Martin Scorsese benim en çok sevdiğim yönetmenlerden biridir. Nedenini? Anlatayım…
Mecidiyeköy Ortaklar Caddesi’nde, haydi adını yazmayayım, bir apartmanın giriş katında tuttuğumuz küçücük bir dairede, üç bekâr gazeteci arkadaş olarak kalıyoruz. Öğrenci hareketlerinin bıçak gibi kesildiği ve “biz memleket kurtarma sevdalıları”na iş kalmadığı için artık “tatlı hayat” peşinde koşabilirdik! Fakat ne mümkün? Her üçümüz de çalışmamıza rağmen kirayı ancak karşılayabiliyoruz. Akşama 500 lira bulan bir şeyler kapıp geliyor ve birlikte atıştırıyoruz. Yarı aç yarı tok bir muhabbet, hayaller alemine dalmalar ki, değmeyin gitsin. Bu hayalperestlerden biri benim, biri güçlü bir siyasi liderin İmam Hatip’ten arkadaşı Bekir Türkmenoğlu, biri de şimdi Almanya’da mutlu bir hayat süren Hayrettin (…).
NEDEN SİNEMA SAYFANIZ YOK?
En çok da sinema konuşuyoruz. En büyük iddiam, Martin Scorsese amcamın (!) çektiği Taksi Şoförü (Taksi Driver) filminin gelmiş geçmiş en iyi film olduğu ve asla aşılamayacağı!!! Bekir bir gün okuyan herkesin parmak ısıracağı bir roman yazmayı kurarken, Hayrettin güzel bir sevgili bulup gününün gün etme hayalleri ile avunuyordu.
Bu arada Hayrettin ve ben Tercüman’da çalıştığımız için Ahmet Kabaklı Hoca’nın Türk Edebiyatı Dergisi ile de ilgileniyoruz. Sanıyorum o sırada ben ufak tefek soruşturma ve röportajlar yapıyordum… Bir defasında dergi yöneticilerinin bir araya geldiği toplantılardan birine davet edilmiştim. Hoca beni tanıyor ya, ilk iş olarak dergide büyük değişiklikler yapmalarını teklif ettim.
BU ŞOFÖR, BAŞKAN VURDURTUR
Dedim ki: “Günümüz artık görüntülü ve sesli iletişim çağı. Dergide kara kara desenler ve kötü siyah beyaz fotoğraflardan başka görsel malzeme yok. Sinema, tiyatro ve diğer popüler sanatlara ilişkin haber, yorum, yazı hak getire. Derginin tirajını arttırmak istiyorsanız, mutlaka sinema sayfaları yapmak zorundasınız. Örnek mi, işte sinemalarda gösterilen Taksi Şoförü. O kadar mükemmel bir toplumsal ve siyasî eleştiri ki, bu filme inanan bir Amerikalı kalkıp Başkan’ı bile vurabilir…”
BANA GÜLDÜLER AMA…
Zannettim ki, “Vay be, sinemanın gücü ne müthişmiş!” diyecekler ve beni takdir edecekler… Tam tersi oldu. Toplantıda bulunanlar benimle dalga geçtiler. Çok nazik ve beyefendi bir insan olan Ahmet Kabaklı Hoca bile bıyık altından hafifçe tebessüm etmekten kendini alamadı. Hâlbuki ben söylediklerime o kadar inanıyordum ki, anlatamam. Sinemanın insan üzerindeki gücünü şahsî tecrübelerimle biliyordum. Basit bir örnekle söyleyecek olursam, meselâ, karate filmlerinden çıktığım zaman karateci, savaş filmlerinden çıktığımda korkusuz bir asker, aşk filmlerinden çıktığım zaman okuldaki bütün kızların içini yakan bir çapkın olurdum! Neden psikopat bir Amerikalı da Taksi Şoförü’nde Robert De Niro’nun canlandırdığı Travis Bickle karakterini izleyip onu kendine “rol model” seçmesin (di) ki! Asla pes etmedim. Bütün toplantı boyunca sinemanın bir dergi için ne kadar gerekli olduğu fikrini savundum.
VALLAHİ GERÇEK OLDU
20 Ocak 1981’de yemin ederek, ABD’nin 40’ıncı başkanı olan Ronald Reagan, yemin ettikten iki ay kadar sonra (30 Mart 1981) başarısız bir suikastın hedefi oldu. Neredeyse hayatını kaybediyordu. İşin ilginç tarafı belki de bütün dünyada sadece benim tarafımdan dile getirilen bir ihtimalin gerçeğe dönüşmesiydi. Suikastçı John Warnock Hinckley, Jr., neden böyle bir şey yaptığı sorusuna, “Taksi Şoförü filminin baş oyuncusu Robert De Niro’dan çok etkilendiği ve bu yüzden suikast düzenlediği” cevabını vermişti!
Buyurun cenaze namazına! Aldı mı beni bir korku! Çünkü çenem durmamış bu yaklaşımımı her yerde dile getirmiştim! Allah’tan 12 Eylülcü generaller ABD Başkanı’na düzenlenen suikastın “fikir babasını!!!” Türkiye’de aramadılar da paçayı kurtardım!
ŞAKA DEĞİL MARTİN AMCAYI SEVERİM
Amerikan “Yeni sağ sineması”nın önemli yönetmenlerinden biri olarak Taksi Şoförü filmiyle tanıdığım Martin Scorsese, sinema oyuncularından oluşan “Arkadaşlarım!” arasına, Robert De Niro ve Jodie Foster (filmdeki adı Iris Steensma idi) gibi unutulmaz isimleri kattığı gibi, ayna karşısında kendi kendine konuşarak silâh talimi yapan, “Silâhın var mı?” sorusuna “Yok” cevabı veren; çocuk denecek yaşta bir kızı acımasızca kullanan pezevengi, “Benim var” diyerek kurşunlayan hem psikopat hem sosyopat bir karakterin beyninin kıvrımlarına kadar beyazperdeye yansıtmayı becerebilmişti…
HÂLÂ PARANOYA YAPARIM
Onun daha sonra çektiği ve Oscar alamadığı Kızgın Boğa, Sıkı Dostlar, New York Çeteleri ve Göklerin Hâkimi filmlerini de sevmiştim. En son Oscar hayal kırıklığını yaşadığı Göklerin Hâkimi (The Aviator), o yıl heykeli kucaklayan Milyon Dolarlık Bebek’ten de (Million Dolar Baby) Ray’den de iyiydi…
Lafın kısası Scorsese Amcanın şu anda en az iki Oscar’ı olmalıydı.
Ama ben hâlâ Taksi Şoförü’nden dolayı paranoya yapıyorum. Acaba diyorum, Oscar heykelini Marty’ye, Ronald Başkan’a suikast düzenlettiren filme imza attığı için mi vermediler? Bunca yıl bu yüzden mi yasaklıydı?
Kim bilebilir?
Gelecek yazımda Oscarların neden vasat ödüllere dönüştürüldüğünün tahlilini yapacağım. Sakın kaçırmayın!!!
(26 Şubat 2007)
coskuncokyigit@gmail.com