Campion Kederli Sonları Sevmiyor

Başka Sinema’nın yaz toplu gösterileri kapsamında 05 – 11 Ağustos haftasında sinemalarda yeniden gösterilecek olan pek sevdiğim ‘Piyano / The Piano’ kişisel sinema tarihimde önemli bir yere sahiptir. Bundan yaklaşık 30 yıl kadar önce yazılı basında yayınlanmış ilk sinema yazım Jane Campion ve bu güzelim başyapıtı üzerinedir. 1993 yılında Cannes’da dünya prömiyerini yapan ve Yeni Çin Dalgası’nın önemli yapıtlarından Chen Kaige imzalı ‘Elveda Cariyem / Farewell My Concubine’ ile birlikte büyük ödül Altın Palmiye’yi kucaklamış olan yapım, festivalde aynı filmin birden fazla ödül alabildiği o yıllarda başrol oyuncusu muhteşem Holly Hunter’a en iyi kardın oyuncu ödülünü getirmiştir. Cannes zaferinin ardından tüm dünyanın beğenisini kazanarak olay film haline gelen ‘Piyano’ bir Avustralya – Fransa ortak yapımı olarak en iyi film ve yönetmen dahil olmak üzere 8 dalda Oscar’a aday gösterilir, özgün senaryosu ile Campion ve iki kadın oyuncusu (Hunter ve kızını oynayan küçük Anna Paquin) Akademi ödüllerine layık görülür.

Campion’un bir söyleşisinden alıntıyla, dönem basınının amiral gemisi olarak bilinen Hürriyet Gazetesi’nin 01 Şubat 1994 tarihli baskısında yer almış olan yazım için seçtiğim başlığı bu defa da kullandım. Ülkesi Yeni Zelanda’dan filmlerine taşıdığı hikâyeleri sevgisizliğin getirdiği çaresizlik ve düş kırıklıkları üzerinden yol alsa da onun karakterleri yaşama dört elle tutunan ve çıkış yolu bulmaya azimli genç kadınlardır çünkü. Kız kardeşine adadığı 1989 yapımı ilk sinema filmi ‘Sweetie’ Avustralyalı bir işçi ailesinin, özellikle de iki kız kardeşin; alıngan ve içe dönük Kay ile herkesin ‘Sweetie’ diye çağırdığı delidolu Dawn’ın trajikomik hikâyesidir. Ertesi yıl çektiği ‘Masamdaki Melek / An Angel at My Table’, 1920’lerin Yeni Zelandalı kadın yazarı Janet Frame’in kendini yazmaya adayarak delilikten kurtuluşunun gerçek öyküsünden yola çıkar. 30 yıl öncesinin erkek egemen sinema evreninde ilk uluslararası başarısı ‘Piyano’ ise sinemada feminist manifestonun önde gelen başyapıtları arasındadır.

Film, altı yaşından beri konuşmayan İskoçyalı Ada Mc Grath’ın 19. yüzyıl ortalarında geçen öyküsü üzerine kuruludur. Genç kadın, o dönem yaygın olduğu şekilde, mektup aracılığı ile evlendirildiği Alistair Stewart (Sam Neill) ile buluşmak üzere Yeni Zelanda’nın ıssız ve ürkütücü sahiline iner, küçük kızı, eşyaları ve sevgili kocaman piyanosu ile birlikte. Bir gece boyunca bekledikten sonra kendilerini almaya gelen sömürge toprakların sahibi kocası, taşıma güçlüğünü öne sürerek piyanoyu kumsalda bırakır, daha sonra da arazi karşılığında iş yaptığı Georges Baines’e (Harvey Keitel) satar. Piyanosu Ada’nın herşeyi, sözcükleri, kendini ifade etme aracıdır. Sesine kavuşabilmek için Baines’e piyano dersi vermeye razı olur, daha sonra piyanosuna yeniden sahip olabilmek için yüzü Maori yerlilerinin boyalarıyla süslü kaba saba görünüşlü adamın erotik oyunlarına katılmayı kabullenir. Ancak Ada’nın Baines ile zoraki birlikteliği beklenmedik bir yola evrilecek, ilişkileri alışılmamış bir mekânda yeşeren tutkulu bir aşka dönüşecektir.

Piyanonun özgürlüğünü arayan kadının sesi olma metaforundan hareketle, toprak sahibi buyurgan kocanın temsil ettiği ataerkil düzene baş kaldıran kadının öyküsü aracılığı ile aşkın gücünü irdeler Campion. Kendi tanımlamasıyla, bir araştırmacı gözüyle arzu, merak ve erotizmi mikroskobunun altına yerleştirerek bu üç elemanın nasıl aşka dönüştüğünün izini sürer. Öyküye hiç konuşmayan (daha doğrusu konuşmamayı seçmiş) bir ana karakter seçimi, sözden etkilenmeyen daha arı ve daha güçlü bir tutkunun yaşanmasına olanak sağlar. Yönetmen insanların cinselliklerini keşfetmelerini ve bu keşifle güçlenmelerini çok önemsediğini ifade eder. Trajik bir kahraman olmaya eğilimli Ada, Baines ile birlikteliği sonrasında kederli görünümünü terk eder ve yaşama daha sıkı sarılır. Campion bu noktada yaman bir de sürpriz yaparak geleneksel erkek – kadın rollerini değiştirir. Kadınlığını keşfeden Ada, cinselliğe tutuk kocasını bir seks objesi olarak kullanmaya kalkacaktır.

Gazete sayfasında kalmış eski yazımı bitirirken Cannes Film Festivali esnasında sekiz aylık hamile olan Campion’ın doğacak çocuğunu sabırsızlıkla beklediğini, heyecanlı yeni bir yaşam serüvenine hazırlandığını ancak oğlu Jasper’i 12 günlükken kaybettiğini not etmişim. Başta da dediğim gibi Campion kederli sonları sevmiyor. 1994 Oscar töreni sonrasında dünyaya getirdiği kızı Alice Englert sinema ve müzik dünyasında ödüllü başarılara imza atmış genç bir oyuncu, şarkıcı ve söz yazarı bugün. Aradan geçen yıllar boyunca Campion da boş durmadı bildiğiniz üzere. Aralarında Henry James uyarlaması ‘Bir Kadının Portresi / The Portrait of a Lady’ ile tanınmış 19. yüzyıl şairi John Keats ile Fanny Brawne’nın tutkulu aşklarını anlatan ‘Parlak Yıldız / Bright Star’ gibi dönem filmleri, geçtiğimiz yıllarda televizyon dünyasında büyük yankı uyandırmış ve onu Holly Hunter ile bir kez daha bir araya getiren uzun soluklu televizyon dizisi ‘Gölün Üzerinde / Top of the Lake’ gibi projeleri gerçekleştirdi. Ardından sinema dünyasını bir kez daha sallayan ve toksik erkekliğin anatomisine giriştiği şimdilik son başyapıtı ‘Köpeğin Pençesi / The Power of the Dog’ ile karşımıza çıktı. Erkek egemen dünyada direnişini sürdüren kadın karakterlerin öyküleriyle çağımızın çok başarılı kadın yönetmenlere yol göstermiş, 12 yıl aradan sonra çektiği bu ilk sinema yapıtıyla yeniden gündeme gelmiş büyük sanatçıyı tanımak için ‘Piyano’yu izlemenin, izlediyseniz benim yaptığım gibi yeniden gözden geçirmenin doyumsuz bir mutluluk verdiğini söyleyebilirim. Hele yıllar sonra yeniden sinema salonunda geniş perdede izleme fırsatı yakalamışken bence hiç kaçırmayın.

(03 Ağustos 2022)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com