Sinemamızda Yeni Bir “Şey”ler Oluyor…

Yeşilçam’ı bir sokak adı olmaktan öteye taşıyan, sinemamızla özleştiren, çerçevesi belirlenmemiş, zaman içinde oluşturulmuş bir anlatım dilini kapsayan, sinemamızın tarihsel sıralanmasında ise uzunca bir bölümü oluşturan bir süreç; Yeşilçam Sineması. Seyircisi bilir (beklenti), yapımcısı bilir (garantiye oynama), yönetmeni bilir, oyuncusu bilir, en önemlisi “öyküleri” yazan senaryocusu bilir (üç’ü birden, kalıpları uygulama), filmler ona göre üretilir. Bu dönem öncesi ve başlangıcında, yapım aşamasında farklılıklar görülecektir, Yeşilçam sürecinde yapım aşaması kendi geliştirdiği kurallara oturacak, dönem sonrasında da bu ilişki giderek çözülerek hayli değişecektir. Yapım işlerinin yapısallığı ilişkilerine girmeden, içeriğe kısaca bakmak gerekirse, bir önceki cümlede belirttiğim gibi, çerçevesi -“net”- belirlenmemiş kalıpların uygulanmasıdır, -ticari sinemalar için- film yapmak. (belirli bir pazara ürün yetiştirmek). Bu pazarda çalışan firmalar içinde, olanakları daha bol olanlarda olduğu gibi kısıtlı olanlarda vardır. Bazısı uzun zaman çalışır, bazısı kısa süreli, ortak söylenebilecek tek söz tüm bu çabaların bir sermaye birikimi olmadan yapılmasıdır. Bu dönem içinde doğal ki kimi kişisel çıkışlar yapılacak, kendi kendini belirleyen kalıpların dışına çıkma girişimleri olacaktır, ama bunlar hep “münferit” kalmıştır.

Sinemamız üzerine yazılan yazıların çoğunun ortak noktası, belirli kalıpların, pek de yenilik göstermeyen bir dille anlatılmasının eleştirilmesidir. Bu kalıpların dışına çıkılmasının sonuçlarının kestirilmesi ise hayli zordur. Sinema tarihimize geçmiş bir olay olarak, hayli ilginç Günahsız Fahişe (Kamelyalı Kadın) bunlar içinde öne çıkacaktır. Film Alexandre Dumas Fils’in roman olarak da ilgi görmüş Kamelyalı Kadın’dan uyarlamadır. Konusu o günlerde (1957) yerleşmeye başlamış Yeşilçam kalıplarına çok uygundur, sonraki yıllarda da çeşitli kereler filme alınacaktır. (“Ben Bir Sokak Kadınıyım” – E. Eğilmez; “Beni Unutma” – O. Elmas). Fakat Şakir Sırmalı’nın Günahsız Fahişe’si seyirciden tepki gördüğü gibi, eleştirmenlerden de tepki görür. “Sinema kurallarına ters düşen tutumu yüzünden büyük tartışmalara yol açar” (*) Çok bilinen ve tekrarlanan bir konuda, peşinen benimsenmiş kuralların dışına çıkılması, sinemamızın bu ilginç sinemacısının da sonu olacak ve yönetmenlik çalışmaları bitecektir. İlginç olan bir başka yan da Sırmalı’nın ilk filmi Unutulan Sır (Domaniç Yolcusu) da (1946) sinemamız için ilginçlik taşır. Kurtuluş Savaşı sırasında geçen bir olayın araştırmasını anlatan film “geri dönüş” (flash-back) kullandığı için seyirci tarafından -bir sava göre- anlaşılmaz ve tepki görür ve sonucunda sinemamızda -hiçbir kısıtlama getirtilmediği halde- flash-back kullanımı yapılmaz.

1960 yılında ilk filmini çeken IDHEC mezunu yönetmen Atilla Tokatlı, filmi Denize İnen Sokak’ı nerede ise gösterime sokamaz. Ulvi Uraz, Ayfer Feray gibi o günlere sinemamızda yardımcı oyunculuk yapan oyuncuların baş rollerde oynadığı film, ele aldığı sıradan insanların öyküsü ve “değişik” (!?) sinema dili ile seyirciye ulaşamaz. Avrupa’da bir çok festivalde gösterilir, Locarno, Karlovy Vary festivalleri… Seyirciye ulaşmayan bu filmin -o günlerde ölü sezon sayılan- yaz sezonunda İstanbul’da bir bahçe sinemasında Fransızca alt yazılı olarak gösterildiğini duymuştum. (Her halde festivallere gönderilen kopya olacak)

