. Genç caz şarkıcısı Norah Jones bu filmde “The Story” şarkısını söylüyordu. Bu filmde sinemanın unutulmaz bir anı da vardı: Dudaklarının kenarında yabanmersinili pastadan küçük bir parça kalan uyuyakalmış Elizabeth’in dudaklarına doğru eğilen Jeremy, Elizabeth’i öperken sinemanın aşkı kutsayan anını yaşatıyordu. Aşkın ruhaniliğine inananlar için iyi birer sığınak Wong Kar-Wai’nin filmleri…
İlk filmi…
Kar-Wai’nin ilk filmi “Gözyaşları Aktıkça”, ruhuyla ve her şeyiyle 1995 yapımı “Düşkün Melekler”le buluşuyordu. “Düşkün Melekler”, her ne kadar 1994 yapımı “Chungking Ekspresi”ni takip etse de. “Gözyaşları Aktıkça”, büyük bölümü gece atmosferinde geçen hem kara film, hem de şiirsel gerçekçi tatta olan şiddet yüklü bir filmdi. “Düşkün Melekler”deyse neredeyse filmin tümü gece atmosferinde geçiyordu ve yine kara filmle şiirsel gerçekçi tatlarda bir filmdi. Katiller ve çeteler, bu iki filmde de perdede dehşet saçıyorlardı. Bazı sahnelerde bu şiddet anlarına bakmak gerçekten zorlu bir maceraydı. “Gözyaşları Aktıkça”, “Chungking Ekspresi” ve “Düşkün Melekler” filmlerinin en önemli ortak noktalarıysa estetik tarzlarıydı. Bu estetik yansıyışlar birbirlerini gerçekten tamamlıyordu. Ama, neredeyse “Gözyaşları Aktıkça” ve “Düşkün Melekler”, hikâyeleri ve kurgu dilleriyle birbirlerinin kıyılarında dolaşıyorlardı sanki. “Strobe”laşmış yavaş çekimler, bir acı çığlığa dönüşen müzikler, fonda duyulan şarkılar, karanlık sokaklar, şiddet yoğunluğu, koşut kurguyla yansıyan hikâyeler ve birçok şey. “Gözyaşları Aktıkça”da Wah (Andy Lau), geceleri yaşayan bir tetikçi. Öldürecek insan olmadığı zamanlarda “tahsilât” yapıyor. İki kardeşi var. “Sinek” (Jacky Cheung) lâkaplı kardeşini bu işlerden uzak tutmaya çabalasa da başaramıyor Wah. Teyzesinden telefon alan Wah, bir kuzininin olduğunu da öğreniyor. Birkaç günlüğüne dairesine güzel Ngor (eşsiz Maggie Cheung) geliyor. Bütün bunlar olurken sevgilisi Mabel, kürtaj yaptırıyor Wah’ın. Artık “aşk acısı” lâfı onu incitiyor. Çeteler, “baba” denilen bir mafyacının etrafında toplanmışlar. Wah, Tony ve çetesiyle zaman zaman çatışmak zorunda da kalıyor. Bazen kendisi, bazen de Tony kazanıyor bu kavgaları. En sonki kavgaları da çok vahşi geçiyordu. Mabel’in kürtaj yaptığı bebeğin kendisinden olmadığını bir yağmurlu günde Mabel’den öğrenen Wah, adadaki lokantada garsonluk yapan güzel kuzinine koşuyordu aşk için. Finali melodramatik ve trajik olan bu film, bir ustanın gelişini haberliyordu yıllar önce. “Düşkün Melekler” filmi de aynı ölçüde vahşi şiddet yüklüydü. “Katil” Wong Chi-Ming (Leon Lai), acımasız ve işini temiz yapan bir tetikçi. Öldürecek insan olmadığında “tahsilât” işine bakıyor. “Katil”le Wah, sanki aynı ruhu taşıyor. “Katil”e iş bulan güzel “Ajan” (Michelle Reis), “Katil”e ilgi duysa da nedense uzak duruyor ve salaş sığınağında kendini oyalayıp duruyor. Evet, bir de 223 var… Bu 223 He Zhiwu (Takeshi Kaneshiro), “Chunking Ekspresi”ndeki gibi polis değil, burada geceleri ne iş bulsa yapan dilsiz ve mutlu biri sadece. 223, hapisten kalma numarası onun. Renkli ve siyah-beyaz bu film gece atmosferinde geçiyordu. “Katil”le 223 geceleri çalışıyor çünkü. 223’ün babası da Geceyarısı Ekspresi Lokantası’nı işletiyor “Düşkün Melekler”de. Bir de başka mutlu insan, güzeller güzeli “Sarışın” (Karen Mok) var. 223’le “Ajan”ın da yolları bir yerlerde kesişiyordu. “Düşkün Melekler”deki bu üç anti-kahraman da iç sesleriyle kendilerini, insanları, hayatı anlatıp duruyorlardı seyirciye. 223, belki de sinemada görebilieceğiniz en “mutlu” insandır belki de. Kar-Wai usta, insana dair birçok şeyi çok iyi anlatıyor filmlerinde. Onun filmlerinin izini her daim sürmeli.
