Artun Yeres Röportajı

FOTOĞRAFLAR İÇİN RÖPORTAJIN SONUNA BAKINIZ

Kendinizden biraz bahseder misiniz?

İstanbul doğumluyum. Eğitimimi ilköğretimden sonra Fransız okulunda okuyarak tamamladım. Güzel sanatlara ve resme karşı bir ilgim vardı. Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyesinde bulundum. Bedri Rahmi, hocalığın yanı sıra, bana yol gösteren, yaşamı belirleyen bir kişi olarak, bende önemli bir iz bırakmıştı. Daha sonra sinemaya merak sarmıştım. Bu arada sinema nedir, ne değildiri öğrenmek ve sinemayı yakından tanımak için bir ara yurtdışına gidip geldim. Dönüşümde Türkiye’de nasıl film çekildiğini merak ettim. Ömer Lütfü Akad’ın bir film hazırlığında olduğunu öğrendim. Gittim ve kendisine asistanlık yapmak istediğimi söyledim. Dedi ki, “benim asistanlarım var, sen kimsin?” Ben her gün setine gitmeye başladım. Çünkü model olarak Ömer Hoca’yı daha çok merak ediyordum. Sinemasını, tarzını… Sonradan film çekimlerinin yarısında beni asistan olarak aldı yanına. Ondan öğrendiğim çok şey oldu. Bir gün bana “Niye geliyorsun? Ne yapmak istiyorsun?” diye sordu. “Hocam” dedim, “Türkiye’de bir film nasıl çekiliyor? Neler yapılıyor? Bunları öğrenmek istiyorum” dedim. O da bana şu cevabı verdi; “Türk sinemasında ne yapmaman gerektiğini öğrenirsin, başka da bir şey öğrenemezsin” dedi. Daha sonra Sinematek’in kuruluş aşamasında Onat Kutlar ve Sungu Çapan’la bir tanışıklığım olmuştu. Ben de o kadroya dahil olmuştum. Hisar’da bir kısa film festivali yapılacağını duyduk. Bende bu yarışma için kendimce bir kısa metraj çektim. Biz o zamanlar Sinematek’te toplanan bir avuç gençtik. Varolan sinemaya karşıydık. Farklı düşüncelerimiz vardı. Ülkenin yapılanması da o yıllarda çok farklıydı. 68 yılları. Devrimci ideolojiye doğru inançlarımız gelişti. Kendi harçlıklarımızla bir dergi çıkardık. Çok sert bir manifesto yayınladık, varolan Yeşilçam sinemasına karşı.

Peki, sizle beraber kimler vardı bu kadroda?

Ahmet Soner, Mustafa Irgat… vs. vardı. Sonra filmler üreteceğimizi iddia ettik ama üretemedik. Başlamadan biten bir sevdaydı o zamanlar Genç Sinema. Belli bir hedefimiz vardı. Ama sonra bölünmeye başladık. Farklı bir siyasi yapı ve karışıklık vardı o zamanlar Türkiye’de ve zamanla bir çok fraksiyon çıktı meydana. Kimsenin kişisel bakışına müdahale edilemez ama sonuçta film yapılamadı. Sadece konuştular veya yazdılar. Böylesi daha kolaylarına geldi. Bir de tabii o zamanlar bizlerde fazla para yoktu. Kimimiz öğrenciydik, kimimiz ev geçindirmek zorundaydı. Şimdiki gibi kolay ulaşılabilen film makineleri yoktu. Film bulunmuyordu. Filmleri stüdyoda yıkama zorunluluğu vardı. Bütün bunlar ekonomik olarak güçtü. Ama bu işlere soyunmuşsak bütün bunları göze almamız lâzımdı. Neticede film üretilemedi. Böylece genç sinema doğamadan kürtaj olup gitti.

Kendi çalışmalarınıza dönecek olursak?

