Breach – İhanet ****

Bir insan neden ihanet eder?

Tüm yerli ve yabancı düşmanlara karşı devletini savunacağına dair and içmiş üst düzey bir FBI ajanının ihanet gerekçesi ne olabilir? Amerika Birleşik Devletleri’nin gelmiş geçmiş en büyük haini ilân edilen Robert Hanssen’in ihanet sebebi belki intikamdı, belki para. Salt kötülük olsun diye de yapmış olabilirdi bunu ama kesin olan, Hanssen’ın yaptığı şeyden heyecan duyduğuydu. Zira, Hanssen, Rusya hesabına çalışan İngiliz köstebek Kim Philby’nin maceralarını okuyarak büyümüştü ve casus olmayı kafasına koyduğunda henüz 14 yaşındaydı. İlk ihanetini, ABD’deki Rus casuslarının faaliyetini izlemekle görevli bir FBI ajanıyken gerçekleştirdi. İşin ilginç yanı, kendisi gibi ülkesine ihanet eden bir ajanı ispiyonlamış olmasıydı. Tek farkla: adam, Amerika adına casusluk yapan bir Rus ajanıydı! Bu ilk işiyle Rusların gözüne girdikten sonra, sıra, oyunu kendi kurallarıyla oynamaya gelmişti. Evet, Hanssen için bu bir oyundu. Zekice kurgulanmış bu oyununda Hanssen’ın korkacağı tek şey ancak kendisi gibi biri olabilirdi, yani Hanssen’ın Amerika’ya ihanet ettiğini bilen ve kendisi de Amerika için çalışmaya karar vermiş bir Rus ajanı… İşte bu yüzden oyunun kurallarını kendi koydu. Ruslar onun gerçek kimliğini hiç bilmedi. Oyun alanı, Washington civarındaki ormanlık alan ve parklardı. 15 yıl süren bu oyunda Hanssen, FBI’ın karşı istihbarat faaliyetleri, uydu ve erken uyarı sistemlerinin de dahil olduğu 6 bin gizli belgeyi Moskova’ya ulaştırdı. Köstebeklikten kazandığı para ise 1.4 milyon dolardı! Robert Hanssen 2001 yılında Moskova hesabına casusluk yapmaktan afsız müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Gazeteler olayı, “filmlere konu olacak ihanet” başlığıyla verdi. Gerçekten de, Hanssen’ın ihaneti 2007 yılında film oldu…

Film, terfi etmek için canla başla çalışan genç bir FBI ajanıyla tanıştırır önce bizi: Eric O’Neill. Eric, emekli olmaya hazırlanırken Büro’nun bilgisayar sisteminin yenilenmesiyle görevlendirilen Robert Hanssen’ın asistanlığına verilir. Ama bu bir paravan görevdir. Gerçekte, Hanssen hakkında bilgi toplamakla görevlendirilmiştir ve hainin yakalanmasında başrolü oynar. Hanssen’ın yakalanmasından sonra da, büroyu bırakıp hukuk eğitimi üzerine yoğunlaşır. Filmin Eric O’Neill’e odaklanmasının sebebi, yaşananların beyazperdeye aktarılması fikrinin ona ait olmasıdır. Öykü, yapımcılar tarafından beğenilince, geriye FBI’dan onay almak kalır. Sonunda ortaya Billy Ray imzalı dramatik bir gerilim filmi çıkar.

