Orijinal Cinayet(ler)

Jon Avnet’in yönettiği ve Robert De Niro, Al Pacino, John Leguizamo ile Donnie Wahlberg’in oynadığı Orijinal Cinayet(ler) (Righteous Kill), 26 Eylül 2008’de 35 Milim Filmcilik dağıtımıyla Sinetel Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Emekliliğe hazırlanan New York polisinden iki dedektif, David ve Thomas rozetlerini çıkarmadan önce, kadın ticareti yaparak kötü ün yapmış birinin cinayetini araştırmak için çağırılırlar. Hukuki sistemin açıklarından yararlanan suçluları hedef almış bir seri katille karşı karşıya oldukları ortaya çıkar. Katilin amacı polisin yapamadığını yapmak ve huzuru sağlamak için suçluları sokaklardan temizlemektir.

Orijinal Cinayet(ler) yazısına devam et

Hayaller Gerçek Oluyor: Geleceğin Sineması

T. C. Kültür Ve Turizm Bakanlığı’nın sinema öğrencilerinin çekecekleri kısa film projelerine senaryo aşamasında destek verdiği ve TÜRSAK Türkiye Audiovisuel Kültür Vakfı’nın düzenlediği Geleceğin Sineması projesine son katılım tarihi 02 Aralık 2008 olarak belirlendi. Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü’nün projesi olan ve geçen 4 yılda ilgili üniversitelerin fakülte dekanları ve bölüm başkanları tarafından büyük bir katılımla desteklenen Geleceğin Sineması ülkemizde, öğrenci filmlerini, proje ve senaryo aşamasında destekleyen ilk ve tek proje. Geçtiğimiz sene projeye 27 üniversite katılmış, 183 öğrenci çalışması destek için başvuruda bulunmuştu.

Hasret Bitti, Peki Şimdi?

4 yıldır eski dostlarımızın yeni maceralarına hasrettik. Sonunda özlem dolu yüreğimize biraz olsun su serpildi. Benim Sex and the City’yle tanışmam yıllar önce oldu. Önce bir derginin kötü bir çeviriyle verdiği kitabı elime geçti. Açıkçası okuduğumda hiç haz etmemiştim. Candace Bushnell’in dünyası bana çok uzak gelmişti. Ne aşk ne cinsellik anlayışı bana dokunmuyordu.

Aradan yıllar geçti. Elime Sex and the City’nin DVD seti geçti. Başladım izlemeye. Aman Tanrım, işini iyi bilen bir ekibin eline geçince o metinden ne harikalar çıkmıştı. Carrie’de kendimi bulmuştum. Biraz Miranda’lık da vardı bende. Charlotte sonsuz iyimserliğiyle ve hanım hanımcık kız duruşlarıyla beni sinir ediyordu ama elimde değildi, onu bile seviyordum. Samantha’ya gelince, o benim hiçbir zaman olamayacağım ama hep hayran olduğum bir kadındır. Çok iyi arkadaştır, bedeniyle barışıktır. Evet, biraz bağlanmaya korkar, çılgınca yaşar ama birisine gönlünü koydu mu her zaman oradadır. Ve hep eşleştirilen cinselliği rahat yaşama ve aldatma birlikteliğini yıkar. Samantha istediği her erkekle birlikte olur ama koca dizi serisi boyunca bir kere bile arkadaşlarının erkeklerine göz diktiği görülmemiştir. O yüzden Samantha benim en sadık dostlarımdandır.

DVD setlerini o yıl yaladım yuttum. Evden çalıştığım için kendime iş ödülü gibi verdim her bölümü. Biraz çalışıyordum. İşimi bitirince de bir tane Sex and the City bölümü patlatıyordum. Bana terapi gibi gelmeye başlamıştı. Çevremdeki arkadaşlarımla konuştukça onların da aynı durumda olduklarını gördüm. Digiturk’ü olanlar her gece Sex and the City’nin tekrar tekrar yayınlanan bölümlerini yakalıyordu. Üzerlerindeki günün yorgunluklarını Sex and the City’den arkadaşlarıyla atıyorlardı.