O yıllarda Amerika’nın Vietnam saldırganlığı vardı. Sadece fotoğraflara dayalı bir film yapmıştım. Bir de Goya’nın “Savaşın Felâketleri” adlı bir gravür serisi var. İşte o gravürde çizilenlerle, Amerikan emperyalist askerlerinin mazlum halka yaptıkları paralelde, aynı resimlerdi. Sanki o gravürlere bakılıp fotoğraf çekilmiş gibiydi. Sonuçta film sansür tarafından engellendi. Yurtiçi, yurtdışı gösterimleri yasaklandı. Dost ülkeyi rencide etmek gibi bahaneler bulundu. Oysa ben tüm fotoğrafları Amerikan Konsolosluğu’ndan ve dergilerinden edinmiştim. Ardından Nazım Hikmet’in sakıncalı olduğu yıllarda, onun bir şiirinden yola çıkarak, ağır yük işçilerini anlatan yarı belgesel bir film yaptım. O film de yok oldu veya yok edildi. Bilmiyorum. Bütün bunlardan sonra ben koptum tabii. Özür değil ama ekonomik ve ailevi sorunlarım da vardı. Çalışmam da gerekiyordu. Onun için gazetelerde yazılar yazdım, fotoromanlar çektim. Yani kendi kendimi sattım. Böylelikle tecimsel filmler yaparak piyasaya girdim. Uzun yıllar böyle devam etti. Yaşlandığımı hissedince, “artık kendi inançlarım doğrultusunda film yaparım” dedim. Yapamazsam da kısa filme geri dönerim dedim. Zorunluluk olarak değil tercih olarak… 1995’de “Buluşma” adlı bir film çektim. Severek yaptığım ve sevdiğim bir filmimdir. Yapımcıyla alâkalı olarak magazinsel bir talihsizlik yaşadı bu filmim. Film birkaç salonda oynayacakken, bir salonda gösterildi. Beşinci gün kaldırıldı gösterimden. Festivallere gönderilmesi engellendi. Filmi kaçırarak bir iki festivale sokabildim. Daha sonraları ressamlarla ilgili, onların tablolarından yola çıkarak onların iç dünyalarını kendi yorumumu da katarak yansıtmak istedim. Bunlardan 6-7 tane yaptım. Fırsat buldukça da yapacağım. Bunların yanı sıra belgesel tasarılarım var ama yapabilir miyim, yapamaz mıyım bilemiyorum. Ara sıra da boş kalmamak için sinema üzerine kitap çalışmaları yapıyorum. Kendimi hem oyalıyorum, bir yandan da geliştiriyorum hâlâ.

Kısa film nedir? Ne değildir? Nasıl olmalıdır?

Tam olarak kimin söylediğini hatırlamıyorum ama şöyle denir; “sinema boks maçı gibidir. Uzun film puan toplar, kısa film nakavt eder.” Ya da edebiyata benzetecek olursak, uzun film roman, kısa film öykü gibidir. Romanda olaylar ve karakterler anlatılır. Bunların uzamaları olur, geriye sıçramalar olur. Öykü de bir an, durum belirlemektir. Kısa filme çok şey yüklememek lâzım. Ama tabii, bu da yıkılabilir bir kural belki de. Ben biraz kuşkucu biriyimdir. Ama bu paranoya şeklinde değildir. Daha fazla şeyin farkına varmak için bu şekilde düşünüyorum biraz da.

Çoğu kişi kısa filme, uzun metraja geçiş için bir köprü olarak bakıyor. Bir derece doğru ama salt bu gözle değerlendirmemek lâzım kısa filmi. Önce sinemanın ne olup olmadığının farkına varmamız lâzım. Sinema bir dilse ve biz bu dili öğrenmek istiyorsak, elbette ki bazı kuramsal kaynaklara başvuracağız. Ama sadece bunlarla sinema öğrenilmiyor. Sinemayı mutlaka uygulamaya geçirmek lâzım. Belli yasalar, belli kurallar var. Bunları tabi ki öğrenmemiz lâzım ama bunlara bağlı kalmak da yanlış olur. Bazı şeylere cesaret etmek lâzım. Farklı anlatımlar denememiz lâzım. Nasıl yaparsak yapalım, yeter ki doğru yapalım. Örneğin devrimci bir film yapmak isteniyor. Konu ve içerik belli, ama anlatım klâsik. Öz ve biçim birlikteliği gerekiyor. Demek ki ben farklı bir anlatım endişesi duymalıyım. En azından bunun için çabalamalıyım. Aksi halde olmuyor. Meselâ “Buluşma” filmim, iki kişilik bir filmdir ve tek mekânda, bir odada geçer. Nerdeyse 90 dakikalık bu filmde, açı-karşı açı ve amors çekim yoktur. Ama izleyen fark etmez bile. Filmin iyiliği kötülüğü tartışılır. O önemli değil. Ama üslûbu farklıdır. Şimdi bu bir endişedir. Sürekli bu endişeleri içimizde taşımamız lâzım. Ne yapıyorum? Ne yapmalıyım?