50’li yıllarda başlayan Yeşilçam süreci 70’li yılların sonunda tamamlanır, toplumsal olayların farklı gelişmeler gösterdiği, genel huzurun bozulduğu günlerde sinema seyircisinin evlerine kapanması yanında televizyon yayınlarının artması nedeni ile bazı filmler giderek sayılarını artırarak konularını genel geçer kuralların dışına çıkardılar. Yapım ilişkilerinin gösterdiği çözülme sonunda film sayıları giderek azaldı ve yeni yapılan filmler artık “yapımcı” döneminden sonra “yönetmen” dönemini başlattı diyemeyeceğim. Evet, önceki dönem “yapımcı dönemi” idi. Sonrasında yönetmenler, önceki döneme nazaran çok farklı yollardan kendilerine finans sağladılar ve -yapımcı kontrolü olmadığı için- kişisel konuları ele almaya başladılar. Teknik olarak digital çekimlerin giderek daha itibar görmesi, gündeme gelen kişisel konulara paralellik göstermeye başladı. Zeki Demirkubuz’un ilk filmlerinden sonra sinemasını giderek durağanlaştırması, fotoğraf özelliği taşıyan Nuri Bilge Ceylan sinemasının ilk dönemde aile içi filmler yapması, sinemamız için değişik gelişmelerdi.

Sinemamız, kendisine yönelip sinema üzerine zaman zaman filmler yapmıştır, bunlar genelde çoğunlukla “esas olarak” sinemayı ele alınmaz. Bu alanda yapılan filmlerden biri olarak Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi (Emre Akay – Hasan Yalaz) ilginçlik gösteriyor. Filmin ilk üçte biri yönetmenin (lerin) cast çalışmasını içeriyor. Geri kalan bölüm ise, bir film çekecek yönetmenin oyuncusu ile çalışmasını (!?) anlatıyor, sinemanın ürünü filmin çekilme aşamasının değil de öncesinde oyuncu üzerine çalışması (zorlaması) anlatılıyor. Yeşilçam döneminde hayali bile kurulamaz bir biçimde. Bir olayın anlatılması olgusuna dayanan Yeşilçam sinemasına karşın, son zamanlarda oyuncuların kamera karşısında konuşmalarından ibaret filmler çekilebiliyor, filmlerde “olay anlatılması” artık azınlıkta kalmaya başladı.

Dünya sinemasında da benzeri görülen bu yeni “anlatım” biçimleri, her yönetmenin farklı anlayışları ile yeni ürünlerle karşımıza çıkmaya devam ediyor ve edecek; yıllarca kalıplaşmış yapısı ile seyirciye ulaşan filmler artık, bu yeni formatları ile zaman zaman seyirciye ulaşma olanağını yitiriyor. Son yıllarda iyice azalan film sayısının giderek artım göstermesi, yeni denenen formatların izlenmesini gerekli kılıyor. Çünkü sinemanın -tüm dünyada gösterdiği değişim yanında- gösterdiği değişiklik, herhangi bir filmde -“bize”- yepyeni sürprizler hazırlayabilir.

(16 Haziran 2008)

Orhan Ünser

4857

Tuzla Tersaneler Bölgesi’ni konu alan belgesel film 4857′nin ilk gösterimi 12 Haziran Perşembe günü 21:30’da Beyoğlu Sineması’nda yapılıyor.
Tuzla Mezarlığı, Tersaneler Bölgesi’ni kuşbakışı görür. Tuzla Havzası’nda çalışan işçilerin evleri, sabah yediden itibaren, tersaneler, deri sanayi ve yan sanayiler tarafından boşaltılır. 48 ayrı kapıdan her gün geçen işçiler, yüz insan boyu vinçler, saclar, arasına dağılırlar. Onları birleştiren hız ve terdir. Tersanelerin zaman birimi yere düşen izmarit, endişesi ölüm ve geçim, umudu ve derdi, hepimizin umudu ve derdidir. Tuzla Mezarlığı, Tersaneler Bölgesi’ni kuşbakışı görür.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Gizem Ertürk Yazıyor
  • Güneyden Sinema Fırtınası Esti

    Ülkemizin önemli festivallerinden Altın Koza Film Festivali’nin onbeşincisi 02 – 08 Haziran tarihleri arasında, Adana’da sinema fırtınası estirdi. Türk ve dünya sinemasının seçkin örneklerini izleyiciyle buluşturan festivalde bir hafta boyunca 9 sinema salonunda 176 film dönüşümlü olarak 217 seansta gösterime sunuldu. Festival, 60.000’i Okullar Sinemada, Sinema Okullarda projesi kapsamında sinemayla buluşturulan öğrenciler olmak üzere yaklaşık 100.000 kişiye ulaştı. Festival boyunca, yerli ve yabancı sinema konukları ile ulusal ve uluslararası medya konuklarından oluşan 600 kişi Adana’yı ziyaret etti.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Güneyden Sinema Fırtınası Esti yazısına devam et
  • Tüm Şirketler

    Tüm Şirketler,
    30 Mayıs – 05 Haziran 2008 Haftalık (Weekly),
    04 Ocak – 05 Haziran 2008 Yıllık (Annual), Eski Yıllar Yıllık (Ex Years Releases Annual), Hafta Hafta (Week by Week) Box Office listeleri için tıklayınız. Bu listelerden alıntı veya kopyalama yapıldığında kaynak olarak Haftalık Antrakt Sinema Gazetesi‘nin gösterilmesi rica olunur.