Ben dinlenme, izlence, eğlenme, terapi gurubuma bir de rehberlik işini kattım. Hatta falcılık bile denebilir. Sex and the City’nin o günkü bölümünü “hadi bakalım bugün hayatımdaki bir probleme ışık tutsun” diye izlemeye başladım. İnanın, oldu da. Hem çok eğlenceliydi. Hem de kendimce keşmekeş gördüğüm problemleri dışardan izleyebildiğim için daha farklı çözüm yollarını görebiliyordum.

En güzeli de dünyanın neresinde olursa olsun, hangi dil, din, ırktan olursa olsun kadınların ortak bir dili olduğunu görüyordum. Erkeklere haksızlık etmeyelim; insanlığın ortak duyguları, düşünceleri ve dili vardı ve Sex and the City bunun en iyi göstergelerinden biriydi.

Altı yıllık dizi yolculuğunda Sex and the City’yle hem güldük hem ağladık. Sonra dostlarımız yeni maceralarından bizi mahrum bıraktılar. Pek koydu açıkçası. Ama neyse ki hem Digiturk hem DVD setleri sağ olsun, biz istediğimizde dostlarımızın eski maceralarıyla avunuyorduk. Sonra haber geldi, Sex and the City’nin filmi geliyor diye. Nasıl da sevindik. Acaba eski dostlar şimdi ne yapıyorlardı? Birlikteliğimiz Carrie’ler otuzlarındayken başlamıştı. Aradan 10 yıl geçtiğine göre kırklarında, olgun bir kadın grubu gelecekti karşımıza. (Hatta aramızda kalsın; Samantha ellilerinde olsa gerekti. Maşallah hiç göstermiyor.)

Film gösterime girdi, biz de heyecanla sinemalara koştuk. Filme giderken yol üzerindeki tüm gazete ve dergilerde Carrie bize göz kırpıyor ve filmine davet ediyordu. Heyecanla kurulduk koltuklara, başladık filmimizi izlemeye. Carrie epey yaşlanmıştı. Yüzü ne yaparsa yapsın ele veriyordu. İçi hala kıpır kıpır bir çocuktu ama elinde değil büyümüştü işte. Miranda hiç ummadığımız bir sorunla karşı karşıyaydı. Valla film sonrası dedikodularda bile çoğumuz eşinin yaptığına inanamadığımızı söylüyorduk. Ve sonra ekliyorduk, “hayat işte.” Charlotte, o beni sinir eden Charlotte benim gelecek için en çok hayalini kurduğum hayatı yaşıyordu. Acaba yıllar içinde ben de mi değişiyordum? Samantha da her zaman canımdı. O değişimlerine hem uyum sağlamaya çalışıyordu hem de yüzleşmelerini gerçekleştirip, özünü kaybetmiyordu.

Dostlar aynıydı, biraz daha yaşlı, biraz daha olgun ama özünde aynı. Film bir film olarak çok da matah değildi. Sanki 4 dizi bölümünü ardı ardına dizilmiş izler gibiydik. Ama olsun, yine de olsun, film sayesinde eski dostlarımı gördüm. Kadın hikâyelerini izledim. Tasvip edeyim, etmeyeyim, onların kadın hikâyelerini keyifle yine dinledim, izledim, hissettim.