Gerçek bir olayın beyazperdeye aktarılması…

Gerçek bir olayı, hele ki karakterleri hâlâ hayatta olan bir olayı beyazperdeye aktarmak, ustalık, biraz da cesaret isteyen bir iş. Üzerinde düşünülmesi ve çalışılması gereken iki öncelikli konu var. Birincisi, böyle bir film için gerekli dramatik gerilim atmosferini yaratmak, bu yolla da seyirciyi filmin içine çekmek. İkincisi ise, gerçeklerden çok fazla uzaklaşmadan ortaya iyi bir hikâye koyabilmek. İhanet filminin kamera arkasına baktığımızda, tüm yapım ekibinin bu iki konu üzerinde canla başla çalışmış olduğunu görüyoruz. Eric O’Neill’in senaryonun yazımından itibaren yapımın tüm aşamalarına dahil olması filmin en büyük avantajı. Tabii oyuncuların da… Robert Hanssen’i canlandıran Akademi ödüllü Chris COOPER, O’Neill’den “eski patronu” ile ilgili detaylı bilgi alırken, O’Neill rolünü oynayan Ryan PHILIPPE, canlandırdığı kişiyi tanıma ve onunla birebir çalışma şansına sahip olmuş. Bu az rastlanır durum, iki oyuncuyu daha da kamçılamış olmalı ki, rollerinin hakkını verebilmek için onlarca kitap okumuş, her bir sahne üzerinde uzun uzun çalışmışlar. Filme damgasını vuran bir başka “az rastlanır” durum da, hikâyenin doğru aktarılabilmesi için ekiple işbirliği yapan FBI’ın, iç anahtar çekimler için, erişimi kısıtlı FBI binasının kapılarını açmış olması. Mimari açıdan benzersiz olan FBI binasının kopyasını yapmanın zorluğu düşünülürse, bunu da filmin artı hanesine eklemek gerek derim. Bunca emekten sonra, yönetmen Billy Ray, haklı olarak, Hanssen’in tutuklanma sahnesinin, 2001’deki gerçek tutuklanmanın gerçekleştiği yerde çekilmesinde ısrar eder. FBI da kendini filmin heyecanına kaptırmış olmalı ki, sahnenin aslına uygun olarak yeniden oluşturulabilmesi için, ekibe, olayın gözden geçirilmiş bandını bile verir. Daha ne olsun ki? Hanssen’ı hapisten çıkarıp başrolde oynatacak halleri de yoktu ya! Başrolde oynamasa da, kendini canlandıran Chris Cooper’ın oturduğu masanın üzerinde asılı tablodan gülümseyerek filme bir şekilde dahil olur Robert Hanssen.

Gerçeğe sadık kalmak için harcanan tüm bu emekten sonra gelelim işin iyi bir hikâye yaratma kısmına. Yapım ekibinin kararı, izleyicinin olayları O’Neill’in bakış açısından görmesi olmuş. Filmin ortalarına kadar, Eric’in, Hanssen ile ilgili gerçekte neler döndüğü hakkında hiçbir fikri yok. Dolayısıyla izleyicinin de. Bunun çok yerinde bir karar olduğunu söylemek lazım. Zira, gerçek öykü hakkında çok fazla bilgi sahibi olmayan bir izleyicinin, tıpkı O’Neill gibi, Hanssen’ın kişiliği ve yaptıkları hakkında çelişkiye düşmesi muhtemel. Bu da, merak unsurunu artıran ve filmi seyredilir kılan bir durum.

Bir ihanet kaç kişinin yaşamını etkiler?