    Documentarist – İstanbul Belgesel Günleri

    Bu yıl ilk kez yapılacak olan Documentarist – İstanbul Belgesel Günleri, 08 – 13 Temmuz 2008 tarihleri arasında Fransız Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilecek. Avrasya Sanat Kolektifi tarafından organize edilecek olan etkinlik, bir hafta boyunca dünya belgesel sinemasının gündemindeki isimleri ve beklenen filmleri belgesel severlere sunacak. Bu yılki etkinliğin beklenen en önemli konuğu, belgeselin yaşayan babası olarak tanınan, dünyanın en ünlü belgesel film yapımcılarından Nick Fraser. Documentarist kapsamında iki günlük bir masterclass verecek olan Nick Fraser, BBC için gerçekleştirdiği Why Democracy? başlıklı belgesel film projesini anlatacak.

    Documentarist – İstanbul Belgesel Günleri yazısına devam et

    Utanç

    Kapalı kapılar ardındaki sonsuzluk olarak nitelendirdim İran Sineması’nı hep. Tüm yasaklamalara rağmen nasıl mucizeler yarabildiklerini gördüm. Hayretler içinde ve imrenerek izledim filmlerini. Her seferinde de yüreğimde bir sızı duydum… Sanıyorum bu düşünceler gerçek sinemaseverler için genel geçer. Bu yüzden filme geçmeden önce böyle bir atıfta bulunmak istedim.

    Buda’nın gürültüyle patlayışına tanık oluyoruz. Bu oldukça sarsıcı bir giriş. İrkiliyoruz. Hemen ardından Baktay isimli küçük bir kız çocuğunun kocaman simsiyah gülen gözleriyle buluşuyoruz. Komşu çocuğu Abbas’ın ders çalışmasını hayranlıkla izleyen ama kendisi küçük kardeşine bakmak zorunda olan küçücük bir kız çocuğu Baktay. Üstelik çok da zeki.

    Abbas’ın; defteri ve kalemi olursa onu da okula götürebileceğini söylemesiyle hikâye akıyor. Bunun için paraya ihtiyacı var. Annesini hiçbir yerde bulamayan küçük Baktay gerekli parayı elde etmek için küçücük ellerinden taşan 4 yumurta ile pazarın yolunu tutuyor. Bitip tükenmeyen bir azimle tüm pazarı dolaşıyor.

    Okuma aşkıyla yanıp tutuşan tüm kız çocuklarının çok da umursanmaması gibi Baktay’ın yumurtalarını satmak için verdiği mücadele de pek umursanmıyor. Deste deste paraları olan kocaman adamlar bile… Bu noktada Baktay’ın onlara sorduğu çok yerinde bir soru var. “Ne yapacaksınız o kadar parayı?” Bu sadece çocukça bir merakla sorulan bir soru değil. Bu kapitalist düzende bitip tükenmeyen para hırsı içinde olan insanları işaret eden bir soru. Baktay’a defter almak için gereken para fakir bir işçiden gelmesi de tesadüf olmasa gerek. Hem de bir ekmek karşılığı.

    Yumurtalardan ikisi kırıldığı için yalnızca defter almaya parası yeten Baktay’ın kalemi annesini ruju oluyor. Ancak Baktay’ın çilesi burada bitmiyor. Abbas ile birlikte okula giden Baktay okula alınmıyor. Orası erkek okulu ve kız okulu nehrin diğer tarafında. Küçük Baktay’ın “Allah aşkına bana bir şey öğretin” feryadı Allah’ın adını gereksiz yere ağzına alma cümlesi tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Ancak Baktay ısrarla birkaç kez geri geliyor. Bu harekette düzene karşı olmayı ve mücadeleyi görüyoruz.

    Çaresiz nehrin diğer tarafına geçmek zorunda kalan Baktay bu kez de yolda savaş oyunu oynayan küçük çocukların oyununa kurban seçiliyor. Her seferinde de okula gitmesini engelleyecek bir başka engel… Taliban rejiminin soğuk nefesi küçücük çocukların bile kalplerini öyle dondurmuş ki buna oyun diyemiyoruz. Zaten Hana Makhalbaf’da öyle inandırıcı kılıyor ki oyunu bir anda yüksek bir gerilimin içinde buluyoruz kendimizi.