Sinema ister kurmaca olsun, ister belgesel olsun, ne olursa olsun, bir şey anlatmaktır. Bir durum göstermektir. Bu durumu ben beş dakikada da gösteririm, beş saatte de gösterebilirim. Tabii, ticari olarak bakarsak, bazı süre kısıtlamalarına zorunlu olarak uymak durumundayız. Bu açıdan bakıldığında, ben pek bir fark görmüyorum. Sinema işte. 60 dakikalık filme ne diyoruz? Uyduruk bir kelime takmışız orta metraj diye. Neye göre orta? Neye göre kısa? Neye göre uzun?

Siz, bugünkü anlamda kısa filmin, Türkiye’deki ilk üretenlerinden birisiniz. Geçmişten günümüze baktığımızda kısa film nasıl bir değişim geçirdi. Gelecekte nasıl olacak?

Gelecekten söz etmek falcılık gibi geliyor bana. Onun için bu noktaya yaklaşmayacağım. Dünde de bir şey yoktu aslında. Kişisel başarılar her zaman yok olmaya mahkûmdur. Yani bir ekolden bahsediyorsak tabii. Türk kısa film tarihine baktığımız ve belirlemeye çalıştığımız zaman. Bizden de önceleri yapılmış tek tük örnekler vardı. Ve bunlar daha çok belgesel ağırlıklı idi. Örneğin çekilip çekilmediği bile hâlâ tartışılan “Ayestefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” gibi. İşte bu tarz filmlere sahip çıkmaya çalışmak, bana biraz yoksunluktan kaynaklanan mecburiyet gibi geliyor. Kısa film, hatta genel anlamda sinema, bilinçli olarak gelişmemiş bir sanat dalı Türkiye’de. Çok gariptir; önderimizin “Sinemaya gerekli önemi vermeliyiz” diye bir sözü vardır. Fakat ben şaşırıyorum; bale okulu, tiyatro, konservatuar, opera ve akademi açılıyor, ama bir sinema okulu açılmıyor o dönemde. Sinemaya bu kadar önem veren bir lider niye bunu es geçmiş? Bu bende hep bir sorudur. Foto Film Merkezi vardı, ordunun. Tabii, amaç belli. Militarizm, propaganda. Hatta 10. yıl kutlamaları için Rusya’dan bir yönetmen getiriliyor. Buradan bir tiyatrocu alınıyor, Sovyetler dolaşılıyor, Avrupa dolaşılıyor falan. Muhsin Ertuğrul diye sinemayı katleden bir adam. Sinemayı daha doğmadan katleden biri. Tiyatroda çok önemli bir yeri olabilir. O benim dalım değil. Akad’lar falan döneminde de sinemanın yapısı bir başka. Köylere elektrik gelince birdenbire sinemada arz talep çoğalmış. Tiyatroculardan başka sinemanın ne olduğunu bilen yok. Yani, işte, sokaktan geçen kadın, kameranın önünden geçen adam beğeniliyor, güzel deniyor, yakışıklı deniyor, oyuncu yapılıyor. Adam muhasebeci, adam doktor, adam bilmem kim, alınıyor yönetmen, yapılıyor. Bir de Arap filmleri, Hollywood filmleri, tipik melodramlar örnek alınıyor. Şimdi biz neye sahip çıkıyoruz, neden söz ediyoruz? Türk sineması yoktur demiyorum ama günümüzde bile hâlâ bir kimliği yoktur. Bugün bir İran sinemasına baktığımız zaman, molla rejimine rağmen bir kimliği var. Ve onların filmlerini seyrettiğim zaman çok düşündürtüyor beni. Oysa bizim sinema tarihimizde böyle bir kimlik endişesi de yaşanmamış. O zaman olmayan bir şeyi niye göklere çıkarmaya çalışıyoruz? Bugün ben iddia ediyorum ki, geçmişteki Yeşilçam yapımcılarının hiçbiri cebinden on lira çıkarıp filme koymamıştır. Hepsi işletme zincirlerinden alınıyordu. Adam diyordu ki, bana dört tane Türkan Şoray – Cüneyt Arkın filmi çek. Bunun parasını yolluyordu ve yapımcı bu gelen paranın % 30-40’ını bankaya yatırıp, kalanı ile o dört filmi çekiyordu. Şimdi böyle bir ortamdan da iki-üç kişi çıkmış sorumluluk taşıyan, Ömer L. Akad veya Metin Erksan gibi. Fırsat buldukça kendilerini dile getirecek filmler yapmaya çalışmışlar. Tabii, bu isimleri çoğaltabiliriz de. Ama genel olarak baktığımızda vahim bir sonuç çıkıyor ortaya. Bu yüzden kısa filmi, bu tarihsel süreçten ayrı tutamıyoruz. İster istemez bir bütün bu. Farklı bir sinemamız olsaydı, eminim ki farklı bir kısa film geçmişimiz de olacaktı.