Eric O’Neill kendini bir açmazda buluyor. İç dünyasıyla dış dünyada yaşadıkları kıyasıya bir çarpışmaya giriyor. İşine ve ettiği yemine bağlı olan tarafı, görevini layığıyla yerine getirmek için çırpınıyor. Eric, hırslı ve oldukça akıllı bir genç adam. Bu özel görev için seçilmesinin kendisi için bir şans olduğunun da farkında. FBI teşkilâtında tam yetkili bir ajan olma hayalini gerçekleştirmesine ramak kaldığının da. Oysa diğer yandan, kendisine şüpheli bir şahıs olarak tanıtılan ve suçunu belgelemek zorunda olduğu adama karşı garip hisler içinde. İlk başta Hanssen’ın garip sorularından, karşısındakini delip geçen bakışlarından, nezaketten uzak tavırlarından oldukça rahatsız olsa da, onu tanıdıkça, torunlarıyla saatlerce oyun oynayan, karısıyla sevgi dolu bir ilişki yaşayan, birlikte çalıştığı bir insanın babasının hastalığıyla ilgili bilgi toplayacak kadar düşünceli davranan ve fazlasıyla dindar olan 56 yaşındaki bu egzantrik adamdan etkilenmeye başlıyor. Ama görevini yerine getirmek, Hanssen’ın cinsel yaşamını internet ortamında sergilediğine dair kanıt toplamak zorunda. Üstelik tam da Hanssen ona güvenmeye başlamışken. Bir haini ortaya çıkarabilmek adına bir haine dönüşmek! Bu çelişki Eric’in canını fazlasıyla yakarken, bir yandan da başka bir sorunla, FBI yaşantısının en zor taraflarından biriyle boğuşmak zorunda kalıyor: Görevinin gizliliğini koruyabilmek için, henüz çiçeği burnundaki karısına yalan söylemek… Juliana, yaşına göre oldukça olgun, eşini fazlasıyla seven ve destekleyen bir kadın. Ama zamanla, kocasıyla ilgili birtakım gerçeklerin dışında kalmaktan -olan bitenin Hanssen’la ilgili olduğunu anlasa da- rahatsızlık duymaya başlıyor. Bildiği tek şey kocasının değiştiği, Eric’in artık o evlendiği insan olmadığı. Evlilikleri çatırdamaya başlıyor.

Hanssen’ın ihaneti, bir başka hayal kırıklığını daha ortaya çıkarıyor. Operasyon boyunca, O’Neill’i bilgilendiren ve onun topladığı bilgileri analiz edip Hanssen hakkındaki gizli soruşturmayı yürüten ekibe bildiren Ajan Burroughs’un kimliğinde vücut bulan bu hayal kırıklığının sahipleri, bunca yıl boyunca Hanssen’la omuz omuza çalışmış ve o süre zarfında aradıkları casusun yanı başlarındaki adam olduğunu henüz öğrenmiş olan ajanlar. Bunca yıllık çalışmanın bir hiç uğruna olduğunu öğrenmek… İşine ve kendisine olan saygısını sorgulamaya sürüklemez mi insanı?

Ve Hanssen’ın karısı Bonnie… Kendisini ailesine adamış fazlasıyla dindar bir Katolik. Akıllı ve güçlü, kocasına destek olmayı da onu yönlendirmeyi de becerebilen bir kadın. Bu kısmı filmde yer almasa da, eklemek istiyorum: Hanssen, tıpkı Eric gibi, FBI ajanlığının kazandırdığı alışkanlıkla, yaptıklarını karısından saklıyor. Tabii bu gizlilikte, casus olduğunu karısına açıklamaktan çekinmesinin de payı olmalı. Ama Bonnie onu gizli bir mektup yazarken yakalayıp başka bir kadınla ilişkisi olduğunu sandığında, ona gerçeği, 20 bin dolar karşılığında Sovyetlere birkaç değersiz bilgi sattığını itiraf etmek zorunda kalıyor. Bonnie de ona günah çıkarmasının söylüyor! İşin bu kısmı kolay atlatılmış gözükse de, Hanssen’ın yakalanmasından sonra patlayan gerçekler, karısıyla yaşadığı mahrem anları kaydedip bir arkadaşına göndermesi, ya da Hanssen’ın “kendisine asla elini sürmediğini” iddia eden striptizci sevgilisinin ortaya çıkması, kadıncağızı nasıl etkilemiştir, bilemeyiz!

Hayatları birebir etkilenen bu insanların yanı sıra, Hanssen’ın ihanetinin Federal Büroya ciddi anlamda zarar verdiğini, köstebeğin Moskova’ya ilettiği gizli bilgilerin Amerika’yı halen içinde bulunduğu tehlikeli bir duruma soktuğunu söylemeye bilmem gerek var mı?

Sonuç olarak, tüm bu bilgiler ışığında çekilen İhanet, sadece oyunculuk başarısı için bile izlenmeye değer bir film olmasının yanı sıra, “gerçeğin öyküsü” olarak nitelendirilmeyi sonuna kadar hak eden bir yapım.

