Bir lisede, bir grup öğrenci arasında oynanan bir yalan söyleme oyununu konu alan gençlik korku filmi “Cry Wolf / e-K@til”, “Otel / Hostel” ve “Brokeback Dağı / Brokeback Mountain” gibi filmlerle birlikte 18 yaş sınırı aldı. “e-K@til”, vizyona çıktığı ülkeler arasında en yüksek yaş sınırını Türkiye’de aldı. Vizyona girdiği diğer tüm ülkelerde “Otel / Hostel”den daha düşük yaş sınırı alan film sadece Türkiye’de aynı yaş sınırını aldı.
Günlük arşivler: 16 Mart 2006
r Film, Mayıs Filmlerini Belirledi
r Film, Mayıs ayında gösterime çıkaracağı filmlerini belirledi. Türkçe basın bülteni ve yüksek çözünürlüklü fotoğraflar yakında sadibey.com’da. Ön bilgiler için filmlerin web sitelerini ziyaret edebilirsiniz.
Beyza’nın Kadınları
Türü, psikolojik – polisiye gerilim… Beyza’nın Kadınları, Türk sinemasında bu türün ilk örneği… Mustafa Altıoklar (fotoğrafta ortada) imzalı 140 dakikalık bu uzun film, sıkılmadan sonuna kadar aynı heyecanla izlenebiliyor.
1992’de çektiği ilk filmi Denize Hançer Düştü‘den sonra, yönetmen Mustafa Altıoklar, İstanbul Kanatlarımın Altında (1996), Ağır Roman (1997), Asansör (1999), Banyo (2005), O Şimdi Asker (2005) filmlerine imzasını attı. Beyza’nın Kadınları ise, Mustafa Altıoklar imzasını taşıyan sekizinci film. Altıoklar, O Şimdi Asker filmi dışında filmlerinin aynı zamanda senaristi de…
Beyza’nın Kadınları‘nda başrollerde, Mustafa Altıoklar’ın Banyo filminde de rol almış Demet Evgar’ı (Beyza), daha çok dizilerden tanıdığımız, Bir Tutam Baharat filminde de rolü olan Tamer Karadağlı’yı (Komiser Fatih), Avrupa Yakası dizindeki rolüyle tanıdığımız ve ilk uzun metrajı olan Levent Üzümcü’yü (Psikiyatr koca Doruk) ile 40 yıllık sinema hayatına 150’den fazla film sığdıran Salih Güney’i (savcı), çocuk oyuncu olarak tanıdığımız, hatta Çalıkuşu dizi denilince akla gelen, ama bir süredir sinemaya ara vermiş Mine Çayıroğlu’nu (Serap) görüyoruz. Mustafa Altıoklar’ın, yine geleneğini bozmayarak, bu filminde de daha önce sinema filminde oynamamış, ara vermiş ya da bugüne kadar hiç başrolü bulunmayanları filminde oynattığını görüyoruz. Her ne kadar, yapımcı Elif Dağdeviren’in, Beyza rolü için daha popüler birini önermişse de Mustafa Altıoklar’ın Demet Evgar’da ısrar ettiğini de biliyoruz.
Çoklu kişilikli 30’lu yaşlarında güzel ve zarif bir kadın, Boğaz sularından çıkarılan kesik bacaklar ve bu cinayetler zincirini çözmeye çalışan bir komiser ile ABD’de eğitim almış bir psikiyatr… Film, işte bu üçlü etrafında dönüyor. Kendisi de tıp eğitimi almış olan Mustafa Altıoklar, bu film için kriminoloji ve adli tıpla uzun edütler yaptığını belirtiyor. Filmde bu titizlik kendini gösteriyor ayrıca.
Boğaz’ın sularındaki balıkçı teknelerinden birinin ağına kesik bir bacak takılır. Yapılan otopsi sonucunda bacağın kime ait olduğu bulunur. Bu cinayetin araştırılması için bir savcı, Komiser Fatih ve psikiyatr Doruk görevlidir. Doruk’a göre, bu bir seri cinayettir, cinayetler arasında bir bağlantı olduğunu belirtir ve ona göre katilin bir misyonu vardır. Araştırmalar devam eder. Bu arada Doruk’un karısı Beyza, yaşadığı bilinç kayıplarından dolayı, altüst durumdadır. Filmin konusuyla ilgili fazla detay vermeyelim. Filmin adı kadar, senaryosunun da son derece dikkat çekici olduğunu söyleyelim sadece. Tür açısından bir ilke imzasını atan Altıoklar’ın bu filmini izlenmeye değer buluyorum. Film, başından sonuna kadar, seyirciyi bir cinayet bulmacasının içine alıyor ve bazı sahnelerde şaşırtarak, sürpriz bir sonla bitiyor. Ancak, filmi, 18 yaşın altındakilerin izlemesi yasak. Bu yasağı yönetmenin çok yersiz bulduğunu da belirtelim.
(16 Mart 2006)
Asya Çağlar
Bağımsızların Ardından “Mutluluğu” Ararken
Geçtiğimiz ay hit filmlerden nöbetçi sinema kuşağına, fantastik yapımlardan kısa filmlere dek zengin seçkisiyle sinemaseverlere keyifli bir on gün yaşatan 5. AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’ni geride bırakırken pek çok yapım arasından gündelik koşuşturmacanın hızına kurban ettiğimiz fragmanlaştırılmış hayatlarımızın iki saatinde bizlere durup dinlenme ve sadece “izleme” olanağı verdiği için belki de gerçekten kaleme alınması ve üzerinde tekrar düşünülmesi gereken bir film: Stetsi/Something Like Happiness (Mutluluk Gibi Birşey).
