Kapalı kapılar ardındaki sonsuzluk olarak nitelendirdim İran Sineması’nı hep. Tüm yasaklamalara rağmen nasıl mucizeler yarabildiklerini gördüm. Hayretler içinde ve imrenerek izledim filmlerini. Her seferinde de yüreğimde bir sızı duydum… Sanıyorum bu düşünceler gerçek sinemaseverler için genel geçer. Bu yüzden filme geçmeden önce böyle bir atıfta bulunmak istedim.
Buda’nın gürültüyle patlayışına tanık oluyoruz. Bu oldukça sarsıcı bir giriş. İrkiliyoruz. Hemen ardından Baktay isimli küçük bir kız çocuğunun kocaman simsiyah gülen gözleriyle buluşuyoruz. Komşu çocuğu Abbas’ın ders çalışmasını hayranlıkla izleyen ama kendisi küçük kardeşine bakmak zorunda olan küçücük bir kız çocuğu Baktay. Üstelik çok da zeki.
Abbas’ın; defteri ve kalemi olursa onu da okula götürebileceğini söylemesiyle hikâye akıyor. Bunun için paraya ihtiyacı var. Annesini hiçbir yerde bulamayan küçük Baktay gerekli parayı elde etmek için küçücük ellerinden taşan 4 yumurta ile pazarın yolunu tutuyor. Bitip tükenmeyen bir azimle tüm pazarı dolaşıyor.
Okuma aşkıyla yanıp tutuşan tüm kız çocuklarının çok da umursanmaması gibi Baktay’ın yumurtalarını satmak için verdiği mücadele de pek umursanmıyor. Deste deste paraları olan kocaman adamlar bile… Bu noktada Baktay’ın onlara sorduğu çok yerinde bir soru var. “Ne yapacaksınız o kadar parayı?” Bu sadece çocukça bir merakla sorulan bir soru değil. Bu kapitalist düzende bitip tükenmeyen para hırsı içinde olan insanları işaret eden bir soru. Baktay’a defter almak için gereken para fakir bir işçiden gelmesi de tesadüf olmasa gerek. Hem de bir ekmek karşılığı.
Yumurtalardan ikisi kırıldığı için yalnızca defter almaya parası yeten Baktay’ın kalemi annesini ruju oluyor. Ancak Baktay’ın çilesi burada bitmiyor. Abbas ile birlikte okula giden Baktay okula alınmıyor. Orası erkek okulu ve kız okulu nehrin diğer tarafında. Küçük Baktay’ın “Allah aşkına bana bir şey öğretin” feryadı Allah’ın adını gereksiz yere ağzına alma cümlesi tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Ancak Baktay ısrarla birkaç kez geri geliyor. Bu harekette düzene karşı olmayı ve mücadeleyi görüyoruz.
Çaresiz nehrin diğer tarafına geçmek zorunda kalan Baktay bu kez de yolda savaş oyunu oynayan küçük çocukların oyununa kurban seçiliyor. Her seferinde de okula gitmesini engelleyecek bir başka engel… Taliban rejiminin soğuk nefesi küçücük çocukların bile kalplerini öyle dondurmuş ki buna oyun diyemiyoruz. Zaten Hana Makhalbaf’da öyle inandırıcı kılıyor ki oyunu bir anda yüksek bir gerilimin içinde buluyoruz kendimizi.
Çocuklar Baktay’ın çantasında ruj buldukları için onu putperest olmakla suçluyor. Elinde defter olduğu için de kız olduğundan dolayı aşağılanıyor. Küçük çocuklar tarafından resmedilen ülkenin bakış açısının gerçeği. Makhalbaf yeri geldiğinde sadece bir cümle ile bazen de bir damla göz yaşı ile derdini ustalıkla anlatıyor.
Sonra Taliban’ın askerlerini oynayan çocuklar ile Amerikan askerlerini oynayan çocuklar savaşıyorlar. Bu sırada küçük Baktay fırsattan yaralanıp okula gitme mücadelesine devam ediyor.
Sonunda okula varan Baktay bu kez hem cinsi ve yaşıtı küçük çocuklar tarafından dışlanıyor. Kız çocuklarında da erkek çocuklarına empoze edilen yaklaşımın bir başka sunumunu görüyoruz. Erkekler daha vahşi daha acımasız, kızlar da bencil ve umarsız…
Bu tabii çocukların suçu değil… Henüz küçücük bir çocukken beyinlerine kazınan bağnazca sistemin kurbanları bu çocuklar. Asla direnmemeleri, boyun eğmeleri öğretilen çocuklar. Çünkü direnen, karşı koyan, reddeden yok edilir. Bunu öğreniyorlar.
Tıpkı filmin sonuna kadar direnen küçük Baktay’ın son sahnede oyuna oynamaya mecbur bırakıldığı gibi. O son söz de hiçbir şeye hacet bırakmıyor; Öl, ancak ölürsen özgür olabilirsin… Bu sözle birlikte bir minik kızında sistemin içinde ezilişini ve yok oluşunun görüyoruz.
Utanç; sandık içlerini kilitlenerek yokmuş gibi davranılan tüm kız çocuklarının, kadınlar portresi. Üstelik bu portre muhteşem bir görsel şölen ile veriliyor. İran Sineması’nı kendine özel yapan en önemli öğelerden biri de bu zaten. Kirlenmemiş, içten ve usta anlatımları. İşlerini beyazperdeye yansıtmaktaki başarıları, cesur ifadeleri… Tüm bunların sonucu olarak da tüm dünyaya duyurdukları kendilerine özgü bir dil yaratmış olmalarının gururu…
Bitirmeden önce İranlı kadın şair Furuğ Ferruhzad’ın yükselen çığlığına kulak verelim; İranlı kadınların sessiz çığlığı olan muhteşem dizelerini anımsayalım:
Ey tanrı ey ölüme bulaşmış gizemli kahkahane
Yazık ki sana yabancıdır benim ağlamalarım
Ben sana kafir, sana münkir sana asi
Sana inat işte şeytan benim tanrım
(16 Haziran 2008)
Gizem Ertürk
“Öl, ancak ölürsen özgür olabilirsin…” Bugüne kadar izlediğim en başarılı dram. Güzel bir eleştiri olmuş, tebrikler.