(25 Temmuz 2007)

Gülay Oktar Ural

Edie, Bonus Premium Cinecity – Trio’nun Açık Hava Sineması’nda

George Hickenlooper’in yönettiği ve Guy Pearce, Sienna Miller, Hayden Christensen ile Jimmy Fallon’un oynadığı Edie (Factory Girl: Edie), 18 Temmuz Çarşamba akşamı 21:30 seansında Bonus Premium Cinecity – Trio Açık Hava Sineması’nda gösterilecek. Açık hava sinemasının havuz başında şezlonglara veya minderlere uzanarak, Chocolate’ın hazırladığı özel kokteyller ve menüler ile yıldızlar ve palmiyeler arasında film seyrederek değişik bir ayrıcalık yaşanıyor. Ayrıcalık Eylül ayına kadar her hafta Çarşamba, Cuma ve Pazar akşamları 21:30 seansında yaşanacak.

Edie, Bonus Premium Cinecity – Trio’nun Açık Hava Sineması’nda yazısına devam et

Nicolas Cage


Nicolas Cage (Next’deki Cris Johnson.)


Gad Elmaleh (Zengin Avcısı – Hors de Prix’deki Jean.)


Halit Ergenç (En son Nihat Durak’ın İlk Aşk’ında Kemal rolünde izledik. Çağan Irmak’ın Babam ve Oğlum’u ile Olgun Arun’un Tramvay’ında da beyazperdede seyretmiştik.)

Gad Elmaleh


Gad Elmaleh (Zengin Avcısı – Hors de Prix’deki Jean.)


Nicolas Cage (Next’deki Cris Johnson.)


Halit Ergenç (En son Nihat Durak’ın İlk Aşk’ında Kemal rolünde izledik. Çağan Irmak’ın Babam ve Oğlum’u ile Olgun Arun’un Tramvay’ında da beyazperdede seyretmiştik.)

Peker Açıkalın


Peker Açıkalın (Son yıllarda Amerikalılar Karadenizde 2, Maskeli Beşler: Irak, Hababam Sınıfı 3,5 gibi filmlerde star haline geldi. Avrupa Yakası TV dizisinde canlandırdığı Gaffur tiplemesiyle fenomen oldu, sanatında zirveye çıktı.)


Yılmaz Güney (Sinemamızın çirkin kralı. Umut, Ağıt, Acı, Hudutların Kanunu, Kızılırmak Karakoyun, Sürü. Türk sinemasının en önemli sanatçılarından.)


Ethem Akpolat (Saddamın Askerleri: Kara Güneş’teki Yılmaz.)


Jason Schwartzman (Matrak Adamlar – Funny People’daki Mark Taylor Jackson.)

Yılmaz Güney


Yılmaz Güney (Sinemamızın çirkin kralı. Umut, Ağıt, Acı, Hudutların Kanunu, Kızılırmak Karakoyun, Sürü. Türk sinemasının en önemli sanatçılarından.)


Ethem Akpolat (Saddamın Askerleri: Kara Güneş’teki Yılmaz.)


Peker Açıkalın (Son yıllarda Amerikalılar Karadenizde 2, Maskeli Beşler: Irak, Hababam Sınıfı 3,5 gibi filmlerde star haline geldi. Avrupa Yakası TV dizisinde canlandırdığı Gaffur tiplemesiyle fenomen oldu, sanatında zirveye çıktı.)

Joseph Fiennes


Joseph Fiennes (Özgürlüğün Rengi – Goodbye Bafana’daki gardiyan James Gregory, Büyük Baskın – The Great Raid’deki Binbaşı Gibson.)


Cenk Ertan (Ihlamurlar Altında TV dizisindeki Cem rolüyle popüler oldu.)

Açelya Elmas


Açelya Elmas (Ihlamurlar Altında TV dizisinin Ceyda’sı, Kurşun Yarası adlı TV dizisinin Cemile’si. Osman Sınav’ın Deli Yürek adlı sinema filminde de oynadı.)