    Çocuklar Baktay’ın çantasında ruj buldukları için onu putperest olmakla suçluyor. Elinde defter olduğu için de kız olduğundan dolayı aşağılanıyor. Küçük çocuklar tarafından resmedilen ülkenin bakış açısının gerçeği. Makhalbaf yeri geldiğinde sadece bir cümle ile bazen de bir damla göz yaşı ile derdini ustalıkla anlatıyor.

    Sonra Taliban’ın askerlerini oynayan çocuklar ile Amerikan askerlerini oynayan çocuklar savaşıyorlar. Bu sırada küçük Baktay fırsattan yaralanıp okula gitme mücadelesine devam ediyor.
    Sonunda okula varan Baktay bu kez hem cinsi ve yaşıtı küçük çocuklar tarafından dışlanıyor. Kız çocuklarında da erkek çocuklarına empoze edilen yaklaşımın bir başka sunumunu görüyoruz. Erkekler daha vahşi daha acımasız, kızlar da bencil ve umarsız…

    Bu tabii çocukların suçu değil… Henüz küçücük bir çocukken beyinlerine kazınan bağnazca sistemin kurbanları bu çocuklar. Asla direnmemeleri, boyun eğmeleri öğretilen çocuklar. Çünkü direnen, karşı koyan, reddeden yok edilir. Bunu öğreniyorlar.

    Tıpkı filmin sonuna kadar direnen küçük Baktay’ın son sahnede oyuna oynamaya mecbur bırakıldığı gibi. O son söz de hiçbir şeye hacet bırakmıyor; Öl, ancak ölürsen özgür olabilirsin… Bu sözle birlikte bir minik kızında sistemin içinde ezilişini ve yok oluşunun görüyoruz.

    Utanç; sandık içlerini kilitlenerek yokmuş gibi davranılan tüm kız çocuklarının, kadınlar portresi. Üstelik bu portre muhteşem bir görsel şölen ile veriliyor. İran Sineması’nı kendine özel yapan en önemli öğelerden biri de bu zaten. Kirlenmemiş, içten ve usta anlatımları. İşlerini beyazperdeye yansıtmaktaki başarıları, cesur ifadeleri… Tüm bunların sonucu olarak da tüm dünyaya duyurdukları kendilerine özgü bir dil yaratmış olmalarının gururu…

    Bitirmeden önce İranlı kadın şair Furuğ Ferruhzad’ın yükselen çığlığına kulak verelim; İranlı kadınların sessiz çığlığı olan muhteşem dizelerini anımsayalım:

    Ey tanrı ey ölüme bulaşmış gizemli kahkahane
    Yazık ki sana yabancıdır benim ağlamalarım
    Ben sana kafir, sana münkir sana asi
    Sana inat işte şeytan benim tanrım

    (16 Haziran 2008)

    Gizem Ertürk

    Oyuncu Jessica Alba’nın Kızı Oldu

    Altın Küre’ye aday gösterilmiş Amerikalı oyuncu Jessica Alba ile Cash Warren’ın bir kızları oldu. Alba, haftasonu Los Angeles’taki bir tıp merkezinde kızını dünyaya getirdi.
    Televizyon dizisi Dark Angel (Karanlık Melek) ve Sin City (Günah Şehri), Fantastic Four (Fantastik 4) ile Into The Blue (Maviliklere Doğru) filmleriyle tanınan Alba, hamile olduğunu Aralık ayında açıklamıştı. 27 yaşındaki Alba, 29 yaşındaki yapımcı Warren ile 2004 yılında Fantastik Dörtlü filminin setinde tanışmış ve 3 hafta önce Beverly Hills’de düzenlenen sade bir törenle evlenmişlerdi. (Haber: Serpil Boydak.)

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Oyuncu Jessica Alba’nın Kızı Oldu yazısına devam et
  • Aşkzede

    Nicholas Stoller’ın yönettiği ve Jason Segel, Kristen Bell, Mila Kunis ile Russell Brand’ın oynadığı Aşkzede (Forgetting Sarah Marshall), 04 Temmuz 2008’de UIP Filmcilik dağıtımıyla UIP Filmcilik tarafından vizyona çıkarıldı.
    Müzisyen Peter, altı yılını televizyon yıldızı kız arkadaşı Sarah’ı idolleştirmekle geçirmiştir. O, Sarah’ın hem sevgilisi, hem asistanıdır. Ancak Sarah tarafından terk edilmesiyle birlikte kendisini yapayalnız bulur. Peter kendine gelebilmek için Hawaii’ye tatile gittiğinde hayatının en büyük kabusuyla karşı karşıya kalır. Eski sevgilisi ve erkek arkadaşı Aldous da aynı tatil köyünde kalmaktadır.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Ulvi Uyanık Yazıyor
  • Diğer basın bültenlerine haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Aşkzede yazısına devam et