Çek asıllı yönetmen Bohdan Sláma’nın son derece sade anlatım yollarıyla sergilediği üçüncü uzun metraj çalışması olan film, Çek Cumhuriyeti’nin kuzeyindeki endüstriyel bir şehirde, toplumsal konutlarda beraber büyümüş olan üç arkadaşın gençlikten yetişkinliğe ilerledikleri dönemlerde yeşeren umutlarını ve arayışlarını aktarıyor.
İnsan büyür ve arayış başlar…
Garden of Eden (1994) adlı kısa metraj çalışmasıyla sinemaya adım atan ve White Acacias (1996) ve Wild Bees (2002) gibi uzun metrajlarıyla tanınan Çek Sinemasının genç yönetmeni Sláma, imza attığı son filmi Stetsi’de (2005) insanın büyüdükçe geçirdiği değişime ve bu değişimin getirisi olan arayışlarına ve kendini keşfedişine filmin üç ana karakteri üzerinden odaklanıyor: Ailesiyle yaşayan Monika, bir süpermarkette çalışmakta ve bir yandan da Amerika’ya göç eden erkek arkadaşından davet beklemektedir. Monika’nın umutları ve hayalleri ve elbette ki ailesinin de geleceğe dair bekleyişleri bu davet üzerinden hiç tanımadıkları ancak bağımsızlığın ve kurtuluşun sembolü olarak uslarında canlandırdıkları o “büyük” ülkeye bağlıdır. Tonik ise tutucu aile yaşantısından kaçarak teyzesiyle birlikte bir çiftlik evinde yaşamını sürdürürken, iki çocuk annesi olan Dasha, evli bir adamla ağır aksak süren ilişkisinin yanı sıra akli dengesini yavaş yavaş kaybetmeye başlar.
Olay örgüsündeki dengenin bozuluşu Dasha’nın ruhsal sağlığını tamamen yitirerek psikiyatrik tedavi için hastaneye kaldırılması ve çocukların bakımının Monika ve Tonik’e kalmasıyla gerçekleşir. İki küçük çocuğun bakımını üstlenip Amerika’ya gitmekten vazgeçtiğini beyan ederek ailesinin de kendisine bağladığı umutları yok eden Monika evden ayrılmak zorunda kalır. Böylece Monika, Tonik ve Dasha’nın iki küçük çocuğundan oluşan ve bir tür evcilik oyunu oynuyormuş hissiyatı yaratan bu sevimli grup, şehrin ve yaşamın tüm gerçekliğinden bir süreliğine kendilerince arınarak Tonik’in özene bezene yeniden yapılandırmaya çalıştığı yıkık dökük çiftlik evinde yaşamlarını sürdürmeye başlarlar. Ancak bir tür oyunu andıran bu yaşantı yine olay örgüsündeki ikinci bir kırılma noktası olan Dasha’nın tedavisinin sonlanarak çocuklarını geri almasıyla son bulur. Bundan sonra Monika ve Tonik arayışlarını başka yerlerde sürdüreceklerdir. Tonik’in kendisine karşı beslediği gizli aşkı öğrenen Monika, bir zamanlar es geçtiği ve hayallerini bıraktığı erkek arkadaşının yanına Amerika’ya doğru yol alırken, Tonik yarı çaresizlik yarı umutlarla yüklü bir bilinmezliğe doğru yola çıkar.
Mutluluk Değil, Mutluluk “Gibi” Birşey
Montreal, Atina ve San Sebastian’da ödüllendirilen bu filmde yönetmen Sláma, insanın kendini keşfedişine doğru ilerlediği yolculuğa odaklanırken yaşama yakın bir duruş sergileyerek son derece yalın bir dil kullanıyor. Filmin doğal oyunculukları, uzun ve durağan planları, sade kurgusu ve yer yer gerçekliğin sertliğine ve acılığına eşlik eden elektro gitar tonlarıyla yüklü “minimum”a indirgenmiş müzik anlayışının yanı sıra doğal seslerin ağırlığı dikkat çekiyor. Sadeci anlatımıyla yönetmen, ele aldığı arayış ve keşif temalarının bir anlamda sona ermediğini ve insanoğlunun varoluş süreci boyunca devam edeceğini de -asla umutsuzluğa yer vermeden- vurguluyor. Filmin sonunda fırsatlar ülkesinden vazgeçerek Tonik’i aramak için ülkesine geri dönen Monika’nın önünde uzanan yola doğru umut dolu bakışları, insanın arayış sürecinde yaptığı keşiflerini mutluluğun ta kendisi olmasa da-filmin adından da anlaşıldığı gibi- “mutluluk gibi bir şey” olarak tanımlayabileceğimiz yolunda ipuçları veriyor.
“Mutluluk Gibi Birşey”, dayatılmış aksiyon sahneleriyle kıstırılmış yaşam parçaları arasında mola vererek arı bir sinema örneği seyretmek isteyenler için iyi bir fırsat!
(16 Mart 2006)
Âlâ Sivas