Marie Gillain (Ölüm Tohumları – Pars Vite et Reviens Tard – Seeds of Death’deki Marie.)

Marie Gillain


Marie Gillain (Ölüm Tohumları – Pars Vite et Reviens Tard – Seeds of Death’deki Marie.)


Açelya Elmas (Ihlamurlar Altında TV dizisinin Ceyda’sı, Kurşun Yarası adlı TV dizisinin Cemile’si. Osman Sınav’ın Deli Yürek adlı sinema filminde de oynadı.)

Hoşçakal En İyi Dostum

Bir film izledim. Öyle bir film ki, boğazımdaki yumrulardan tıpkı bir çığ gibi beslenerek yüreğime kaskatı, dev bir kütle halinde oturdu. Birkaç gündür de gitmiyor!

Filmin adı Goodbye Bafana. Tüm dünyanın, ilk olarak, “siyahların bağımsızlığı için mücadele veren adam” olarak tanıdığı Nelson Mandela’nın hapiste geçirdiği 27 yılı anlatıyor film. O yılların neredeyse tamamını kendisiyle geçiren beyaz bir gardiyanın gözünden tanıyoruz hapisteki Mandela’yı. 24 dizisinin karizmatik başkanı David Palmer’ın yani Dennis Haysbert’in çizdiği başarılı performansla, hemen sevdiriyor kendini. Barışa ulaşmak için savaş veren, davasını ailesinden bile önde gören bu adamın tavırlarında bilge bir yan var. Sürdürdüğü, üstelik lideri olduğu savaşıma rağmen, kanaatkâr, isyandan uzak. Ona yaklaşmak, akıl danışmak geliyor insanın içinden. Tıpkı James Gregory’nin yaptığı gibi. Bir filmin gerçek bir yaşam öyküsünün bir kesitinden yola çıkması elbette etkileyici. Ama filmin o yaşama değmiş, o yaşamla yoğrulmuş ve dönüşmüş bir başka gerçek yaşamın çerçevesinden anlatılması, söylemini çok daha güçlü hale getiriyor. Filmi kuru bir biyografi olmaktan çıkarıp duyguların ön plâna çıktığı başka bir plâtforma taşıyor adeta. Mandela, filmin yola çıktığı kitabı ve yazarı Gregory’i, gerçekleri çarpıttığı için mahkemeye vermiş, ne gam! Biyografik gerçeklerden, biçimsel özelliklerden çok öte bir şey benim yüreğime oturan. Filmi izlerken, adeta perdenin ortasında beliren üç soru hâlâ kafamın içinde dönüp durmakta.

Birinci soru: Ne zaman başkalarının haklarını kendi hakkımız beller olduk?

Adaya gitmek için bindikleri gemide, Gregory’nin genç ve güzel karısı Gloria, ‘terörist’ olarak tanımladığı siyahlardan neden uzak durmaları gerektiğini anlatıyor çocuklarına: “Onlar bizim bu topraklarda rahat yaşamımıza engel oluyorlar. Ellerine fırsat geçse, bizi hemen öldürürler.” Aklıma hemen, Mehmet Teoman – Vedat Sakman birlikteliğinin en güzel eserlerinden biri geliyor: Kafam Karışıyor. Zuhal Olcay, o buğulu sesiyle yüreğime dokunuyor: “Siyahların ülkesinde, hep beyazların sözü geçiyor…”

İkinci Soru: Çocuk masumiyetimizi ne zaman yitirdik?

