Dedektif Madigan
Vatandaş: “Beşiktaş’ta balık pazarı yakınlarındaki Yumurcak Sineması’nda -en son birkaç yıl önce baktığımda yerinde yeller esiyordu- haftasonları ailece gittiğimiz ‘Zeki-Metin filmleri’ çocukluğumdan… (Kaya Özkaracalar, 15.2.2000, Radikal.)
Dedektif: Yumurcak Sineması yerinde duruyor, sadece film göstermiyor, bir ara ATV stüdyosu olarak çalışmıştı. Balıkpazarına giderken Yılmaz Erdoğan Kültür Merkezine gelmeden solda, ikinci katında bol miktarda VCD ve CD oyunları satılan içerlek büyük pasajın olduğu yerde Suatpark Sineması (yazlık ve kışlık) vardı, bahsedilen orası olsa gerek.
Vatandaş: Büyük bir gazetemizin CD pazarlamak için çıkardığı “Süper Film” adlı ek gazetenin 5.2.2000 tarihli nüshasının 1. sayfasında şöyle bir yazı var: “’Kahpe Bizans’la ‘Güle Güle’ izlenme rekorları kırıyor.”
Dedektif: Bütün Türk filmlerinin “izlenme rekoru kırması” arzu edilen birşeydir ancak 4 Şubat Cuma günü gösterime giren “Güle Güle” bir gün sonraki -yani 5 Şubat tarihli- gazetede “izlenme rekorları kırıyor” diye sunulmaz. Sunulursa ayıp olur, sinemasever okura saygısızlık olur, ciddiyetsizlik olur. Olur da olur.
Dedektif: 12 Ocak, Kanal D, Kurt Russel filmi, binaenaleyh Türkçedir. Kurt Russel TIR’ın altında sarkmış vaziyette gidiyor, birkaç dakika içinde yüreğimizi ağzımıza getirerek TIR’ın üstüne çıkıp içine girer. Hava kararır, şöfer TIR’ı sabahın köründe (kibarcası: gündoğumu öncesinde) evinin olduğu yere getirir, eşi ve oğlu karşılarlarlar. Şöför oğluna bir anahtar uzatarak: “Ahırın kapısını aç” der. Ahır olarak evin yan tarafındaki büyük hangarı kasdetmektedir. Niye kasd etmektedir, söyleyeyim: Kimi ithal filmlerimizin Türkçeleştirmesi kâğıt üzerinde yapıldığından filmi seyretmeyen çevirmenlerimiz “hangar”a, “ahır” demek lüzumunu hissederler.
Dedektif: Can Dündar İletişim Kongresi’ndeki konuşmasının başında: “Kültür Bakanımız geçenlerde yaptığı bir konuşmada ‘ekranların karartılması yerine belgesel film gösterilmesini sağlayacağız’ dedi. Yani arkadaşlar artık belgeselleri devlet zoruyla izleyeceğiz.” Tabiidir ki Kültür Bakanının konuşmasının devamından bi-haber olan izleyiciler güldüler ve Can Dündar’ın ince espri yapma merakı tatmin olur gibi oldu. Gelgelelim oturum sonrası söz alan bir başka vatandaş Kültür Bakanının konuşmasının devamını hatırlattı: “Sinema-Müzik Destekleme Fonu’nda Ocak ayı itibarıyla 100 milyar TL birikmiştir, yıl sonunda 1 trilyon liraya ulaşacaktır. İsteyen Üniversiteler organize olup müracaat ederlerse belgesel film yapımında kullanılmak üzere para verilebilecektir.” Aslında oturum devamında da Can Dündar vatandaşı güldürerek günah çıkartmıştı. Dediğine göre “Kemal Sunal Belgeseli”nin yayınlandığı gece rakip kanal karşısına bir Kemal Sunal filmi koyunca reytingi yine film götürmüş, ıhh, ıhh; askerde ise kendi “Sarı Zeybek” belgeselini 7000 kişi ile birlikte zorla seyretmiş, ıhh, ıhh.