Bugün ne durumda kısa film?

Ben tabii, sizin kadar izleyemiyorum. Ara sıra bir gösterim olursa, ya da bazen festivallere çağrıldığım zaman, izleyebiliyorum. Genel olarak sinemamız hakkında pek umutlu olmasam da, kısa filmde, Bach’ın müziği gibi küçük pırıltılar görüyorum. Temennim bu pırıltıların artması ve büyümesi. Çünkü, bu ülkenin kadersiz yapılanmasına rağmen, farklı düşünen ve sinemayı seven gençlerin bu tarz filmler çekeceğine inanıyorum. Kendi gerçeğini, yaşama ekleyerek, bizleri uyaracaklarına inanıyorum. Çünkü, ne düşünüyoruz, ne düşündürtülüyoruz. Ne bakıyoruz, ne baktırılıyoruz. Tek boyutlu insan haline dönüştürülüyoruz. Tek düşünce, tek ideoloji… vs.

Dünyada kısa filmin durumu nasıl?

60’lı yıllarda nasılsa, hâlâ aynı olduğunu düşünüyorum yurtdışında kısa filmin. Dünyada kısa film şenliklerinde hiçbir azalma olmadığını, tam tersine arttığını, kısacası kısa filmi destekleyici bir sistem olduğunu görebiliyoruz genelde. Ticari veya değil, kısa film bir şekilde yaşatılıyor, çünkü öteki türlü sinema da ilerlemez.

Kısa film üretiminde nelere dikkat edersiniz?

Öncelikle öz ve biçimi ayırmamamız lâzım. Kendimi nasıl yenileyebilirim endişem var. Oyuncu, müzik, renk, neler görünüyorsa, bu daha önemli, daha öne çıkmalı demiyorum. Aynı derecede önem vermemiz lâzım. Zaten önemsemediğini hiç kullanmayacaksın.

Biraz festivaller üzerinde konuşalım… Kimisinin festival enflasyonu olarak nitelediği hızlı bir artış var… Hatta son zamanlarda televizyon kanalları ve özel şirketlerde giriyor bu işin içine. Nedir bu durum?

Bu başıboşluktur, bu denetimsizliktir. Ben yıllardan beri Kültür Bakanlığı yapacak kimlikte bir bakana rastlamadım. Ali gidiyor, Veli geliyor. Hepsi aynı. Ne olacak bu artış. Herkes kısa film çekiyor, herkes şenlik yapıyor. Ama kimsenin aklına bunları şekillendirmek gelmiyor. Örneğin yoksulluk üzerine, aşk üzerine, çocuk üzerine… vs. Belki bu kısa filmcilerin üzerine bir sorumluluk yükler. Öğrenci filmleri de aynı yarışmaya katılıyor, kısa film yapmak isteyen de aynı yarışmaya katılıyor. Yani bir abur-cubur şeklinde gidiyor. Pek sıhhatli bir şey değil.