Geriye ne kaldı derseniz? Umarım bir 10 yıl içinde birkaç film daha gelir. Kim bilir belki kırklarındaki Carrie, Miranda, Samantha ve Charlotte hikayeleri için yeni bir dizi üretilir. Akıllı prodüktörlere kalmış. Şimdilik bu farkında olmadan kurduğumuz kadın kulübümüzün toplantıları her gece 11:30’da Digiturk Mymax’te devam ediyor. Kapıları herkese açık. İstediğiniz gibi izleyin. İster bir çikolatalı dondurma eşliğinde, ister gazete okurken, ister ayaklarınızı uzatmış, ister eve getirdiğiniz işinizin son noktalarını koyarken. Kıyafet serbest. Pijama tercih edilir. Ya da renkli bir Carrie gece koleksiyonu. Hep birlikte hasret gidermek, dertleşip, gülmek üzere… Bu gece 11:30’da kadın dostlarım…

(01 Temmuz 2008)

Nur Özgenalp

Persepolis – Modern Bir Masal

Bir varmış bir yokmuş… Zamanlardan bir zamanda, doğunun güzel diyarlarından birinde bir memleket varmış… Perslerin yaşadığı bu güzel yere, Persepolis adını takmış öykünün biricik kadını. Memleket güzel mi güzelmiş, biricik kadın da öyle. İkisi de tarihlerinde inişler-çıkışlar yaşamış. Çok görmüş çok geçirmişler.

Persepolis yıllar içinde binbir ihtilâlden, yönetimden geçerken içinde yetişen biricik kadın da içinde bin bir ihtilâl yaşamış. Tıpkı bizim güzel memleketimiz ve güzel kadınlarımız gibi. Biz ortadoğu toplumlarının kadınlarının hali yamandır. Hem ortadayızdır, hem doğuda, hem de eğitimlerimizle batıda. Batıyı bir batılıdan daha iyi tanırız, çünkü onu dışardan inceleriz ama hiçbir zaman batıyı yaşayamayız çünkü anlamsızdır bizim için. Belki biraz ayıp edeceğim ama yüzeyseldir batı en doğru tabiriyle. Köklerimizin çıktığı yerde, doğuda öyle zengin bir kültür vardır ki, batıdan öğrendiğimiz analitik düşünce hiçbir zaman onun yerini tutamaz.

Doğuda zaman yoktur, mekân yoktur. İnsan vardır. Tüm zamanlarla tüm mekânlarla iç içe bir hayat sürer. Bu yüzden masal gibidir. Zamanlardan zaman içinde… Dinler tarihi üzerine yazmıyorum. Bakın masallarımıza. Bizim masallarımızda Keloğlan yola çıkar, gider de gider. Bir sürü şey öğrenir ama hep gider. Öyle batı kalıbında giriş-gelişme-sonuç değildir anlatılanlar. Vardır dersleri ama öyle kesin hatlarla çizilmemiştir. Yaşayarak özümsenir.

Minik kızımız da işte böyle güzeller güzeli bir diyara açmış gözlerini ilk. Ortadoğunun en köklü kültürlerinden birinin bağrında doğmuş. Ama memleketi daha o küçük yaştayken kaynıyormuş. O daha doğmadan önce de kaynamışmış bir kere. O doğmadan Şah geçmiş başa, onun çocukluğunda da dini yönetim gelmiş. Bununla da bitmiyor tabii. Sen alıp, komünist aileden gelen bu kızı bir de dini yönetimde harcanmasın diye Viyana’ya Fransız okuluna yollarsan, olacakları gör. Kızımız bir güzel en bir soğuğundan Alman kültürünün bağrında sanki Alman kültürü yetmezmiş gibi Fransız okuluna gitsin. Benim de sık sık düşündüğüm bir şeyi dile getiriyor filmde: Onca kitap okudum, yine de hala bu batı kültürüne dair anlayamadığım şeyler var.

Sırf bu yönden değil, Persepolis’in biricik kızı bizlere, 80 kuşağı Türk kadınlarına bir çok yönden çok benziyor. Aşkı iliklerine kadar yaşıyor. Öyle ki filmin bir yerinde bunu da çok güzel dile getiriyor. Onca ihtilâl gördüm, ölüm gördüm ama beni banal bir aşk hikâyesi ölümün eşiğine getirdi. Doğrudur, her şeye meydan okuyabiliriz. Güçlü kadınlarız biz. Ama kalbimizden vurulmaya görelim, en ağır yaralar orada açılır. Bu kocaman kalpli minik kadını bir aşk budalası da sanmayın. Az sever, öz sever. Ve gerektiğinde kendini de ilişkilerini de bir bir eleştirir. İlişki dediğimiz şeyle aşk aynı değildir ne de olsa. Bu yüzdendir ki ilk evliliğini bitirmeyi de öğrenir.