Zorlu bir yolculuk…
Kar-Wai’nin bu ikinci filmi, 1990 yapımı “A Fei Zheng Chuan/Days of Being Wild-Vahşi Olan Günler”, zor yapıtlarından biri. Her şeyden önce sinematografik diliyle. Seyirci, hiçbir anda zaman geçişlerini anlayamıyor. Zamanın geçip gittiğini bir zaman sonra anlıyorsunuz. Büyük bölümü iç mekân ve gece atmosferinde geçen bu film, annesini arayan Filipinli bir serseri Yuddy’nin (Leslie Cheung) tuhaf hikâyesini anlatıyor. Onu Hong Kong’a yerleşmiş ve burada fahişelik yapan teyzesi Rebecca büyütmüş. Nisan 1960… Yuddy, büfede çalışan güzel Su Li-zhen’e (Maggie Cheung) ilgi duyuyor. Aslında o hiçbir kadına ilgi duymuyor. Onları kolayca etkilenmekten hoşlanıyor. Biraz zorlu olan Su’yu “saat oyunu”yla etkileyen Yuddy, evlilikten söz eden Su’ya arkasını dönüveriyor hemen. Sonra hayatına güzel dansçı Leung (Carina Lau) giriyor. Leung’un ailesi yoksul ve kazandığı paranın birazını onlara göndermek zorunda. Kendisine saygı göstermeyen Yuddy’yi terk edemiyor Leung. Su da unutamıyor Yuddy’yi. Karakterler hikâyeye dahil oldukça hikâye de karışmaya başlıyor ve her şey bir kaosa dönüşüyor filmde. Yönetmen, alabildiğine dingin bir sinema dili kullanmasına rağmen gerçekten bu film zorlu bir yolculuktu. Gece mesaisi yapan polis Zeb de hem hikâyeye hem de Su’nun dünyasına giriyor. Yuddy’nin kadim dostu Tide da (Andy Lau), Yuddy’nin son kadını Leung’a sırılsıklam aşık oluveriyor. Ama, bu aşktan hiç umut yok elbette. Annesinin Filipinler’de olduğunu öğrenen Yuddy, oraya gidiyor ama annesine ulaşamıyor. Otele yerleşiyor ve polis Zeb de yanına geliyor. Ardından şiddet çoğalmaya başlıyor filmde. Kendini karaya inemeyen kuş gibi hisseden Yuddy çatıdaki lokantada şiddetin içine düşüyor yanında Zeb de varken. Bu sekans gerçekten özel ve çok çarpıcı. Caz ve Hint müzikleri karışımı bir müzik duyulurken, “steadicam” kamera eski bir binaya girer, merdivenlerden çıkar ve lokanta bölümüne gelir. Sonra Yuddy ve Zeb, trene binerler. Şiddet peşlerini bırakmaz. Bir kısa filme dönüşen final anıyla da film birdenbire bitiverir. Zeb’le Su yeni bir aşka doğru mu yol alacaklardır? Kim bilebilir ki? Bu filmde, sonraki filmlerine ilham olacak anlar ve zamanlar da var. Öncelikle gecenin içindeki yağmurlar altındaki Hong Kong, “Aşk Zamanı”nı hatırlatıyordu. Yuddy’nin Filipinler’de kaldığı otel odasının numarası da 204’tü. Bu 2046′yı hatırlatıyor sanki. “2046” filminde de 2046 numaralı odada kalıyordu başkarekter. “Vahşi Olan Günler”de de trenler var. Bu üç filmin konusu da 1960’lı yıllarda Hong Kong’da geçiyordu. Fonda da caz tınılarını çağrıştıran müzikler kullanmış yönetmen. Bu müzik, saksofon ağırlıklı, genelde 1960’lı yılların suç-polisiye filmlerini çağrıştırıyor. Öncelikle, Godard’ın “A Bout de Souffle-Serseri Aşıklar” (1960) filminde duyulan müzikleri hatırlayın. Christopher Doyle’un görüntüleri de sinema adına etkileyiciydi, öncelikle gece çekimlerinde. Elbette “steadicam” kamera da çarpıcıydı.
(03 Ekim 2009)
Ali Erden
Ellerine sağlık. Wong Kar Wai bu kadar güzel anlatılırdı zaten. Wai usta hepimizin anılarında bir acı, bir sızı olan terkedilişi, aldatılışı anlatır hep. Birini tanımanın onu elde tutabileceğiz anlamına gelmedigini söyler. Aslında terkediliş bir yeniden doğuştur ustanın filmlerinde. Seni terkedenin hayatında bir fırsat olduğunu belirtir. “Niye onun peşine takılırki gönül, senin değerini bilmeyenin peşinden koşturuyor ki” der usta. “Sadece sen mi bu terkedilişi yaşıyorsun, etrafına bak, sana açılan yeni kapıları gör” der usta, “Sana açılan kapıları…”