Büyük festivaller de görüyoruz. Ankara olsun, Antalya olsun. Bu yıl gittiğim Ankara Film Festivali’nde sordum, niye bu kadar çok film getiriyorsunuz diye? Amaç belli; izleyici sayısını çoğaltmak. Bir kere ücretsiz gösterim yapıyorlar kısa filmleri. Broşürü doldurmak, çok film gösterdik bu sene demek. Bu da, sponsorlardan ve belediyeden daha çok para talep etmek falan. Hep böyle başka oyunlar oynanıyor gibi. Yani aslında kimsenin kısa filmi iplediği yok. Daha önceki Antalya Festivallerinde, kısa film ödülleri, alelâde bir otelin alt katında bir salonda verilirdi. Yani hem kısa filmi teşvik ediyorsun, hem de üvey evlât muamelesi yapıyorsun. Kısa film kullanılıyor. Festival organizatörlerini de suçlamıyorum aslında. Yanlış anlaşılmasın. Onların ne güçlüklerle bu işleri yaptıklarını duyuyorum ve şahit oluyorum. Ama ortam bu. Bir de ben uzun olsun, kısa olsun ödül sistemine karşıyım. Filmler at değil, atlet de değil. Yarıştırılıyorlar. Bunlar sistemin getirdiği şeyler. Sanat eseri yarıştırılır mı? O zaman Bach, Mozart, Beethoven dinleyelim, birinci, ikinci, üçüncü seçelim. Sinemaya saygısızlıktır bu. Ben de çok jürilerde bulundum, çok ayak oyunları yaptım tuttuğum filmlerin elenmemesi için. Sonuçta başka bir jüri gelse, başka türlü değerlenecek o filmler. Pek sağlıklı değil yani.

Bir de Türkiye’de, toplamda çekilen kısa filmlerin, tüm festivalleri dolaşmasından dolayı, belki de bir şartlanma oluşuyor. Jüri üyelerinin seçimleri genelde diğer festivallerinkiyle benzerlik gösteriyor.

Çünkü, yetkin değil o jüri üyeleri. Birinci, ikinci, üçüncü belirleyip, çoğunlukla da birer anı niteliğinde plâket verip yolluyorlar. Böyle olacağına bence, en iyi 10 film seçilsin, ardından da en iyi umut veren 10 film seçilsin. Böylece en az 20 filmin yönetmeni moral olarak güçlendirilir. Eğer yönetmen ilk üçe girerse, kendini yeterli görüyor. Ben oldum diyor. Bu tehlikeli bir durum.

Gelişen teknolojinin artıları, eksileri?

Gelişen teknolojinin ürünlerini, özellikle de Hollywood’da görüyoruz. Ben bunlara sinema değil, başka bir ad takılması gerektiğini düşünüyorum. Örneğin bir “Matrix” denildiği zaman, buna film denilmesin. Başka bir isim bulunsun. Bu başka bir şey. Yalın, arı bir anlatım giderek yok oluyor. Cannes Film Festivali’nden örnek vereceğim. Bizim Nuri Bilge Ceylan da dahil olmak üzere, örneğin arka arkaya patlayan İran sineması örnekleri falan… Bunların sebebi yok olan arı sinemaya sahip çıkmaktır. Ne istediğini direkt anlatan, sade sinema. Ticarete, daha çok para kazanmaya dayanan teknoloji beni ürkütmeye başladı. İletişim çağı diyoruz, ama evde en yakınımızla bile iletişim kuramıyoruz artık.

Film çekmek pratikleşti. Ama önemli olan bu teknolojiden yararlanıp öz sinema yapmak. Yalınlık çok şey gizler içinde.

Türk sinemacıların, kısa filmi bir basamak olarak kullandığından bahsettik. Uzun metraja, dizi filmlere, televizyona yada reklâma, kısacası maddi getirisi de olan profesyonel iş hayatına geçtiklerinde kısa filmi unuttuklarından söz ettik. Hatta bazılarının buna rağmen, belki de sırf isim olsun diye kısa film festivallerinde jüri üyeliği yaptığını görüyoruz. Bu tarz insanların, kısa filmcilere fiili olarak destek vermesi gerekmiyor mu?