Filmin incisi kanımca anneannedir. O sağlam duruşu, mükemmel hayat görüşüyle tam bir anaerkil kadındır. Öyle olağanüstü bir karakter değildir. Hepimizin anneanneleri, babaanneleri gibidir. Biriktirdiği hayat deneyimleriyle, onları güzel aklıyla işleyişiyle engin bir denizdir o. Bakınız anneannelerinize, babaannelerinize. Bir sözleri bin nasihat barındırır. İnce elenmiş, sık dokunmuş öğütlerdir bunlar. Yılların çınarlarının nesillerine aktardıkları özlerdir. Günümüzün özenti dünyasında bazen onlarla bağımızı yitiririz, yollarımızı kaybederiz. Yine böyle bir zamandaysanız, bir durun, tek yapacağınız o yüce ninenizi aramak, onunla biraz sohbet etmektir. Onun bilgelik pınarından içmektir. Bir de hayatta olduğuna dua edin. Çok şanslısınız.

Filmin anneannesi en kök değerleri anlatır torununa. Kendini, nereden geldiğini hiçbir zaman unutmamasını, her zaman kökleriyle gurur duymasını öğretir. Herkese eşit, hakkına göre davranmak gerektiğini, kendi çıkarları için başkalarını ezmemesini öğretir. Gönlü geniş, başı dik biri olmasını sağlar. Minik kadınımızın kendisiyle yaptığı en büyük yüzleşmelere vesile olur. Kocasıyla ilişkileri yürümediği için ahlayıp vahlarken anneannesi küçük kadınımıza kadın olmanın dersini verir. Ona ağlamayı kesmesini çünkü ağlamasının ayrılıyor olmasından değil, hata yaptığını kabûl edemiyor olmasından kaynaklandığını söyler. Hepimiz aslında bir ilişkiye veda ederken buna ağlamaz mıyız? Üzüldüğümüz aşkımız kaybetmek değildir. Aşk olsa oralara varmayız zaten. Üzüldüğümüz çoğunlukla aşk nesnesi olarak seçtiğimiz kişinin gerçekten aşk nesnemiz olmadığını fark etmemizdir. Oturup ağlarız, nerede ne hata ettikde bu kişiyi seçtik diye. Ve onca emek vermişsek (hem çevreyi hem de kendimizi onun “O” olduğuna inandırmak için) hayal kırıklığımız dillere destandır. Kabûllenemeyiz işte. Yeni bir sayfa açmanın cesaretini toplamak yerine çoktan eski olmuş kişi için yanar yakılırız.

Eğer bizim gibi kadınların hikâyelerini görmek, hissetmek istiyorsanız, seyredin bu filmi. Ben sinemada izlemekle kalmadım, DVDsini de edindim. Arada sırada izleyip, kim olduğumu hatırlamak için kullanıyorum. Kendimle ve benim biricik kadınlarımla gurur duyuyorum. Çünkü bizler öyle köklerden geliyoruz ki o kökler engin zenginliklerle dolu. Filmin en güzel sahnelerinden biri de anneannenin her gün güzel kokmak için sutyenine yasemin çiçekleri doldurduğunun anlatıldığı sahnedir. Öyle deodoranttı, parfümdü değil, en doğalından kokularla donatır kendini bu kadınlar. Ben böyle incelik, çevreye ve kendine saygı görmedim. Her izlediğimde şakır şakır ağlamaya başlıyorum o sahneyi. Evet, biricik kadınlarım, hepimize yasemin kokulu günler dileğiyle. Özümüzü unutmayalım.

(01 Temmuz 2008)

Nur Özgenalp