Dedektif: TV.ler filmleri sinemalarda gösterdikleri Türkçe adları ile duyurmuyorlarsa onlara ayıp. Yok duyuruyorlar da gazete ve dergiler kendileri yeni ad koyuyorlarsa onlara ayıp. Ben duyurayım da duyun: İnterstar: Yaşamın Kıyısından Fotoğraflar (Kartpostallar), Ölümün Eşiğinde (Pasifik Tepeleri), Kanal E: Hayatımızın En Güzel Günleri (Yılları), Çıplak Ayaklı Rakkase (Kontes). Parantez içindekiler sinema adlarıdır.
Bursa’nın Ufak Tefek Taşları
1.Taş: Yılmaz Güney vesilesi ile gündeme gelen lumpenlikten bendeniz de nasibimi aldım. Çok sevdiğim ve kendime en yakın bulduğum sinema yazarı bir arkadaşa “Amerikan Güzeli”nin gösterimine girerken takılayım dedim. “Senin lumpen diyaloglarını sevmiyorum; yapma bunu bana.” deyiverdi. O sırada film başladığından rengimi göremedim, mosmor muyum, kıpkırmızı mıyım, yemyeşil miyim, pespembe miyim, kapkara mıyım, (tutmasan daha devam edecek.) Ama sonradan düşündüm ki o pozisyon için arkadaşın dediği doğruydu, yoksa ben hakikaten her daim lümpen miyim, yoksa pen miyim, yazarlar birliği miyim? Ne yapayım şimdi ben?
2.Taş: 1.İletişim Kongresinde açık oturumu yöneten zat şöyle diyor: “Konuşmacı felanca 13.30 uçağı ile Londra’ya gideceğinden önce onu konuşturuyoruz, hık, mık…” Efendim o zaman Londra’ya gitmeyen birisini çağırsaydınız; veya o kişinin o gününün önemi Londra’yı gerektiriyorduysa gideydi Londra’ya. Demek ki o arkadaşınızın iletişimi miletişimi ciddiye aldığı yok. Alsaydı otururdu oturduğu yerde, gere gere konuşurdu 1. İletişim Kongresinde, diiil mi efendim? Koskoca Kongrede ve İlet. Kongresinde bir başkasını: “Ani bir şekilde yurtdışına gittiğinden katılamadı.” dediler, “ani bir şekilde” nasıl gidiliyorsa? Onun için beni kınamayın, bu adamın imlâsı mı bozuk, nedirrr? deye.
İyi Kötü Çirkin
İyi: “İşte bunun için, Yılmaz Güney’in ticaretini yapan entellektüel puştlardan asla değil ama, Yılmaz Güney’in ruhundan özür diliyorum. İte kopuğa lâf yetiştireceğiz diye savunurken arada ona da dokundu, kusuruma bakmasın.” (Engin Ardıç, Star Life, 13.2.2000.)
“Ben fikir düzeyinde teslimiyetçilikten nefret ederim. Fikirler değişir o başka şey ama en azından neyin neden değiştiğinin tartışılması gerekir. Yılmaz Güney konusu hakkında 10 yazı yazdım. İki hafta boyunca konuyu bir platforma taşıyıp meselenin aslında ileriye yönelik bir sol düşüncenin toparlanması sürecindeki tartışmanın bir parçası olması gerektiğini sanırım açıkça söyledim. Bu açıklığa rağmen gerek medyada gerekse toplumun çeşitli kesimlerinde bazı insanların olayı hâlâ daha çarpıtarak yaşamakta ısrarcı olmaları bana sadece onların kendi kurdukları hayal dünyalarını korumay yönelik çabaları olarak geliyor.” (Serdar Turgut, 21.2.2000, Hürriyet.)