Geçiş kartı yanında olmadığı için beyaz görevlilerce dövülen bir kadın, kucağındaki bebeğini yere düşürüyor. O andaki çırpınışları, kendinden çok bebeği için. Ama görevliler bebeğe dokunmasına izin vermiyor. Gregory’nin, tüm bunlara korkudan kocaman olmuş gözleriyle tanıklık eden küçük kızının küçük yüreği acıyla kasılıyor. İnsan oluşumuzun en masum haliyle, akşam babasına soruyor: “Neden o kadına vurdular?” Babanın yanıtı hazır: “Geçiş kartı yoktu”. “Peki ya bebek?” Anne Gloria yetişiyor baba James’in imdadına: “Bazı şeyler böyle olmak zorunda.” Hayvanlara dair birtakım garip örnekler verdikten sonra da ekliyor: “Öğrenmek için büyümen gerek.” İçimden haykırıyorum: Ne olur küçük kız, büyüme!

Üçüncü soru: Ne zaman öğretilenlere sorgusuz inanır olduk?

James, Mandela’ya mücadelesiyle ilgili birtakım yorumlarda bulunuyor. Mandela soruyor: “Özgürlük Bildirgesini okumadın değil mi?” Ne denli ezberci, ne denli kolaycı insanoğlu! Gerçekten neyi savunduğunu, ne adına savaş verdiğini bile bilmediğin bir insanı, sırf başkaları öyle istiyor ya da düşünüyor diye yargılamak, yargılayabilmek!

Biz ne zaman bu hale geldik? Günlerdir, yüreğim kaskatı, beynimde bu üç soru…

(19 Temmuz 2007)

Gülay Oktar Ural

İzlediğini Söyle Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim

Disturbia tüm tedirginlik verici duygularla bezenerek sinemalarımıza konuk oluyor. Disturbia, banliyo anlamına gelen “suburbia” ve “rahatsız etmek” anlamına gelen “disturb”ün birleşiminden oluşan bir kelime oyunu. Filmin ismi anlattıklarına çok uyuyor. Bir Amerikan filmi olarak öyküsünü Amerikan kültürü üzerinden işlese de hepimizin korkularına hitap eden bir dünya kuruyor.

Amerika’da yerleşim Türkiye’ye oranla daha yatay bir yapıda. Şehirler dış eteklerine açılarak yayılıyor. Ne de olsa bol toprakları var. Hâttâ bizdeki gibi daha varlıklılar şehrin merkezindeki apartmanlarda üst üste yığılmak yerine dış eteklerdeki çekici, özel tasarlanmış, müstakil evlerden oluşan banliyölerde ve sitelerde yaşamayı tercih ediyorlar. Yine de komşuluk dediğimiz mevzuu dünyanın her yerinde aynı.

Filmimiz de böyle bir yerleşim bölgesinde başlıyor. Dizi dizi, inci gibi evler ve mutlu insanların oluşturduğu banliyöde geçiyor hikâye. Tüm bu güzel ambalajın arkasında, evlerin içinde, her zaman olduğu gibi, farklı öyküler yatıyor. Her evin bir bahçesi ve rengarenk çiçekleri var. Ardında da heybetli ve gösterişli evler ve onların ön kapılarının arkasındaki dışarı çıkarılmamış yaşamlar.

Disturbia’nın ana karakteri genç bir delikanlı. Daha okul çağında ve büyüyor, büyümeyi öğreniyor. Ona yol gösteren, evinde yuva hissini veren babasını acı bir kazayla kaybediyor. Dahası kazanın sorumlusu olarak kendini görüyor. Bu yüzden de kelimenin tam anlamıyla tam bir deli-kanlı. Tüm tepkileri duygusal ve bu duygusal tepkilerin hepsini aşırı dozda hırçınlıkla dışarı vuruyor.

Yine Amerikan sistemine dönersek, delikanlımız bir hata işliyor ve cezasını buluyor. Sistem onu adam etmeye çalışıyor ve işlediği suçtan dolayı ona hapis cezası veriyor. Neyse ki, yaşı tutmadığı için hapis cezası ev hapsine dönüştürülüyor. İşte böylece genç delikanlımız kendini, yavaş yavaş idrak ettiği bir dünyada buluyor. Evde kapalı kaldıkça kendini çevreleyen dünyayı tanımaya başlıyor. Daha önceden farklı zevklerle örttüğü pencereleri açılıyor ve körlüğünün yerini, pek istemese de, görmek alıyor.