Örnek vererek özetlemek istiyorum. Jean-Luc Godard, 68 olaylarında komünist partisinden bir arkadaşıyla birlikte kısa filmler çekmeye başladı. Olaylara katılan gençlerin bir kısmının eline birer kamera verdi ve film çekin dedi. Bunun yanı sıra örneğin Passolini’ye baktığımızda, uzun metraj film çekmeye gittiği yerde mutlaka orayla alâkalı kısa metraj belgeseller çekmiştir. Keza Antonioni de öyle. Örnekleri çoğaltabiliriz. Böylesine ünlenmiş, büyük yönetmenler hâlâ kısa film çekme derdindeler. Kısa filmden para mı kazanacak? Hayır. Kısa filmi hiçbir zaman bir köprü olarak görmemişler. Uzun metraja geçmelerini sağlayan kısa filme saygılarını hep göstermişler. Türkiye’deki profesyoneller kısa filmi hor görüyorlar. Bazıları reklâm ve kliplerin kısa film olduğunu iddia ediyor. Ama kısa filmin amacı başka. Onlar kısa film olamaz.

Son olarak, genç kısa filmcilere neler söylemek istersiniz?

Keşke şimdiki nesil de kendi aralarında birleşseler, toplansalar. Bir amaç uğruna bir şeyler üretseler. İnsan bunu bekliyor. Çünkü sürekli bir değişim var. Ama maalesef bu değişim umutsuzluğa doğru gidiyor. Her şey gençlerin elinde çünkü. Kendilerini değiştirecekleri ve geliştirebilecekleri gibi, ülkelerini ve dünyayı da değiştirebilirler. Belki ütopik bir bakış bu ama bu inancı da taşımazsa insan mistik bir umutsuzluğa doğru gider. Sinema yapmak isteyen birinin umut taşıması lâzım ve kendisini sevmese bile insanı ve yaşamı sevmesi lâzım. Ben buna inanıyorum. Bakıyorum, umutsuzluktan mı, ülkenin bugünkü koşullarından mı bilmiyorum, genç nesilde bir kabûllenme, bir razı olma durumu var, başkaldırma dürtüsü yok. Daha bir burjuva bakışı, bana dokunulmasında ne olursa olsun durumu var. Bunlar beni çok tedirgin ediyor. Ben farklı mı yaşadım? O ayrı bir şey ama farklı olmaya çabaladım en azından. Ben sadece düşüncelerimi söylemek istiyorum genç kuşak sinema yapmak isteyenlere. Amacım nasihat vermek ahkâm kesmek değil. Ama kısa filmden 35’e geçenlerin de yaptıklarını görüyoruz. Genç bir insanda olmaması gereken bir teslimiyet var. Biraz o 68 ruhunu taşımaları lâzım. Belki de bunlara tarih öncesi gözüyle bakıyorlar. Bizi ilgilendirmez diye düşünüyorlar.

Bir de kanımca, kurmacadan önce belgesel çalışmaları lâzım. Sinemanın gizi hayatın içinde çünkü. Belgesel çalışmak, hem sonradan yapacağı filmler için bir rehber niteliğindedir, hem de kendi daha çabuk gelişir. Belgesel, yaşamdan bir kesit göstermek, bir durum saptamaktır. Biraz Godardvari düşünüyorum; hiçbir zaman sonuç vermemeli, bir durum göstermeli. Truffaut’un “400 Darbe”si gibi. Hollywood kalıplarını sevmiyorum.

Biraz silkinmek lâzım. Olaya beğenilme açısından bakıyoruz. Çevremiz, yakınlarımız tarafından beğenilmek tatminini yaşamaya çalışıyoruz. Bu tam bir burjuva yapısı. Bunu da delmemiz lâzım.

Bir kısa filmci, yaptığı işi geniş kitlelere ulaştırmaya çalıştığında, bu isteği ön plâna geçtiği zaman, o şartlara göre kısa film yapmaya iteleniyor. Yani doğru dürüst düşünen bir insan bile bu yolda, teslim oluyor. Trajik olan bu durumun değişmesi şart.

(16 Haziran 2006 Kadıköy)

Fırat Sayıcı

Artun Yeres’e Saygıyla

Filmlerinden Fotoğraflar

Hiroşima

Katliam

Mevsimler

Şeker Ahmet Paşa ve Orman

Yalnızlık Baladı

Hazırladığı Kitaplar

Bir Abbas Kiyarüstemi Klasiği: Kirazın Tadı Çekim Senaryosu

Bir Akira Kurosawa Klasiği: Rashomon Çekim Senaryosu

Bir Michelangelo Antonioni Kitabı

Gündüz Güzeli Çekim Senaryosu

Sakıncalı 100 Film