Kötü: “Güle Güle”nin gazete reklâmlarında: Ümit Zileli (Cumhuriyet), Özcan Ünlü (Türkiye), Fatih Altaylı, Doğan Hızlan, Cüneyt Ülsever (Hürriyet), Perihan Mağden (Radikal), Vehbi Dinçcan (Akşam), Hasan Pulur (Milliyet), Gülcan Tezcan (Yeni Şafak), Ömer Türkdönmez (Ekonomist), Mine Çakar (Zaman); “Kahpe Bizans”ın gazete reklâmlarında: Hıncal Uluç (Sabah), Güneş Gazetesi (Adı Bellideğil), Engin Ardıç (Star) gibi medyamızın değerli yazarlarının görüşleri -seyirciyi etkileyecekleri düşünüldüğünden olsa gerek- kullanılmışlardır. Dikkat ederseniz “kullanılanlar” içinde SİYAD üyesi 38 sinema yazarından hiçbir alıntı yoktur. Öyle anlaşılıyor ki adı geçen filmlerin reklâm ajansları memleketimizdeki karmaşaya uygun hareket etmişlerdir. Her konuda bilgi sahibi köşe yazarlarımız film eleştirisini de bi-hakkın yaptıklarından görüşlerine itibar edilmiş ve yıllardır sinema konusunda dirsek çürüten sinema yazarlarından herhangi bir alıntı kullanılmamıştır. Konuya manevi açıdan yaklaşırsak Cenab-ı Allah herkesin rızkını evelallah verir; sinema yazarları da “finans” (Borsa/Michael Douglas), “ticaret” (Bir Şirket Komedisi/Tim Robbins), “eğitim” (Sevgili Öğretmenim/Sidney Poitier), “hukuk” (Şeytanın Avukatı/Al Pacino) konularında yazı döşenirler, paraları kaparlar. Parantez içindeki örneklere bakarsak konu itibarıyla zorlanacaklarını da sanmıyorum.
“Ürdün Kralı Abdullah, güzel eşi Rana ile önce Florya’daki Beyti’de yemek yemiş, sonra Etiler’de sinemaya gitmiş. Kral vizyondaki film yerine dört ay önce gösterimden kalkan ‘Şeytanın Günü’ filmini izlemiş.” Milliyet Gazetesinin 10 Mart tarihli gazetesinde böyle yazıyordu; yalnız küçücük-cük-cük bir teferruatı atlamışlar: “Şeytanın Günü” Şubat ayında vizyona çıkmıştı ve kaldırılması bir yana haber tarihinde İstanbul’da gösterimi sürmekteydi.
Çirkin: Türkiye’nin en iyi haber merkezinin yönetmeni Reha Muhtar geçenlerde “Hababam Sınıfı”nın Tulum Hayri’sini ekrana çıkardı; “deprem mağduru, kimse ilgilenmiyor, devlet nerede, vs.” gibi acındırmalarla seyirciye gösterdi. İstepne olarak da yine HS’nın Güdük Necmi’sine tel. bağlantısı yaptı ve üstüne üstlük “Sultan”ımızı da tel. ile arayarak işi iyice sulandırdı. Meselenin buraya kadar olanında herhangi bir çirkinlik yok; sadece “3-5 filmde oynadıktan sonra sırtını devlete dayayıp ömür boyu ‘gel keyfim gel’ yapılamaz” diye bir kanaat belirtelim ve gerçek çirkini izah edelim: Yukarıda bahsettiğimiz programın hemen ertesi günü mezkur gazetede çarşaf çarşaf ilânlarla “bütün okullara bilgisayar” adı altında büyük bir reklâm kampanyası başlatıldı ve gerçek isimlerini bilerek yazmadığım sanatçılarımızın yukarıda gördüğünüz kucak açmış fotoğrafları gözümüze sokulur oldu.
Yaşamın İçinden
“Altıncı His”in öngösteriminde ara oldu. Herkes on dakika aradı, aradı, sonunda bir anons yapıldı. Şöyledir: “Film başlamak üzeredir, lütfen yerlerinizi alınız.” Bendeniz de salona girerken muziplik olsun diye, yüksek sesle: “On tane yer alayım arkadaşlar” diye seslenmiş bulundum, fakat bakmışımdır ki yer falan satan yoktur, herkes yerli yerindedir.
Sadi Çilingir