Bir varmış bir yokmuş… Zamanlardan bir zamanda, doğunun güzel diyarlarından birinde bir memleket varmış… Perslerin yaşadığı bu güzel yere, Persepolis adını takmış öykünün biricik kadını. Memleket güzel mi güzelmiş, biricik kadın da öyle. İkisi de tarihlerinde inişler-çıkışlar yaşamış. Çok görmüş çok geçirmişler.
Persepolis yıllar içinde binbir ihtilâlden, yönetimden geçerken içinde yetişen biricik kadın da içinde bin bir ihtilâl yaşamış. Tıpkı bizim güzel memleketimiz ve güzel kadınlarımız gibi. Biz ortadoğu toplumlarının kadınlarının hali yamandır. Hem ortadayızdır, hem doğuda, hem de eğitimlerimizle batıda. Batıyı bir batılıdan daha iyi tanırız, çünkü onu dışardan inceleriz ama hiçbir zaman batıyı yaşayamayız çünkü anlamsızdır bizim için. Belki biraz ayıp edeceğim ama yüzeyseldir batı en doğru tabiriyle. Köklerimizin çıktığı yerde, doğuda öyle zengin bir kültür vardır ki, batıdan öğrendiğimiz analitik düşünce hiçbir zaman onun yerini tutamaz.
Doğuda zaman yoktur, mekân yoktur. İnsan vardır. Tüm zamanlarla tüm mekânlarla iç içe bir hayat sürer. Bu yüzden masal gibidir. Zamanlardan zaman içinde… Dinler tarihi üzerine yazmıyorum. Bakın masallarımıza. Bizim masallarımızda Keloğlan yola çıkar, gider de gider. Bir sürü şey öğrenir ama hep gider. Öyle batı kalıbında giriş-gelişme-sonuç değildir anlatılanlar. Vardır dersleri ama öyle kesin hatlarla çizilmemiştir. Yaşayarak özümsenir.
Minik kızımız da işte böyle güzeller güzeli bir diyara açmış gözlerini ilk. Ortadoğunun en köklü kültürlerinden birinin bağrında doğmuş. Ama memleketi daha o küçük yaştayken kaynıyormuş. O daha doğmadan önce de kaynamışmış bir kere. O doğmadan Şah geçmiş başa, onun çocukluğunda da dini yönetim gelmiş. Bununla da bitmiyor tabii. Sen alıp, komünist aileden gelen bu kızı bir de dini yönetimde harcanmasın diye Viyana’ya Fransız okuluna yollarsan, olacakları gör. Kızımız bir güzel en bir soğuğundan Alman kültürünün bağrında sanki Alman kültürü yetmezmiş gibi Fransız okuluna gitsin. Benim de sık sık düşündüğüm bir şeyi dile getiriyor filmde: Onca kitap okudum, yine de hala bu batı kültürüne dair anlayamadığım şeyler var.
Sırf bu yönden değil, Persepolis’in biricik kızı bizlere, 80 kuşağı Türk kadınlarına bir çok yönden çok benziyor. Aşkı iliklerine kadar yaşıyor. Öyle ki filmin bir yerinde bunu da çok güzel dile getiriyor. Onca ihtilâl gördüm, ölüm gördüm ama beni banal bir aşk hikâyesi ölümün eşiğine getirdi. Doğrudur, her şeye meydan okuyabiliriz. Güçlü kadınlarız biz. Ama kalbimizden vurulmaya görelim, en ağır yaralar orada açılır. Bu kocaman kalpli minik kadını bir aşk budalası da sanmayın. Az sever, öz sever. Ve gerektiğinde kendini de ilişkilerini de bir bir eleştirir. İlişki dediğimiz şeyle aşk aynı değildir ne de olsa. Bu yüzdendir ki ilk evliliğini bitirmeyi de öğrenir.
Filmin incisi kanımca anneannedir. O sağlam duruşu, mükemmel hayat görüşüyle tam bir anaerkil kadındır. Öyle olağanüstü bir karakter değildir. Hepimizin anneanneleri, babaanneleri gibidir. Biriktirdiği hayat deneyimleriyle, onları güzel aklıyla işleyişiyle engin bir denizdir o. Bakınız anneannelerinize, babaannelerinize. Bir sözleri bin nasihat barındırır. İnce elenmiş, sık dokunmuş öğütlerdir bunlar. Yılların çınarlarının nesillerine aktardıkları özlerdir. Günümüzün özenti dünyasında bazen onlarla bağımızı yitiririz, yollarımızı kaybederiz. Yine böyle bir zamandaysanız, bir durun, tek yapacağınız o yüce ninenizi aramak, onunla biraz sohbet etmektir. Onun bilgelik pınarından içmektir. Bir de hayatta olduğuna dua edin. Çok şanslısınız.
Filmin anneannesi en kök değerleri anlatır torununa. Kendini, nereden geldiğini hiçbir zaman unutmamasını, her zaman kökleriyle gurur duymasını öğretir. Herkese eşit, hakkına göre davranmak gerektiğini, kendi çıkarları için başkalarını ezmemesini öğretir. Gönlü geniş, başı dik biri olmasını sağlar. Minik kadınımızın kendisiyle yaptığı en büyük yüzleşmelere vesile olur. Kocasıyla ilişkileri yürümediği için ahlayıp vahlarken anneannesi küçük kadınımıza kadın olmanın dersini verir. Ona ağlamayı kesmesini çünkü ağlamasının ayrılıyor olmasından değil, hata yaptığını kabûl edemiyor olmasından kaynaklandığını söyler. Hepimiz aslında bir ilişkiye veda ederken buna ağlamaz mıyız? Üzüldüğümüz aşkımız kaybetmek değildir. Aşk olsa oralara varmayız zaten. Üzüldüğümüz çoğunlukla aşk nesnesi olarak seçtiğimiz kişinin gerçekten aşk nesnemiz olmadığını fark etmemizdir. Oturup ağlarız, nerede ne hata ettikde bu kişiyi seçtik diye. Ve onca emek vermişsek (hem çevreyi hem de kendimizi onun “O” olduğuna inandırmak için) hayal kırıklığımız dillere destandır. Kabûllenemeyiz işte. Yeni bir sayfa açmanın cesaretini toplamak yerine çoktan eski olmuş kişi için yanar yakılırız.
Eğer bizim gibi kadınların hikâyelerini görmek, hissetmek istiyorsanız, seyredin bu filmi. Ben sinemada izlemekle kalmadım, DVDsini de edindim. Arada sırada izleyip, kim olduğumu hatırlamak için kullanıyorum. Kendimle ve benim biricik kadınlarımla gurur duyuyorum. Çünkü bizler öyle köklerden geliyoruz ki o kökler engin zenginliklerle dolu. Filmin en güzel sahnelerinden biri de anneannenin her gün güzel kokmak için sutyenine yasemin çiçekleri doldurduğunun anlatıldığı sahnedir. Öyle deodoranttı, parfümdü değil, en doğalından kokularla donatır kendini bu kadınlar. Ben böyle incelik, çevreye ve kendine saygı görmedim. Her izlediğimde şakır şakır ağlamaya başlıyorum o sahneyi. Evet, biricik kadınlarım, hepimize yasemin kokulu günler dileğiyle. Özümüzü unutmayalım.
(01 Temmuz 2008)
Nur Özgenalp