Gencimiz can sıkıntısından etrafı gözetlemeye başlıyor. Tıpkı bizim de can sıkıntısından gidip, bilet alıp, onu gözetlememiz gibi. Sinemanın kökeninde gözetleme isteği yatar. Seyirci parayı sakınmadan gidip tanımadığı insanların hayatlarını izlemek ister. Bu sefer keyifle izlediğimiz nesnenin de bizim gibi başkalarını gözetlemekle meşgûl olduğunu görüyoruz. Haksızlık etmeyelim; o da önce bizim gibi “masum” gözetleme yöntemlerini deniyor. Hani “masum”un yerini belki “yasal” alabilir. Yalnız annesi, baba figürünü kaybetmiş delikanlıyı adam etmek için bu yasal gözetleme araçlarını elinden alıyor. Ne de olsa bir suç işlemiş ve aslında cezasını çekmeli, zevkli ve yasal araçlarla keyif yapmamalı. Kendisi de diyor: “Bu bir tatil değil.”

Önce internete bağlı oyun konsolları ve internet erişimi iptâl ediliyor. Sonra televizyondaki kablolu yayınlar kaldırılıyor. Ana – oğulun savaşına son yenik düşen de televizyonun elektrik kablosu oluyor. Delikanlımızın dışarıyla tüm bağları, kabloları kesiliyor. Aslında tam tersi oluyor. Annesi onu sanal dünyasından dışarı fırlatıyor ve gerçekten yaşadığı çevrenin dünyasıyla baş başa bırakıyor. Hâlâ yetişkin olamamış delikanlımız ne yapıyor? Televizyondaki Reality Show’lara denk düşecek görüntüleri evini çevreleyen insanların hayatlarında aramaya başlıyor. Başta can sıkıntısıyla başlayan eğlencesi bilgisayar oyunlarının yerini tutsun diye bir oyuna dönüşüyor. İki arkadaşını da eğlencesine katarak, en iyi Adventure oyunlarına taş çıkartacak bir oyuna başlıyorlar. Yan komşuyu gözetlemek.

Adam yalnız, şüpheli ve soğukkanlı. Bunların altında kesin bir şeyler yatıyor olmalı. “Komşum, canım komşum” diye selâmladığınız insanları düşünün. O sıcak gülümsemenin altında bir şeyler yatıyor olabilir mi? Herkesin “oh rahatladım” diye kendini dış etkenlerden uzağa, emniyetin kucağına attığı biricik evlerinin hemen yanındaki evlerde neler oluyor, kim bilir. Bu kadar yakınınızda olduğunu bildiğiniz ama içini göremediğiniz dünyalar sizi de deliye çevirmiyor mu? Delikanlımızı çeviriyor.

Delikanlımızın dikizlediği komşu kızı da çift taraflı oynuyor. Delikanlının kendini gözetlemesinden rahatsız oluyor ama arkadaş olmalarıyla birlikte o da diğer komşuyu gözetleyen ekibe dahil oluyor. Peki, bunca röntgencilik ardı ardına gelince kimler yasayı çiğniyor? Herkes kendisinin habersizce izlenmesinden rahatsız olurken niye sürekli çaktırmadan başkalarının dünyasına bir göz atmak istiyor?

Biz, sinemada oturmuş, delikanlıyı ve tüm çevresindekileri dikizliyoruz. Onlar yan komşularını gözetliyor ve fotoğraflıyor. Bu zincirleme reaksiyonda, meçhul – yabancı – komşu ne yapıyor? O da hepimiz gibi gözetlenmekten rahatsız oluyor ama başkalarını değişik bir şekilde inceliyor. Olayı bir adım daha ileri götürerek insanların daha da özellerini görmeye çalışıyor. Neleri mi? İzleyin ve görün. Aman dikkat edin, elinizi perdeye kaptırmayın.

(18 Temmuz 2007)

Nur Özgenalp

Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu